O |
Nür
|
O |
|
11- O ağır iftirayı ortaya atanlar, sizden bir
gruptur. Bu olayı kendiniz için kötü bir şey
sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir. O grubun
içinde bulunan herkes payına düşen günahın
cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü
omuzlarında taşıyan o grubun
elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır.
12- O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın bütün
mü'minlerin, kendileri hakkında hüsnü-zan besleyerek,
özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak '`Bu apaçık bir
iftiradır" demeleri gerekmez miydi?
13- Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi?
Madem ki, bu şahitleri gösteremediler, o halde onlar Allah
katında yalancıların ta kendileridirler.
14- Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın size yönelik
lütfu ve merhameti olmasaydı, yoğun dedikodu
yaptığınız bu iftiradan dolayı büyük
bir azaba çarpılırdınız.
15- Hani bu iftirayı dilden dile yayıyordunuz.
Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız
bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda
geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü
önemsiz sanıyordunuz. Oysa o, Allah katında
ağır bir suçtu.
16- Onu işittiğiniz zaman "Bu konuda
konuşmak bize yakışmaz. Haşa Allah'a! Bu
ağır bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?
17- Allah size öğüt veriyor ki, eğer mü'min iseniz
böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz.
18- Allah, aynı zamanda, size ayetlerini
ayrıntılı biçimde açıklıyor. Allah her
şeyi bilir ve her yaptığını yerinde yapar.
19- Mü'minler arasında ahlâksızlığın
ve edepsizliğin yayılmasını isteyenleri gerek
dünyada ve gerekse ahirette acıklı bir azap
beklemektedir. Allah bilir, oysa siz bilmezsiniz.
20- Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, eğer o son derece esirgeyen ve acıyan
olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?
21- Ey mü'minler, sakın şeytanın izinden
gitmeyiniz. Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o
edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin
davranışları emreder. Eğer Allah'ın size
yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı hiçbiriniz asla
kötülüklerden arınamazdı. Ama Allah dilediği
kimseleri kötülüklerden arındırır. Allah her
şeyi işitir, her şeyi bilir.
22- Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler
yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda
yurtlarından göçedenlere yardım etmeyeceklerine yemin
etmesinler. Allah sizi affetsin istemez misiniz? Allah affedicidir,
merhametlidir.
24- O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri kötülük
konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir.
23- Zinadan haberi bulunmayan iffetli mümin kadınlara,
zina isnad edenler, dünyada ve ahirette lanete uğramışlardır.
Onlara büyük bir azap vardır.
25- O gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak
verecek ve onlar Allah'ın, apaçık "gerçek"
olduğunu anlayacaklardır.
26- Kötü kadınlar, kötü erkeklere ve kötü erkekler,
kötü kadınlara yakıştıkları gibi, temiz
kadınlar, temiz erkeklere ve temiz erkekler, temiz
kadınlara yakışırlar. Temizler, kötülerin
kendilerine yönelik dedikodularından uzaktırlar.
Bunları, Allah'ın
bağışlayıcılığı ve onurlu
rızık beklemektedir.
Bu olay... İftira olay... Tüm insanlık tarihinin en
temiz ruhlarına dayanılmaz acılar çektirmiş;
uzun tarihi boyunca müslüman ümmetin geçtiği deneyimlerin
en meşakkatlisini tattırmış; Hz. Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- kalbini, sevdiği eşi
Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- kalbini, Hz.
Ebubekir Sıddık ve karısının -Allah
onlardan razı olsun- kalbini ve Safvan b. Muattal'ın
kalbini tam bir ay dayanılmaz .kuşkuların,
sıkıntı ve acıların ipine
bağlamış, onlara ızdırap çektirmiştir.
Şu halde bırakalım da Hz. Aişe -Allah ondan
razı olsun- bu acıların hikayesini anlatsın,
bu ayetlerin sırlarını ortaya koysun.
Zühri, Urve ve başkalarına dayanarak Hz.
Aişe'nin -Allah ondan razı olsun şöyle dediğini
rivayet eder:
"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- bir yolculuğa
çıkmak istediğinde kadınları arasında
kura çekerdi. Kura kime çıkarsa onu birlikte götürürdü.
Yine bir sefere (Bu, tercih edilen görüşe göre Hicri beşinci
senede meydana gelen Beni Mustalik savaşıdır.) çıkmak
üzereyken aramızda kura çekti. Kura bana çıktı.
Ben de örtünme ayetinin inmesinden sonra gerçekleşen bu
sefere onunla beraber katıldım. Ben bir hevdec içinde
deveye bindirilip indiriliyordum. Yola devam ettik. Hz. Peygamber
bu savaşı bitirdikten sonra geri döndü. Medine'ye
yaklaşmıştık. Bir gece yola çıkma emrini
verdi. Yolculuk emri verildiği sırada ben kalktım,
ordunun konakladığı yeri geçip ihtiyacımı
giderdim. İşimi bitirince ordunun yanına döndüm o
sırada göğsüme dokundum. Gerdanlığımın
kopup düştüğünü farkedince üzüldüm, geri dönüp
aramaya koyuldum. Gerdanlığı aramak epey
zamanımı aldı. Bu sırada bana
yardımcı olanlar gelip hevdecimi deveye yüklerler ve
beni hevdecin içinde sanırlar. O zamanlar kadınlar
hafiftiler, vücutları etli ve ağır değildi.
Çünkü o zamanlar az yemek yerdik. Bu yüzden onlar da hevdeci
kaldırıp deveye yüklerken, hafifliğine
şaşırmamışlardı. Üstelik ben
oldukça gençtim. Deveyi kaldırıp yola çıkarlar.
Ben de o sırada gerdanlığımı buldum. Ama
ordu hareket etmişti artık. Ben konaklama yerine
geldiğimde kimseyi bulamadım. Daha önce bulunduğum
yerde tek başıma beklemeye koyuldum. Onların benim
kaybolduğumun farkına varıp geri döneceklerini sanıyordum.
Orada öylece oturuyorken uyku ağır bastı ve uyudum.
Safvan b. Muattal es-Selemi (elzekvani) ordunun gerisinden gelirdi.
Bütün gece yol almıştı. Benim bulunduğum
yere gelince uyuyan bir insan karartısı görmüştü.
Yanıma gelmiş, görünce de beni tanımıştı.
Beni örtünme ayeti inmediği zamanlarda görürdü. Beni tanıyıp
şaşkınlıktan "innalillah ve inna ileyhi
raciun"demesiyle uyandım. Hemen başörtümle
yüzümü örttüm. Allah'a andolsun ki, benimle bir tek kelime
konuşmadı. Beni gördüğü zaman
şaşırmışlığın ifadesi
olarak söylediği "innalillahi ve inna ileyhi
raciun"dan başka ondan tek bir söz duymadım.
Devesinden indi ve onu çöktürdü. Ön ayaklarına basarak
binmemi sağladı. Deveyi önden çekerek yola koyuldu.
Nihayet orduya konakladığı bir yerde yetiştik.
Bundan sonra benim hakkımda çıkardıkları
dedikodudan helak olanlar oldu. Günahın büyüğünü de
Abdullah b. Ubey b. Selul üstlendi. Sonra Medine'ye geldik. Orada
bir ay hasta yattım. Halk iftiracıların sözleriyle
kaynıyordu. Benimse, hiçbir şeyden haberim yoktu.
Acılar içindeyken beni kuşkulandıran olay,
hastalandığım zamanlarda Hz. Peygamber'den-salât
ve selâm üzerine olsun- gördüğüm iltifatı göremeyişimdi.
Hz. Peygamber yanıma gelir, selâm verir ve "Hastanız
nasıl?" deyip çıkar giderdi... Sadece bu
tavrı beni kuşkulandırırdı. Ben,
iyileşmekle beraber henüz tam kendime gelemediğim bir
sırada olup bitenden haberdar oldum. Bir ara ben ve Ümmü
Mistah Menasi denen yere doğru yola çıktık.
Burası ihtiyacımızı gidermek amacı ile
kullandığımız bir yerdi. Ancak geceleri oraya
gidebilirdik. O zamanlar henüz tuvalet edinmemiştik.
Tıpkı açık arazide ihtiyacını gideren
ilk Araplar gibi davranıyorduk. Ben ve Ümmü Mistah oraya doğru
yol aldık. -Bu kadın Ebu Rahm, b. Muttalib, b.
Abdimenafın kızıydı. Annesi de Sahr b. Amüin
kızıydı ve Ebubekir Sıddık'ın -Allah
ondan razı olsun- teyzesiydi.- ihtiyacımızı
giderip dönünce, Ümmü Mistah'ın ayağı
eteğine takılıp sendeledi. Bunun üzerine "Mistah
kahrolsun" dedi. Ben de: Ne kötü söz söyledin. Bedir savaşına
katılmış birine mi beddua ediyorsun?" dedim. O
da "Vay başıma gelenler, onun ne söylediğini
duymadın mı?" dedi. Ben "Ne söylüyor?"
diye sordum. Bunun üzerine çıkarılan o
asılsız dedikoduyu (ifk) dillerine dolayanların sözlerini
bana anlattı. Bunları duyunca hastalığım
bir kat daha arttı. Evime döndüğüm zaman Resulullah
da eve geldi ve "Hastanız nasıl?" dedi. Ben de
"İzin ver anne-babamın yanına
gideyim"dedim. Ben bu haberi bir de onlardan duymak
istiyordum. Bana izin verdi. Kalktım anne-babamın
yanına gittim. Anneme: "Anneciğim, insanlar neler
konuşuyorlar?" dedim. Annem "Yavrum, aldırma.
Allah'a andolsun ki, kocası tarafından sevilen durumu
parlak olan, bununla beraber çekemeyenleri olan çok az kadın
vardır ki, hakkında dedikodu çıkarılmasın"
dedi. "Subhanallah, insanlar böyle mi konuşuyor' dedim.
O gece sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarım hiç
dinmedi, gözüme uyku girmedi. Sonra hep ağlamaya devam
ettim. Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- Ali b. Ebu
talip ve Usame b. Zeyd'i -Allah ondan razı olsun- çağırıp
eşinden ayrılması hususunda görüşlerine
başvurdu. Usame bildiği şekliyle Hz. Peygamber'in
ailesinin temizliğini, onlar hakkında beslediği
derin sevgiyi belirterek olumlu yönde görüş bildirdi ve
"Ya Resulullah eşini bırakma, Allah'a andolsun ki,
onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz"
dedi. Ali b. Ebutalip ise; "Ya Resulullah, Allah seni
sıkıntıya sokmaz. Onun dışında birçok
kadın vardır. Cariyeden sor, o sana bildiklerini
anlatır" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve
selâm üzerine olsun- Berire'yi çağır ( İmam
Kayyım el-Cevziye araştırmış ve görüşüne
başvurulan cariyenin Berire olmadığını
belirlemiştir. Çünkü Berire bu olaydan sonra uzun bir
süre özgürlüğü karşılığında sözleşme.
yapmış ve özgür bırakılmıştır.
imam Ali (K.V.) "Cariyeden sor. O sana bildiklerini
anlatır" demiş. Rivayet edenler de cariyeyi Berire
sanmış ve onun adını vermişler.) ve
"Ey Berire, onda seni kuşkulandıracak bir şey
gördün mü?" diye sordu. Berire: "Hayr, seni hak
Peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki, henüz çok genç
olduğu için hamur yoğururken uyuklamasından ve bu
yüzden hamurunu evin içindeki koyunlara yedirmesinden başka
ayıplanacak bir davranışına rastlamadım"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- kalktı ve Abdullah b. Ubey b. Selul'un kendisine
eziyet ettiğini belirterek bu sıkıntıdan
kurtarılmasını istedi . Minberde iken şöyle
dedi: "Eşim hakkında dedikodular çıkararak
bana eziyet eden bu adamı kim başımdan savacak?
Allah'a andolsun ki, eşim hakkında iyilikten başka
bir şey bilmiyorum. Sözünü ettikleri adamın da sadece
iyiliğini biliyorum. Bensiz evine girmiş
değildir."Bunun üzerine Sa'd b. Muaz -Allah ondan razı
olsun- kalktı ve "Ya Resulullah, Allah'a andolsun ki,
ben seni ondan kurtarırım. (İbn-i
İshak'ın rivayetinde bu ve önceki sözleri söyleyenin
Useyd b. Hudeyr olduğu belirtilmektedir. İmam İbn-i
Kayyım el-Cevziye "Zadul mead" adlı eserinde Sâ'd
b. Muaz'ın Beni Kureyza savaşından sonra vefat
ettiğini yazmaktadır. Bu ise İfk olayından
önce gerçekleşmiştir. Buna göre o sözleri söyleyen
Useyd b. Hudeyr'dir. İmam İbn-i Hazm da Ubeydullah b.
Abdullah b. Utbe'nin Hz. Aişe'den yaptığı
rivayete dayanarak aynı şeyleri söylemektedir. Bu
rivayette Sâ'd b. Muaz'ın adı geçmiyor.) Eğer bu
adam Evs kabilesine mensup biri ise, boynunu vururuz. Eğer
Hazreçli kardeşlerimizden biri ise, ne emredersen, emrini
yerine getiririz" dedi. Bu sözlerden sonra Hazreç
kabilesinin büyüğü Sa'd b. Ubade -Allah ondan razı
olsun- kalktı. Sâ'd b. Ubade iyi bir insan olmàsına
rağmen bu sefer tarafgirlik duygusuna yenik düştü ve
öfkeyle, Sa'd b. Muaz'a şöyle dedi: "Allah'a andolsun
ki, yalan söylüyorsun. Ne onu öldürebilirsin ne de buna
gücün yeter." Sonra Sa'd b. Muaz'ın amca çocuğu
olan Usayd b. Hudayr -Allah ondan razı olsun- kalktı ve
"Allah'a andolsun ki, asıl sen yalan söylüyorsun. Onu
mutlaka öldürürüz. Sana gelince, sen bir münafıksın
ve münafıkları savunuyorsun"dedi. Bunun üzerine
iki taraf -Evs ve Hazreç- ayaklandılar ve neredeyse
savaşacak hale geldiler. Resulullah da minberde onları
susturmaya çalışıyordu. Sonunda sustular.
Resulullah da minberden indi. O gün gözyaşlarım
dinmeden hep ağladım. Gözüme uyku girmedi. O gece de
hep ağladım, gözyàşlarım hiç dinmedi,
gözüm uyku tutmadı. Anne ve babam da hep yànımdaydılar.
İki gece ve bir gündüz durmadan ağlamıştım.
Öyle ki, ağlamakla ciğerimi parçalayacak sanmıştım.
Annem ve babam yanımda iken ve ben de ağlamaya devam
ediyorken Ensar'dan bir kadın eve girmek için izin istedi.
İzin verdiler. O da gelip, benimle beraber ağlamaya
başladı. Biz bu durumdayken Resulullah içeri girdi.
Selam verdi, oturdu. Hakkımda çıkarılan
dedikodudan bu yana yanımda hiç oturmamıştı.
Bir ay beklemiş, ama hakkımda kendisine vahiy
inmemişti. Otururken şehadet getirdi ve şöyle dedi:
"Senin hakkında şöyle şöyle sözler bana ulaştı.
Şayet suçsuz isen, kuşkusuz yüce Allah seni temize çıkaracaktır.
Ama eğer bir günaha yeltenmişsen Allah'dan af dile,
O'na tövbe et. Çünkü kul günahını itiraf edip
Allah'a tövbe ederse, yüce Allah'da onun tövbesini kabul eder."
Resulullah sözlerini bitirince gözyaşlarım kurudu, bir
damla bile kalmadığını hissettim. Babama
"Benim yerime Resulullah'a cevap ver" dedim. Babam da
"Allah'a andolsun ki, Resulullah'a ne diyeceğimi
bilmiyorum" dedi. Bu sefer Annem'e söyledim, "Benim
yerime Resulullah'a ne diyeceğini bilmiyorum" dedi. Ben
o zaman henüz çok genç olduğum için Kur'an'dan çok ayet
ezbere bilmezdim. Şöyle dedim: Allah'a andolsun ki, insanların
konuştuğu şeyi sizin de duyduğunuzu biliyorum.
Bu, içinizde yer etmiş, size "Ben suçsuzum" desem,
bana inanmayacaksınız. Yok, eğer Allah'ın
işlemediğimi bildiği günahı
işlediğimi söylersem bana inanacaksınız.
Vallahi sizinle kendim için Yusuf'un babasından başka
örnek bulamıyorum. Şöyle demişti Yusuf'un
babası:
"Bana düşen yaman bir sabırdır.
Anlattıklarınız karşısında
Allah'ın yardımına sığınıyorum."
(Yusuf Suresi 18)
Sonra yüzümü döndüm ve yatağıma uzandım.
Allah'a andolsun ki, ben suçsuz olduğumu biliyordum ve yüce
Allah'ın suçsuzluğumu bildireceğinden emindim. Ama
ben, yüce Allah'ın hakkımda okunan bir vahiy
indireceğini sanmazdım. Durumumun, yüce Allah'ın
hakkımda okunacak bir vahiy indirmeyecek kadar önemsiz olduğunu
düşünüyordum. Fakat ben, Resulullah'ın Allah
tarafından suçsuzluğumu gösteren bir rüya göreceğini
umuyordum. Vallahi daha Hz. Peygamber yerinden
kalkmamıştı ve evde bulunanlar daha
dışarı çıkmamışlardı ki, yüce
Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- vahiy indirdi.
Vahiy gelirken ortaya çıkan belirtiler yine başgösterdi.
Sonra yüzü sevinçten parladı ve güldü. "Ey Aişe,
Allah'a hamdet. Kuşkusuz Allah seni temize çıkardı"
dedi. Annem de "Kalkıp Resulullah'ın yanına
git" dedi. Ben de "Allah'a andolsun ki kalkıp
gitmem. Ve Allah'tan başkasına da hamdetmem. Çünkü
benim suçsuzluğumu vahiyle bildiren O'dur" dedim. Yüce
Allah "O ağır
iftirayı atanlar, sizden bir gruptur" diye
başlayan on ayeti indirmişti. Yüce Allah benim
suçsuzluğumu ortaya koyan bu ayetleri indirince,
akrabalıktan ve fakir oluşundan dolay Mistah b. Esase'ye
malı yardımda bulunan babam Ebubekir -Allah ondan
razı olsun- "Allah'a andolsun ki, Aişe'ye -Allah
ondan razı olsun- attığı iftiradan sonra
Mistah'a hiçbir zaman malı yardımda
bulunmayacağım" dedi. Bunun üzerine yüce Allah
şu ayeti indirdi:
"Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler
yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda
yurtlarından göç edenlere yardım etmeyeceklerine yemin
etmesinler. Affetsinler, işlenen kusurları görmezden
gelsinler. Allah sizi affetsin, istemez misiniz? Allah affedicidir,
merhametlidir."
Bunun üzerine babam Ebubekir -Allah ondan razı olsun-
"Evet; vallahi ben, Allah'ın beni affetmesini isterim"
dedi. Mistah'a yaptığı yardımı tekrar
başlattı ve "Bu yardımı hiçbir zaman
kesmeyeceğim" dedi. Hz. Aişe -Allah ondan razı
olsun- devamla diyor ki, Resulullah -salât ve selâm üzerine
olsun- benim hakkımda ne düşündüğünü Zeynep
binti Cahş'a şu sözlerle sormuştu: "Ya Zeyneb
ne biliyorsun, ne gördün?" O da "Ya Resulullah -salât
ve selâm üzerine olsun- ben kulağımı ve gözümü
korurum. Vallahi onun hakkında iyilikten başka bir
şey bilmiyorum" demişti. Zeynep Hz. Peygamber'in
eşleri arasında benimle rekabet eden biriydi. Allah onu
günaha bulaşmaktan korumuştu. Kardeşi Himne
ise,onun adına mücadele ediyordu. O da ağır
iftirayı dillerine dolayanlar içinde helâk oldu. (İbn-i
şihab diyor ki:Bu gruba ilişkin haberler bundan
ibarettir. Buharî ve Zehri'den rivayet ettiler. Aynı
şekilde ibn-i ishak da ufak bir değişiklikle yine
Zehri den rivayet etmiştir.)
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- aile fertleri,
Ebubekir -Allah ondan razı olsun- ve aileleri, Safvan b.
Muattal ve diğer müslümanlar tam bir ay boyunca böylesine
boğucu bir havada, hakkında bu àyetlerin indiği bu
büyük iftira yüzünden korkunç acıların gölgesinde
yaşamışlardı.
İnsan, Hz. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-
hayatındaki bu acı dönemin korkunç tablosu ile en yakın
eşi Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- çektiği
derin ve iç yakıcı acıları
karşısında büyük üzüntüye kapılıyor,
hüzünleniyor. Üstelik iftiraya uğrayan Hz. Aişe henüz
onaltı yaşında genç bir kadındır.
Ayrıca bu yaştaki insanlar son derece ince bir
duyarlılığa, berrak ve şeffaf bir
duygusallığa sahip olurlar.
İşte bu iyi yürekli, bu tertemiz Aişe... Suçsuzluğuna,
vicdanının parlaklığına, düşüncesinin
temizliğine rağmen... Evet işte bu Aişe, en
üstün varlığı hususunda iftiraya uğruyor,
şerefine dil uzatılıyor. Üstelik Aişe,
Ebubekir Sıddık'ın kızıdır, temiz ve
ulu bir yuvada yetişmiştir. Emanetine dil
uzatılıyor, ama kendisi
Haşimoğullarının zirvesi Muhammed b.
Abdullah'ın eşidir. Esine olan
bağlılığı noktasında, sadakatı
noktasında, iftiraya uğruyor. Ve o ulu kalbin nazlı
ve yakın sevgilisidir İmanına dil
uzatılıyor. Halbuki o, gözünü bu hayata açtığı
andan itibaren islâmın kucağında
yetişmiştir. Üstelik Allah'ın Peygamberinin
eşidir.
İşte o iftiraya uğruyor. Halbuki suçsuzdur,
tertemizdir, hiçbir şeyden haberi yoktur. Hiçbir tedbire başvuramıyor,
hiçbir taraftan bir beklentisi de yok. Allah'tan başka suçsuzluğunu
ortaya koyacak hiç kimse bulamıyor. Hz. Peygamberin rüyasında,
kendisinin atılan iftiradan uzak ve suçsuz olduğunu görmesini
bekliyor. Ne var ki vahiy, yüce Allah'ın dilediği bir
hikmetten dolay tam bir ay gecikiyor. Ama Aişe -Allah ondan
razı olsun- bu dayanılmaz acılar içinde kıvranıyor.
Aman Allah'ım, hele haberi Ümmü Mistah'tan duyduğu
zamanki hali.. O hasta haliyle, ateşler içinde kıvranırken
annesine dayanılmaz bir ıstırapla "Subhanallah,
insanlar böyle mi konuşuyorlar?"derken ki durumu...Bir
diğer rivayete göre, annesine "babam bunu biliyor
mu?"diye sorar. Annesi "Evet" diye cevap verir.
sonra "Ya Resulullah da biliyor mu?"deyince, annesi yine
"Evet" diye cevap verince dünyası
yıkılır.
Ne dayanılmaz bir acı!İman ettiği
peygamberi, sevdiği kocası Resulullah gelmiş,
kendisine şöyle diyor: "Senin hakkında şöyle
şöyle sözler ulaştı bana. Suçsuz isen; kuşkusuz
yüce Allah seni temize çıkaracaktır. Ama eğer bir
günaha yeltenmişsen Allah'tan af dile, O'na tövbe et:
Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tövbe ederse,
yüce Allah da onun tövbesini kabul eder." Peygamberin
kendisinden kuşkulandığını, suçsuzluğundan
emin olamadığını, ama suçlamada da bulunmadığını
bilir. Çünkü Rabbi henüz kendisine haber vermemiştir.
Aişe'nin bildiği ve fakat
kanıtlayamadığı suçsuzluğunu ortaya
koyamamıştır.
Kendisini seven ve baş köşesine oturtan bu ulu kalp
tarafından suçlanmış bir durumda günlerini
geçiriyor.
İşte Ebubekir Sıddık -Allah ondan razı
olsun-vakarlılığı,
duyarlılığı ve iyi yürekliliği ile
birlikte acılar içinde kıvranıyor. Namusuna dil
uzatılıyor, kendisini seven ve kendisine güvenen arkadaşı,
inandığı ve sıkı sıkıya
bağlı bir kalple doğruladığı, ona
inanmak için bunun dışında bir kanıta ihtiyaç
duymadığı peygamberi Muhammed'in eşi olan
kızına büyük bir iftira atılıyor. İçinde
duyduğu bu dayanılmaz acı dilinden dökülüyor.
Aslında sabırlı, Allah'a bağlı ve
acılara karşı dayanıklı bir
kişidir:"Allah'a andolsun ki, biz cahiliye döneminde
bile böyle bir suçlamâya uğramadık. islâmda mı
bu suçlamayı kabulleneceğiz?" diyor. Bu sözler,
alabildiğine acı yüklüdür. Öyle ki, acılar içinde
kıvranan hasta kızı "benim yerime Resulullah'a
cevap ver" dediğinde, sessiz ve derin bir acıyla
şöyle demişti. "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a
-salât ve selâm üzerine olsun- ne diyeceğimi bilmiyorum."
Ümmü Ruman (Ebubekir Sıddık'ın eşi)
-Allah ondan razı olsun- büsbütün yıkılmış,
hasta ve ağlamaktan neredeyse ciğeri parçalanacak olan
kızının karşısında duygularınà
hakim oluyor ve "Yavrucuğum, aldırma, Allah'a
andolsun ki, kocası tarafından sevilen, durumu parlak
olan, bununla beraber çekemeyenleri olan çok az kadın
vardır ki, hakkında dedikodu çıkarılmasın"
diyor. Ama Aişe "Benim yerime Resulullah'a cevap ver"
dediğinde bu kararlılıktan eser kalmıyor, o da
kocası gibi "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a ne
diyeceğimi bilemiyorum" diyor.
Sonra iyi kalpli, Allah yolunda cihad eden tertemiz bir müslüman
olan Safvan b. Muattal, o da Peygamberinin karısına
hıyanet etmekle suçlanıyor. Bununla da müslümanlığına,
güvenirliliğine, şerefine ve itibarına
kısacası bir sahabinin değer verdiği her
şeye dil uzatılıyor. Üstelik kendisi tamamen
suçsuzdur. Böylesine zalim, böylesine haksız bir suçlama
ile karşı karşıyadır. Oysa böyle bir
şeyi düşünmek istemez. "Sübhanallah, asla bir
kadının omuzunu açmış değilim diyor.
Hasan b. Sabit'in bu ağır iftirayı
yaydığını biliyor. Bu yüzden kafasına
bir kılıç indirip neredeyse öldürecek şekilde
yaralamaktan kendini alamıyor. Bu durum yasak olduğu
halde, müslüman bir kişiye kılıç çekmesine
neden oluyor. Demek ki, duyduğu acı gücünü aşıyor.
Yaralı nefsini kontrol edemiyor.
Sonra Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın
peygamberi, Haşimoğullarının zirvesi... Evet
işte onun eşine dil uzatılıyor. Hem de
hangisine? Kalbinde bir kız, bir eş ve bir sevgili
olarak baş köşeye oturmuş Aişe'ye...
Yatağının temizliğine iftira
atılıyor. Oysa o temizdir ve temizlik her
davranışına yansımaktadır. İşte
onun çiğnenmesi yasak olan iffetine dil uzatılıyor.
Halbuki o, ümmetinin iffetini korumakla yükümlüdür. Ve O
Rabbinin kendisini koruması hususunda iftiraya uğruyor.
Halbuki o, her türlü kötülükten korunmuş bir
peygamberdir.
İşte, bu peygamberin her şeyine dil
uzatılıyor. Aişe'ye iftira
atıldığı zaman; yatağına namusuna,
kalbine ve peygamberliğine dil uzatılıyor. Bir
Arabın, bir peygamberin değer verdiği her şeye
dil uzatılıyor. İşte o, bütün bu hususlarda
iftiraya uğramışken, Medine'de tam bir ay insanlar
bu konuyu konuşuyor. Ama bütün bunlara dur diyemiyor. Yüce
Allah da gördüğü bir hikmetten dolay, hakkında hiçbir
açıklama indirmeden bu işin bir ay sürmesini diliyor.
Ama Hz. Muhammed bir insandır. Bu acı durum
karşısında her insanın duyduğu
ızdırabı o da duyuyor. Utanç duyuyor, kalbinin acılarla
kıvrandığını hissediyor. Bunun da
ötesinde elem verici bir yalnızlık çekiyor.
Yolunu aydınlatmasına alışık
olduğu Allah'ın nurundan uzak bulunmanın
verdiği yalnızlık duygusunun acısını
çekmektedir. Eşinin suçsuzluğunu gösteren birçok
belirtiye rağmen şüphe kalbini kemirmektedir. Ama o, bu
belirtilerle tatmin olmuyor. Medine'deki bu dedikodu furyası
da almış başını gidiyor. Küçük eşini
seven ama insan olmanın gerektirdiği duyguları bir
tarafa atamayan kalbi şüphelerden acı duyuyor. Fakat bu
şüpheleri kovamıyor. Çünkü o da nihayet bir insandır.
Yatağına dokunulmasına tahammül edemeyen bir kocadır.
Kalbine yerleşen en ufak bir şüpheyi son derece
önemseyen bir erkektir. Bu konuda bir insanın
kapılacağı duygulara o da kapılıyor, o da
her insan gibi tepki gösteriyor.
İşte, bu yük ağır geliyor kendisine,
yalnız başına çekemiyor. Bu yüzden sevgisi
kalbine yakın olan Usame b. Zeydi ve amcası oğlu,
destekçisi Ali b. Ebu Talib'i çağırıyor. Bu özel
işi için onların göçüşlerine başvuruyor.
Ali'ye gelince, o Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- soyundandır. Bu yüzden sorun karşısında
çok duyarlıdır. Ayrıca amcası oğlu ve güvencesi
olan Hz. Muhammed'in kalbini sıkan acı ve
sıkıntıdan da etkilenmektedir. Bu yüzden Allah
seni sıkıntıya sokmaz şeklinde görüş
bildiriyor. Ayrıca Hz. Peygamber'in -salât ve selâm
üzerine olsun-kalbinin huzura kavuşması ve
kararsızlık derdinden kurtulması için bir de
cariyeden sorması yönünde görüş belirtiyor. Hz.
Usame ise, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- eşine
duyduğu sevgiyi ve ayrılık düşüncesinin ne
kadar zor geleceğini bildiği için, bildiği
şekliyle mü'minlerin anasının temizliği ve
utanmaz iftiracılığını
yalancılığı doğrultusunda görüş
bildiriyor.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir insanın
hırsı ile, yine bir insanın
sıkıntısı ile Usame'nin sözlerinden ve
cariyenin şahitliğinden destek buluyor, güç alıyor.
Bu güçle mescitte insanların karşısına çıkıyor.
Namusuna dil uzatanları, eşine iftira atanları, hiç
kimsenin bir kötülüğünü görmediği üstün
nitelikli müslümanlardan birine iftira atanları
şikayet ediyor... Bunun üzerine, Peygamberin mescidinde,
Peygamberin huzurunda oldukları halde Evs ve Hazreç
kabileleri arasında küfürleşmeler, sataşmalar
başlıyor. Bu da o garip dönemde müslüman toplumu kuşatan
havanın niteliğini gösteriyor. Önderliğin
kutsallığı yara almıştır. Bu durum
Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- son derece
etkiliyor. İşini kolaylaştıran nur da bir türlü
yolunu aydınlatmıyor. Sonra kalkıp bizzat
Aişe'ye gidiyor, halkın konuştuklarını
ona açıyor, doğru ve rahatlatıcı cevabı
ondan istiyor.
Acılar bu şekilde zirveye ulaşınca, Rabbi
kendisine acıyor; tertemiz ve doğru sözlü Aişe'nin
suçsuzluğunu bildiren ayetleri indiriyor, Peygamberin temiz
ve üstün ailesini aklıyor. Bu ağır iftirayı
dillerine dolayan münafıkları ortaya çıkarıyor,
böylesine önemli bir meselede müslüman toplumun izleyeceği
doğru yolu gösteriyor.
Nitekim Aişe -Allah ondan razı olsun- indirilen bu
ayetler hakkında şöyle demişti: "Allah'a
andolsun ki, ben suçsuz olduğumu biliyordum ve yüce Allah'ın
suçsuzluğumu bildireceğinden emindim. Ama ben yüce
Allah'ın hakkımda okunan bir vahiy indireceğini
sanmazdım. Yüce Allah'ın hakkımda okunacak bir
vahiy indirmeyecek kadar durumumun önemsiz olduğunu düşünüyordum.
Fakat ben, Resulullah'a Allah tarafından suçsuzluğumu
kanıtlayan bir rüya gösterileceğini umuyordum."
Ne var ki, olayın akışından da
anlaşılacağı gibi bu mesele Hz. Aişe'nin
meselesi değildir, sırf onun şahsını
ilgilendiren bir olay değildir. Bu olay onu
aşmış, Hz. Peygamberin şahsını ve o
günkü toplum içindeki görevini ilgilendirmiştir. Daha
doğrusu Rabbine olan
bağlılığını ve peygamberliğini
ilgilendirmiştir. Bu büyük iftira olay, sadece Hz. Aişe'ye
yönelik bir iftira değildir. Peygamberinin ve kurucusunun
şahsında inanç sistemine yönelik bir iftiradır.
Bu yüzden yüce Allah bu asılsız sorunu çözümlemek,
planlı komployu başarısız kılmak,
İslâma ve İslâm'ın peygamberine karşı
başlatılan savaşa müdahale etmek, ayrıca bütün
bunların ötesinde yer alıp da yüce Allah'dan başkasının
bilmediği yüce hikmeti ortaya koymak için ve vahiy
gönderiyor, ayet indiriyor:
"O ağır iftirayı ortaya atanlar sizden bir
gruptur. Bu olay kendiniz için kötü bir şey
sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir. O grubun
içinde bulunan herkes payına düşen günahın
cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü
omuzlarında taşıyan o grubun
elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır."
Bu iftirayı ortaya atan bir kişi ya da birkaç kişi
değildir. Onlar aynı amaç için örgütlenmiş bir
"grup"tur. Bu büyük iftirayı ortaya atan sadece
Abdullah b. Ubey b. Selul değildir. O sadece işin
önemli kısmını üstlenmiştir. O yahudi veya münafık
grubun temsilcisidir. Bu grup İslâma karşı açıkça
savaşamadığı için İslâm perdesinin
arkasına saklanıp gizlice İslâma komplolar
düzenliyordu. Bu iftira olay ise, öldürücü komplolarından
sadece biridir. Sonra müslümanlar da oyunlarına geldiler.
Mihne binti Cahş, Hassan b. Sabit ve Mistah b. Esase gibi
bazı müslümanlarda bu iftira olayına
bulaştılar. Fakat planın aslı, kişisel
olarak çarpışma alanında gözükmeyen uyanık
komplocu ibni Selul'un başını çektiği gruba
aitti. Kendisini sorumlu kılacak ve
cezalandırılmasını gerektirecek şekilde açıktan
açığa konuşmuyordu. Bunu, güvendiği ve
aleyhinde şahitlik etmeyeceğini bildiği
kişilere gizlice söylüyordu. Bu plan, Medine'yi tam bir ay
boyunca sarsacak ve en temiz, en muttaki bir toplumda dillerde
günlerce dolaşacak kadar ustaca ve profesyonelce
hazırlanmıştı.
Ayetlerin akışı, olayın önemini ortaya
koymak, köklerinin derinliğini, bunun da ötesinde İslâm
ve müslümanlara bu denli ince düşünülmüş
sağlam ve aşağılık komplolar düzenleyen
komplocu grubu ortaya çıkarmak için bu gerçeği
vurgulamakla başlıyor.
Arkasından beklemeden, müslümanlârın bu komplonun
akıbetinden, emin olmalarını sağlayan bir
ifade yer alıyor:
"Bu olay kendiniz için kötü bir şey
sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir."
İyidir. Çünkü, Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- ve aile fertlerinin şahsında İslâma komplo
kuranları ortaya çıkarmıştır... Çünkü
zina suçlamasında bulunmayı yasaklamanın ve bu suçlamada
bulunanı Allah'ın belirlediği cezaya çarptırmanın
zorunlu olduğunu müslüman topluma göstermiştir...
Çünkü şayet suçsuz ve iffetli mü'min kadınlara
serbestçe zina suçlamasında bulunulacak olursa, toplumu
saracak olan tehlikenin, boyutlarını ortaya
koymuştur. Aksi taktirde bunlar bir noktada durmayacak en
şerefli makamlara ulaşacak, en üstün değerlere
uzanacaklardır. Artık toplumun korunacak bir
tarafı, sakınılacak bir yönü kalmaz. Toplum
utanma duygusunu yitirir.
Şu halde yüce Allah'ın -bu münasebetle- bunun gibi
önemli bir olay karşısında müslüman toplumun
izleyeceği doğru metodu göstermesi bir iyiliktir.
Hz. Peygamberin, aile fertlerinin ve bütün müslümanların
çektiği acılar ise, deneyimden geçmenin ücreti,
imtihanın vergisi ve görevi yerine getirmenin gereğidir.
Bu büyük iftiraya bulaşanlar ise olaydaki payları
oranında cezaya çarptırılacaklardır
"O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın
cezasını görecektir."
Herbiri, günahları oranında, Allah katında kötü
bir akıbetle karşılaşacaklardır. Ne kötü
bir kazançtır bu. Şu halde bu, hem dünyada, hem de
ahirette cezalandırılmalarını gerektiren bir günahtır:
"Suçun büyük bölümünü omuzlarında
taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük
bir azaba çarpılacaktır."
Bu büyük azap, onun bu büyük iftiradaki büyük payına
karşılıktır.
Suçun büyük kısmını üstlenen, bu girişime
öncülük eden, büyük çapta olayın
yaygınlaşmasını sağlayan, münafıklığın
başı, entrikanın bayraktarı Abdullah b. Ubey
b. Selul'dur. Eğer yüce Allah onun hareketlerini kontrol
etmeseydi, dinini korumasaydı, peygamberini
sakınmasaydı, müslüman toplumu gözetmeseydi Selul
öldürücü noktayı iyi seçmişti. Rivayete göre
Safvan b. Muattal mü'minlerin anasının içinde bulunduğu
hevdeçle önlerinden geçerken, önde gelen taraftarları
arasında bulunan İbni Selul, "Bu kadın
kim?" diye sormuş. Onlar da "Aişe'dir"
demişler. Bunun üzerine "Vallahi ne Aişe ondan
kurtulmuş, ne o Aişe'den kurtulmuştur.
Peygamberinizin karısı bir adamla sabaha kadar beraber
olmuş, şimdi de o adam onun devesini çekiyor" demiş.
Bu son derece iğrenç bir sözdür. Abdullah b. Selul bu
sözü münafık grubu aracılığı ile ve türlü
dolambaçlı yollarla yaymaya başladı.
Doğrulanmadığı ve tüm belirtiler böyle bir
şeyi yalanladığı halde Medine bu iğrenç
söylentiyle çalkalanmaya başladı. Hatta çekinmeyen
bazı müslümanlar bile bu olayı dillerine
doladılar. Tam bir ay bu konuyu konuştular. Oysa daha
duyulur duyulmaz itibar edilmemesi, reddedilmesi gereken
iğrenç bir yalandı bu.
İnsan dehşete kapılıyor -bugün bile- nasıl
olur da o günkü müslüman toplum havasında böyle bir
yalan ilgi görebiliyor, gündemde kalabiliyor? Toplumun
bünyesine nasıl bu kadar büyük bir etki yapabiliyor, tartışmasız
olarak yeryüzünün en temiz ve en büyük kişileri olan
insanlara büyük acılar çektirebiliyor?
Hiç kuşkusuz bu, Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- o günkü müslüman toplumun ve İslâmın
giriştiği bir savaştı. Bu savaş son
derece çetindi. Belki de Hz. Peygamberin zaferle çıktığı,
büyük acılarının üstesinden geldiği,
kişiliğinin vakarını, kalbinin yüceliğini
ve sabrının güzelliğini koruduğu en çetin
savaştı bu. Bu büyük iftiranın gündemde olduğu
süre içinde sabrının tükendiğini, dayanma gücünün
zayıfladığını gösteren tek bir söz işitilmemişti
kendisinden. Oysa bu sırada çektiği acılar belki
de hayatı boyunca karşılaştığı
acıların en büyüğüydü. Bu iftiranın
yayılması ile İslâmın karşı
karşıya kaldığı tehlike tüm tarihi
boyunca atlattığı en şiddetli tehlikeydi.
Şayet o gün her müslüman kalbine danışsaydı,
işin içinden çıkacak, olumlu bir sonuç alacaktı.
Fıtratının mantığına
başvursaydı takınılacak doğru tavrı
bulacaktı. İşte Kur'an, müslümanların
sorunları karşılarken, o konuda hüküm vermek
için ilk adım atılırken bu yönteme başvurmaları
direktifini veriyor.
"O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın
bütün mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan
besleyerek özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak 'Bu apaçık
bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi"
Evet uygun olanı buydu... Erkek-kadın bütün
mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan beslemeleri,
böyle bir bataklığa gireceklerine ihtimal vermemeleri
daha doğru bir tutumdu. Peygamberlerinin tertemiz
karısı ile kardeşleri mücahid sahabi de onlardandılar.
Şu halde onlar hakkında hüsnü-zan beslemeleri daha iyi
olacaktı.
Çünkü kendilerine yakışmayan bir tavır Hz.
Peygamberin karısına, hakkında iyilikten başka
bir şey bilinmeyen arkadaşına da
yakışmazdı. Nitekim Ebu Eyyüb halid b. Zeyd
el-Ensari ve karısı -Allah onlardan razı olsun- böyle
yapmışlardı. İmam Muhammed b.
İshak'ın rivayetine göre: Ebu Eyyub'un karısı
Ümmü Eyyüb "Ya Ebu Eyyüb., insanların Aişe
-Allah ondan razı olsun- hakkında neler söylediklerini
duydun mu?" der. Ebu Eyyub "Evet, duydum, ama yalandır.
Sen böyle bir şey yapar mıydın ey Ümmü
Eyyub?" der. Ümmü Eyyub "Hayr vallahi böyle bir
şey yapmazdım" der. Bunun üzerine Ebu Eyyub
"Oysa Allah'a andolsun ki Aişe senden
hayırlıdır" der. İmam Mahmud b. Ömer
ez-Zemahşeri "el-Keşşaf" adlı
tefsirinde Ebu Eyyub el-Ensarinin Ümmü Eyyub'a şöyle dediğini
nakleder: "Neler konuşuluyor görüyor musun?"
Ümmü Eyyub "Şayet sen Safvan'ın yerinde
olsaydın, Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine
olsun- ırzına, namusuna kötü gözle bakar mıydın?"diye
sorar. Ebu Eyyub "Hayır" der. Ümmü Eyyub:
"Ben de Aişe'nin, -Allah ondan razı olsun- yerinde
olsaydım Resulullah'a ihanet etmezdim. Oysa Aişe benden,
Safvan da senden hayırlıdır" der.
Bu iki rivayet,bazı müslümanların kendilerine
gelip, kalplerine çözüm için başvurduklarını,
Aişe'ye ve müslümanlardan birine tartışmaya bile
değmeyen ufak bir kuşkudan dolayı
yakıştırılan Allah'a isyan, peygamberine
ihanet ve fuhuş bataklığına yuvarlanma cürmünün
işlenmiş olmasına ihtimal vermediklerini göstermektedir.
Olaylar karşısında Kur'an'ın
uygulanmasını istediği yöntemin ilk adımı
budur. Subjektif ve vicdani delille ilgili bir adım. Bu yönteme
göre atılacak ikinci adım ise, objektif bir delil ve
pratikte değeri olan bir belge istemektir:
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi?
Madem ki, bu şahitleri gösteremediler o halde onlar, Allah
katında yalancıların ta kendileridirler."
Makamların en üstünü, ırzların en temizi
aleyhinde ortaya atılan bu furya bu kadar kolay, bu kadar
rahat geçmemeliydi. Ortada bir kanıt bir tesbit yokken bu
şekilde yayılmamalıydı. Bir gören, bir delil
olmaksızın dillerde dolaşmamalıydı,
ağızlarda gevelenmemeliydi?
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez
miydi?"
Bunu yapmadıklarına göre, yalancıdırlar
onlar. Katında hiçbir sözün çarpıtılmadığı,
hiçbir hükmün değişmediği, hiçbir kararın
bozulmadığı yüce Allah nezdinde yalancıdırlar.
Bu, onların hiçbir zaman aklanamayacakları,
cezasını çekmekte kurtulamayacakları
kalıcı, gerçek ve sürekli bir damgadır.
Bu iki adımdan... İşi kalbe havale etme,
çözüm için vicdana başvurma adımı ile belge ve
kanıtla ispat etme adımından... Evet o büyük
iftira olayında müslümanlar bu iki adımdan
habersizdiler. Hz. Peygamberin ırzını dillerine
dolayanları kendi hallerine bıraktılar. Oysa bu büyük
ve korkunç bir olaydı. şayet yüce Allah'ın onlara
yönelik lütfu olmasaydı bütün toplum büyük bir felakete
uğrayacaktı. İşte yüce Allah, bu acı
dersten sonra bir daha asla böyle bir şey yapmamaları
konusunda onları uyarıyor:
"Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın size yönelik
lütfu ve merhameti olmasaydı, yoğun dedikodu konusu
yaptığınız bu iftiradan dolay büyük
bir azaba çarpılırdınız."
Yüce Allah bu olayı yeni oluşmuş müslüman
toplum hesabına acı bir ders olarak saydı. Onlara lütfunu
ve merhametini göstererek çetin azabına çarptırmadı
çünkü bu büyük bir azabı gerektiren bir eylemdir. Hz.
Peygambere eşine, dostuna ve hakkında iyilikten
başka bir şey bilmediği arkadaşına
çektirdikleri azaba uygun bir azap. Müslüman toplum içinde
yaylan ve yaygınlaşan kötülüğe, toplum
hayatının dayanağı olan tüm kutsal değerlere
bulaşan kötülüğe uygun bir azap. Münafık grubun
bir ay boyunca mü'minlerin Rabblerine, peygamberlerine ve sıkıntıyla,
kararsızlıkla ve bir türlü tatmin olmayan bir
şaşkınlıkla kıvranan
şahıslarına olan güvenlerini sarsmak suretiyle
İslâm inanç sistemini temelinden sökmek için kurdukları
iğrenç komploya uygun bir azap. Ne var ki, yüce Allah'ın
lütfu acı bir dersten sonra yeni oluşmuş topluma
ulaşıyor, rahmeti bu hatayı işleyenleri
kuşatıyor...
Kur'an-ı Kerim dizginlerin koptuğu, ölçülerin
bozulduğu, değerlerin
karıştığı, temellerin ortadan
kaybolduğu bu dönemin bir tablosunu çiziyor:
"Hani bu iftirayı dilden dile yayıyordunuz.
Hakkında hiçbir bilgiye, sahip olmadığınız
bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda
geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü
önemsiz sanıyordunuz. Oysa O, Allah katında
ağır bir suçtu."
İçinde hafïfliğin
şımarıklığın,
sakınmazlığın, en önemli ve en tehlikeli
konuları laubalilikle özensizlikle ele alma unsurlarının
ön plana çıktığı bir tablodur bu.
"Hani bu iftirayı dilden dile
yaşıyordunuz."
Düşünmeden, ölçüp biçmeden, doğruluğunu
araştırmadan, dikkatle bakmadan bir dil diğerinden
alıyordu Sanki sözler kulaklara uğramıyordu,
kafalarına girmiyordu, kalplerde değerlendirilmiyordu. "Hakkında
hiçbir bilgiye sahip olmadığınız bu söylentiyi
rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz."
Ağzınızla söylüyordunuz, bilincinizle, aklınızla
ve kalbinizle değil. Zihinlerde yer etmeden, akıllar
tarafından algılanmadan ağızlarda gevelenen sözlerdir
bunlar. "Yaptığınız kötülüğü
önemsiz sayıyordunuz."
Resulullah'ın namusuna dil uzatmâyı onun eşinin
ve ailesinin kalbini acılarla kıvrandırmayı,
cahiliye döneminde bile namusuna dil uzatılmayan Ebubekir
Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- ailesini
lekelemeyi, mücahid bir sahabeyi suçlamayı, Hz. Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- masumluğuna, Rabbi ile olan
bağlılığına ve Rabbinin ona yönelik
gözetimine dokunmayı, bunları itham etmeyi "Önemsiz
sanıyordunuz"... "Oysa O Allah katında
ağır bir suçtur." Allah katında
ağır ve önemli olan şeylerse, dağları
yerinden oynatan yeri-göğü titreten ulu ve korkunç
şeylerdir.
Aslında kalpler duyar duymaz bu dedikodudan kaçmalıydılar,
bunu konuşmaktan bile kaçınmalıydılar, böyle
bir şeyin sözkonusu edilmesine karşı çıkmalıydılar,
peygamberini böyle bir duruma düşürmekten Allah'ı
tenzih etmeliydiler, bu iftirayı bu temiz ve ulu atmosferden
uzak bulundurmalıydılar.
"Onu işittiğiniz zaman 'Bu konuda konuşmak
bize yakışmaz. Haşa Allah'a! Bu ağır bir
iftiradır' demeniz gerekmez miydi?"
Bu mesaj kalplerin derinliklerine kadar nüfuz edince onları
iyice sarsıyor; yeltendikleri suçun büyüklüğünün,
yaptıkları işin iğrençliğinin
farkına varmalarını sağlıyor. Tam bu
sırada bir daha böylesine korkunç bir eyleme
yeltenmemelerine ilişkin bir uyarı yer alıyor.
"Allah size öğüt veriyor ki, eğer mü'min
iseniz, böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz."
"Size öğüt veriyor." Etkin bir terbiye
metoduyla... Hem de dinleyip itaat etmeye, önemsemeye son derece
uygun bir ortamda...Bunun yanında bir daha böyle bir
şeye yeltenilmemesine ilişkin ifade de uyarı
anlamını içermektedir. "Böyle
bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz diye Allah size öğüt
veriyor."
Bunun yanında imanlarını bu öğütten
yararlanmaya bağlamayı da gözardı etmiyor: "Eğer
mü'min iseniz."
Çünkü bu işin iğrençliği bu şekilde
kendilerine gösterilmişken ve bu tarzda
uyarılmışlarken mü'minlerin böyle bir suçu
yeniden işlemeleri buna rağmen mü'minlik sıfatını
korumaları mümkün değildir: "Allah, aynı
zamanda size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklıyor."
Ortaya atılan bu büyük iftira olayında açıkladığı,
bu olayın arka planındaki komployu ortaya çıkardığı
ve bu olay esnasında işlenen suç ve hataları gözler
önüne serdiği gibi: "Allah her şeyi bilir ve
her yaptığını yerinde yapar."
Nedenleri, niyetleri amaç ve hedefleri bilir. Kalplere giden
yolları, nefislerin dönemeçlerini bilir. Bunları
tedavi etmeyi, işlerini planlamayı, kendileri için
yararlı olan düzenleme ve sınırlandırmaları
hikmetle ve yerinde yapar.
İFTİRANIN KALINTILARI
Sonra ayetlerin akışı bu iftira olay ve geride
bıraktığı izleri üzerine bir değerlendirmeyle
sürüyor; böyle bir şeye bir daha yeltenilmemesi
uyarısını yineleyerek, Allah'ın lütfunu ve
rahmetini hatırlatarak hiçbir suçları bulunmayan
iffetli mü'min kadınlara zina suçlamasında
bulunanları tehdit ederek yoluna devam
ediyor. Bunun
yanında ruhları bu savaşın
bıraktığı izlerden arındırıyor,
onları dünyanın değişik
koşullarından uzaklaştırıyor, yeniden
eski saflığına ve parlaklığına
kavuşturuyor. Nitekim bu durum, o iftirayı dillerine
dolayanlarla birlikte hareket eden akrabası Mistah b.
Esase'ye karşı Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı
olsun- tutumunda somutlaşmaktadır.
"Mü'minler arasında
ahlaksızlığın ve edepsizliğin
yayılmasını isteyenleri gerek dünyada ve gerekse
ahirette acıklı bir azap beklemektedir. Allah bilir oysa
siz bilmezsiniz."
İffetli kadınlara zina suçlamasında bulunanlar
-özellikle Hz. Peygamberin saygın ailesine dil uzatmaya cüret
edenler- mü'min kitlenin iyiliğe, iffet ve temizliğe
olan bağlılığını sarsmak; fuhuş
yapmaktan sakınma duygusunu ortadan kaldırmak için çalışıyorlar.
Bunu da fuhşun toplumda yaygın olduğu
havasını meydana getirmek yoluyla önce nefislerde daha
sonra da pratikte fuhşu yaygınlaştırmak için
yapıyorlar.
Bu da eğitim sisteminin bir yönüdür, korunma amaçlı
uygulamalardan biridir. Hiç kuşkusuz bu, insan ruhundan her
yönüyle haberdar olmaya,duygu ve yönelişlerini ortaya çıkaracak
yolu bilmeye dayalı bir yöntemdir: Bu yüzden şu
değerlendirme yer alıyor: "Allah
bilir oysa siz bilmezsiniz."
İnsanı yaratandan başka onun ruhunun
özelliklerini kim bilebilir? İnsan denen
varlığın davranış ve özelliklerini kim
planlayabilir onu var edenden başka? Her şeyi bilen ve
her şeyden haberdar olan yüce Allah'tan başka kimdir görülen,
görülmeyen her şeyi bilen ve bilgisinden gizli hiçbir
şey bulunmayan?
Bir kez daha mü'minlere yüce Allah'ın kendilerine yönelik
lütfu ve rahmeti hatırlatılıyor.
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, eğer o son derece esirgeyen ve acıyan
olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?"
Çünkü olay büyüktür, işlenen suç, ağır
bir suçtur, bu olayın özünde taşıdığı
kötülük bütün müslüman topluma zarar verecek boyuttadır.
Ama Allah'ın lütfu ve rahmeti, onlara yönelik şefkati
ve gözetimi onları bu kötülükten korumuştur. Bu
yüzden yüce
Allah'ın bu lütfu ve merhameti tekrar tekrar hatırlatılıyor.
Böylece Allah (C.C), müslümanların hayatını
kapsayan bu önemli deneyimle onları eğitiyor..
Şayet yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfu ve
rahmeti olmasaydı, bu büyük kötülüğün bütün
topluma bulaşacağı somut olarak
anlatıldıktan sonra, bu davranışların
şeytanın adımlarını izleme olarak tasvir
edileceği belirtiliyor. Oysa, hem kendilerinin hem de
babalarının ezeli düşmanının
adımlarını izlememeleri gerekirdi. Bu arada
şeytanın kendilerini sürüklemek istediği benzeri
bir gizli kötülüğe karşı
uyarılıyorlar:
"Ey mü'minler,
sakın Şeytanın izinden gitmeyiniz. Kim
şeytanın izinden giderse bilsin ki, o edepsizliği,
ahlaksızlığı ve çirkin davranışları
emreder. Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, hiçbiriniz asla kötülüklerden arınamazdı.
Ama Allah dilediği kimseleri kötülüklerden arındırır.
Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."
Şeytanın önden gidip mü'minlerin de onun adımlarını
izlemesi gerçekten kınanacak bir tablodur. Kaldı ki;
insanlar arasında şeytandan kaçmaları, onun
uğursuz yolundan başka bir yol izlemeleri gerekenler
kendileridir. Bu tablo oldukça çirkindir, mü'minin tabiatı
böyle bir şeyi reddeder, kaçar, vicdanı böyle bir
durum karşısında sarsılır, hayali titrer.
Bu tablo ve mü'minin bu tablo ile karşı
karşıya kalırken ki durumu içlerinde uyanıklık,
sakınma ve duyarlılık unsurlarını
harekete geçirecek şekilde canlandırılıyor:
"Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o
edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin
davranışları emreder."
Bu büyük iftira olay da, şeytanın bu işe
bulaşan mü'minleri sürüklediği çirkin davranışların
bir örneğidir. Son derece tiksindirici ve iğrenç bir
örneğidir. Hiç kuşkusuz insan zayıf bir
yaratıktır. Çeşitli ihtirasların, iç
dürtülerin çekişmesine açıktır. Bu yüzden her
zaman, kirli işlere bulaşır. Ama Allah'ın lütfu
ve merhameti kendisine ulaşırsa bu durumdan kurtulur. Bu
ise, Allah'a yönelip onun belirlediği hareket sistemine
uyduğu zaman mümkündür.
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, hiç biriniz asla kötülüklerden arınamazdı.
Ama Allah dilediği kimseleri kötülükten arındırır."
Çünkü kalbi aydınlatan Allah'ın nuru onu temizler,
kötülüklerden arındırır. Eğer Allah'ın
lütfu ve rahmeti olmasaydı hiç kimse arınamaz, kötülüklerden
temizlenemezdi. Allah her şeyi işitir, her şeyi
bilir. Bu yüzden arınmayı hakedeni
arındırır, içinde iyilik ve hakka yatkınlık
olduğunu bildiği kimseyi kötülüklerden temizler. "Allah
her şeyi işitir, her şeyi bilir."
Kötülüklerden arınma ve temizlenmeden söz edilmesi
üzerine, işledikleri suç ve günahlardan dolay Allah'tan bağışlanma
diledikleri gibi bazı mü'minlerin diğer bazı mü'minleri
hoşgörülü davranmasına ve hatalarını
bağışlamasına ilişkin bir çağrı
yeralıyor!
"Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler
yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda
yurtlarından göçedenlere yardım etmeyeceklerine yemin
etmesinler, affetsinler, işlenen kusurları görmezden
gelsinler. Allah sizi affetsin, istemez misiniz? Allah
affedicidir, merhametlidir."
Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun-suçsuzluğunu
ifade eden ayetlerin inişinden sonra bu ayet, Hz. Ebubekir
-Allah ondan razı olsun- hakkında inmiştir. Hz.
Ebubekir, aynı zaman akrabası olan Mistah b. Esase'nin
bu iftirayı yayma işine bulaşanlardan olduğunu
öğrenmişti. Mistah muhacirlerin fakirleri arasında
yer alıyordu. Hz. Ebubekir de kendisine yardım ediyordu.
Bu olay üzerine bir daha Mistah'a yardımda
bulunmayacağına yemin etmişti.
Bu ayet, hem Ebubekir'e, hem de diğer mü'minlere
kendilerinin hata işlediklerini sonra da Allah'ın
kendilerini bağışlamasını
arzuladıklarını hatırlatıyor. Şu
halde, kendileri için arzuladıkları şeyi
aralarındaki ilişkilerde de uygulasınlar. Suç işlemiş
olsalar bile, kötülük yapsalar bile hakeden birine yönelik
iyiliği kesmeye yemin etmesinler.
Bu noktada, Allah'ın nuru ile arınmış
tertemiz ruhların ulaştığı yüksek
ufuklardan birine yükseliyoruz. Bu, Ebubekir Sıddık'ın
-Allah ondan razı olsun- ruhunda parlayan bir ufuktur.
İftira olayının kalbinin derinliklerine etki
ettiği
, Ebubekir... Ailesine ve namusuna yönelik suçlamanın
acısına katlanan Ebubekir... Evet bu Ebubekir, Rabbinin
bağışlamaya ilişkin çağrısını
duyar duymaz, vicdanı bu imalı soruyu algılar
algılamaz!..
"Allah sizi affetsin, istemez misiniz?" Hem
en acıların üstüne çıkıyor, insanın
duygularına ve toplumun mantığına baskın
çıkıyor. Ruhu şeffaflaşıyor,
Allah'ı çağrısını eksiksiz bir iç
huzuru ve onay ile olumlu karşılıyor: "Evet,
vallahi yüce Allah'ın beni
bağışlamasını isterim" diyor ve daha
önce Mistah'a yaptığı mali yardımı
tekrar başlatıyor. Daha önce "Bir daha ona asla
yardım etmeyeceğim" diye yaptığı
yemine karşılık "Vallahi bu yardımı
hiç kesmeyeceğim" diye yemin ediyor.
Böylece yüce Allah bu büyük kalbin acılarını
dindiriyor, savaşın geride bıraktığı
lekeleri çıkıyor, temizliyor, hep temiz arı, duru
ve Allah'ın nuru ile aydınlansın diye.
BAĞIŞLAMANIN NİTELİĞİ
Yüce Allah'ın mü'minlere hatırlattığı
bu bağışlama, iffetli kadınlara zina suçlamasında
bulunma ve edepsizliğin mü'minler arasında
yaygınlaşmasına neden olacak
davranışlarda bulunma suçundan pişmanlık
duyup tövbe edenler içindir. Ama İbni Ubeyye gibi
iğrenç bir tutumla ve ısrarla iffetli kadınlara
zina suçlamasında bulunanlara hoşgörülü davranılmaz,
bunlar bağışlanmazlar da. Şahitsizlik yüzünden
dünyada ceza yemekten yakalarını kurtarsalar bile,
ahirette onları Allah'ın azabı beklemektedir. O gün
azaba çarptırılmaları için şahide de gerek
yoktur.
"Namuslu, saf ve mü'min kadınları zina etmekle
suçlayan iftiracılar dünyada ve ahirette Allah'ın
lanetine uğrarlar. Onlar ağır bir azaba çarpılacaklardır."
"O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri
kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir."
"Ö gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak
verecek ve onlar Allah'ın apaçık, "gerçek"
olduğunu anlayacaklardır."
Ayetin ifade tarzı bunların suçlarını son
derece ağır ve iğrenç bir suç olarak
nitelendiriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan, iftiraya
karşı kendilerini koruyamayan iffetli mü'min kadınlara
iftira atmak şeklinde tasvir ediyor. Oysa bu kadınlar suçsuzluğun
verdiği güvenle tedbir alma gereğini duymuyorlar.
Çünkü onlar sakınmaya gerektirecek bir suç işlemiş
değiller. Bu suçta
iğrençlik ve kalleşlik somutlaşmaktadır. Bu yüzden
suçlular lanetle cezalandırılıyorlar.
Allah'ın laneti üzerlerinedir. Allah hem dünyada hem de
ahirette onları rahmetinden kovmuştur. Arkasından
bu çarpıcı sahne canlandırılıyor: "O
gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri kötülük
konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir." Bir
zamanlar suçsuz, iffetli ve mü'min kadınları zina
yapmakla suçladıkları gibi, o zamanında
birbirlerini hakka göre suçlayacaklar. Kur'an'ın tasvirli
ifade tarzındaki edebi ahenk yöntemi uyarınca bu iki
olgu etkin sahnede birbirlerine karşılık olmak için
yer alıyorlar.
"O gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak
verecektir." Onları adil bir cezaya çarptıracaktır.
O gün daha önce kuşkulandıkları şeyden emin
olacaklardır. "Onları Allah'ın apaçık
"gerçek" olduğunu anlayacaklardır."
Yüce Allah'ın fıtrata yüklediği ve
insanların pratik hayatında gerçekleştirdiği
iradesinin ne kadar adil olduğunun açıklanması ile
Hz. Aişe'ye yönelik büyük iftira olayını konu
alan bölüm sona eriyor. Yüce Allah'ın bu adil iradesine göre
kötü nefisle kaynaşır. Eşler arasındaki
ilişkiler bu temele dayanır. Eğer Hz. Aişe
-Allah ondan razı olsun- onların suçladıkları
tipten bir kadın olsaydı, yeryüzündeki en temiz nefsi,
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- payına düşmezdi
"Kötü kadınlar, kötü erkeklere ve kötü erkekler
kötü kadınlara yakıştıkları gibi, temiz
kadınlar temiz erkeklere ve temiz erkekler temiz
kadınlara yakışırlar. Temizler kötülerin
kendilerine yönelik dedi dokularından uzaktırlar.
Bunları, Allah'ın
bağışlayıcılığı ve onurlu
rızık beklemektedir."
Kuşkusuz Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Hz. Aişe'yi -Allah
ondan razı
olsun- büyük aşkla sevmişti. Şayet Hz. Aişe
bu büyük sevgiyi hakedecek temiz bir kadın olmasaydı,
yüce Allah onu kötülüklerden koruduğu peygamberine
sevdirmezdi.
Şu temiz erkeklerle temiz kadınlar,
fıtratları ve özellikleri bakımından "kötülerin
kendilerine yönelik dedikodularından uzaktırlar" söylenen
şeylerin onlara bulaşması mümkün değildir.
"Bunları, Allah'ın
bağışlayıcılığı ve onurlu
rızık beklemektedir." Yaptıkları
hatalardan sonra bağışlanma ve onurlu
rızıkla rızıklandırılmaları,
onların yüce Allah'ın katındaki onurlu
makamlarını göstermektedir.
Böylece Hz. Aişe'ye yönelik büyük iftiraya ilişkin
konu sona eriyor. Bu olay, müslüman toplumun, sıkıntıların
en büyüğünü, imtihanların en etkileyicisini
çekmelerine neden olmuştu. Bu, peygamberin
yuvasının temizliğine, yüce Allah'ın onu
koruyacağına, evinde temiz ve onurlu unsurlardan
başkasını barındırmayacağına güvenme
konusunda yaşanan bir imtihandı. Yüce Allah bunu
müslüman toplumun eğitimi için kullanmıştı.
Böylece toplum şeffaflaşmış, incelmiş ve
nur suresinde somutlaşan nurdan ufuklara yükselmişti.
İSLAMIN EGİTİM METODU
Daha önce de söylediğimiz gibi İslâm, tertemiz
toplumunu kurarken sırf cezai yaptırımlara
dayanmaz. Her şeyden önce korunma ilkesine dayanır.
İslâm fıtri içgüdülere karşı savaş açmaz.
Tersine, onları düzene koyar, onlar için suni, tahrik edici
etkenlerden uzak, temiz bir ortam garantiler.
Bu açıdan İslâmın eğitim sistemine egemen
olan fikir, sapma imkânlarını en aza indirme, fitneye sürükleyen
nedenleri bertaraf etme, insanı tahrik eden, baştan çıkaran
sebeplerin önüne geçme, bunun yanında yasal ve temiz
yollarla doğal tatminin önündeki engelleri de ortadan kaldırmadır.
Buradan hareketle islâm, evlere çiğnenmesi doğru
olmayan bir dokunulmazlık getirmiştir. Böylece
insanlar, izin vermedikçe, girmelerine müsaade edilmedikçe
yabancı kimselerin aniden evlerine girme durumu ile
karşı karşıya kalmazlar. Yabancı gözlerin,
kendilerinden habersiz evlerin gizliliklerini ve evde bulunan
kimselerin ayıp yerlerini görmeleri korkusunu yaşamazlar.
Bunun yanında erkek ve kadınların gözlerini
haramdan sakınmalarını, şehevi duyguları
tahrik etmemek için süslerini göstermemelerini öngörür.
Yine buradan hareketle İslâm, yoksul erkek ve kadınların
evlenmelerini kolaylaştırır. Çünkü evlenmek
suretiyle oluşan korunma, yetinmenin gerçek garantisidir.
Aynı şekilde İslâm, zinanın kolay ve rahatça
işlenmesinin önüne geçmek için kölelerin fuhşa yöneltilmelerini
yasaklar. Çünkü bu kötü eylemin kolay ve rahatça işlenmesi
yüzünden fuhuş yaygınlaşır.
Şu halde İslâmın koyduğu koruyucu
garantilere ayrıntılı olarak bir gözatalım.
|
|
O |
|
O |
|