88- Niye münafıklar hakkında iki gruba
ayrılıyorsunuz? Oysa Allah, onları iki yüzlü
tutumlarından dolayı aşağılığa
mahkum etmiştir. Allah'ın
saptırdığını, siz doğru yola mı
iletmek istiyorsunuz? Allah'ın
saptırdığına sen çıkış yolu
bulamazsın.
89-
Onlar kendileri gibi sizin de
kâfir olmanızı arzu ederler. Bu yüzden Allah yolunda
hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer
yüz çevirirlerse onları yakalayınız,
bulduğunuz yerde öldürünüz, hiç birini dost veya
müttefik. edinmeyiniz. "
Bu münafıklar hakkında çeşitli rivayetler
yapılmıştır ancak en önemlileri iki tanesidir:
İmam Ahmet şöyle der: Bize Behz anlattı, O'na
da Şu'be, Adiy b. Sabit'in şöyle dediğini
anlatmıştır: Bana Abdullah b. Yezit, Zeyd bin
Sabit'ten anlattı: Resulullah Uhud'a çıktığında
onunla çıkan bazı insanlar geri döndüler. Resulullah'ın
arkadaşları bunlar hakkında ikiye
ayrıldılar. Bir grup "Şunları öldürelim"
diğer grup "Hayır onlar mümindir" diyorlardı.
Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Niye münafıklar
hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz.."
Resulullah (salât ve salâm üzerine olsun); "Demirci
körüğü demirin kirini nasıl gideriyorsa o da
pislikleri giderir, buyurdu." Buhari, Müslim Şu'be'den
rivayet ettiler.)
Avfi ibni Abbas'tan şöyle rivayet eder: Bu ayet,
müslüman olduklarını söyleyen ancak müşriklere
yardımcı olan bir kavim hakkında indi. Mekke'den
bazı ihtiyaçlarını temin etmek için dışarı
çıkmışlardı. "Şayet Muhammed'in
arkadaşlarıyla karşılaşırsak
onlardan bize bir zarar gelmez" diyorlardı. Müminler
bunların Mekke'den çıktıklarını haber
alınca, bir grup "Korkakları öldürmek için
atlara binin; çünkü onlar, düşmanlarınıza
yardım ediyorlar." Diğer bir grup da "Subhanallah!
-veya bunun gibi bir şey söylediler- Hicret edip yurtlarını
terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi
öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını
helal mı sayacağız?" diyordu. Bu şekilde
iki gruba ayrılmışlardı. Bu arada Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) yanlarındaydı; Ancak iki
gruptan herhangi birine müdahalede bulunmuyordu. Bunun üzerine
"Niye münafıklar hakkında iki gruba
ayrılıyorsunuz?" ayeti indi. (İbn-i Ebu Hatem
rivayet etmiştir. Ancak Ebu Seleme b. Abdurrahman İkrime,
Mücahit-Dahhak ve diğerlerinden de benzeri rivayetlerde
yapılmıştır.)
İsnad zinciri ve tarihi bakımından birinci
rivayet daha güvenilir olmakla beraber tarihsel olguya dayanarak
ikinci rivayetin içeriğini tercilı ediyoruz. Çünkü
Medine münafıklarıyla savaşmaya ilişkin
herhangi bir em,ir söz konusu olmamıştır. Hz.
Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne onlarla savaşmış
ne de onlardan öldürmüştür. Aksine onlarla ilişkide
değişik bir yöntem uygulanmıştır.
Bu yöntem; görmezlikten gelme, toplumun kendiliğinden
onları dışlaması ve onları aldatan ve
umutlandıran yahudilerin önce Medine'den sonra da bütün
Arap yarımadasından çıkarılmasıyla
çevrelerindeki dayanakların kesilmesiydi. Ancak burada
onların esir edilmesine ve görüldükleri yerde
öldürülmelerine ilişkin kesin bir emir görmekteyiz. Bu da
gösteriyor ki bunlar, Medine'deki münafıklardan ayrı
bir gruptur. Bazıları, onların esir edilmelerine ve
öldürülmelerine ilişkin emir, yüce Allah'ın
"... Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan
hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları
yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz" emriyle
kayıtlanmıştır, derler. Bu âyet-i kerimede
içinde bulundukları bir durumdan vazgeçmeleri için bir
tehdit yer almaktadır. Oysa Medine'deki münafıklar geri
dönmüş olmalarına rağmen Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) onlar hakkında bu emri
uygulamamıştır. Ancak
"hicret
edene kadar..." kelimesi, bu
grubun Medine'li olmadığını aksine Medine'ye
hicret etmeleri istendiğini kesinlikle göstermektedir. Kuşkusuz
bu, Mekke fethinden önceydi. Bilindiği gibi -Mekke fethinden
önce hicret; küfür diyarından (ülkesinden) İslam
diyarına (ülkesine) göç etmek, müslüman kitleye katılmak
ve onun hayat düzenine boyun eğmek olarak
algılanıyordu. Bunun aksi bir davranış
kafirlik ya da münafıklık olarak
tanımlanıyordu. Nitekim surenin akışında
yer alan gelecek derste hiçbir mazeret yokken (oralı olsalar
bile yani esas vatanları olsa dahi) kendilerine göre "Daru'l-küfür"
ve "Daru'l-Harp" olan Mekke'de kalan zayıf müslümanların
konumuna yönelik şiddetli kınamaların yer
aldığını göreceğiz. Bütün bunlar
i!<inci rivayetin tercihini desteklemektedirler. Buna göre bu
münafıklar Mekke'de -ya da çevresinde- yer alan bir gruptu.
Ağızlarıyla İslâm olduklarını söylüyorlardı.
Ancak davranışlarıyla da müslümanların düşmanlarına
yardımda bulunuyorlardı.
Ayetlerde, münafıklar konusunda iki gruba bölünen
mü'minlerin bu davranışlarının ve bu
tutumlarının hoşnutsuzluk ve
şaşkınlıkla
karşılandığını görmekteyiz. Ayrıca
durumu bütün gerçekliğiyle düşünmeleri konusundaki
direktif ve münafıklarla ilişkilerinde şiddetli ve
kesin bir ifade de yer almaktadır.
Bütün bunlar o zamanlar -ve benzeri her durumda- müslüman
safta cıvıklık tehlikesinin olduğunu göstermektedir.
Evet, "nifak ve münafıklara bakışta" bir
cıvıklık vardı, çünkü bu dinin hakikatını
algılamada da cıvıklık söz konusuydu.
Müslümanlardan bir grubun "Subhanallah! -veya bunun gibi
bir şey- Hicret edip yurtlarını terk etmediler diye
sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi öldürecek misiniz?
Kanlarını ve mallarını helal mı
sayacağız?" demeleri ve durumun bütün
belirtilerine ve münafıkların "Şayet
Muhammed'in arkadaşlarıyla
karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez"
sözlerine rağmen olayı "Müslümanların söylediklerini
söylemek" olarak algılamaları, öte yandan
müminlerden diğer bir grubun olaya başka açıdan
bakması "Düşmanlarınıza yardım
ediyorlar" diyerek bu şekilde düşünmeleri
imanın hakikatı konusunda büyük kavram kargaşalığının
göstergesidir. Oysa böylesi koşullarda tam bir açıklık
ve kesin bir netlik gerekmektedir. Çünkü açıkça
müslümanların düşmanı olanlara yardım etmek
gibi pratik bir davranışın yanında dille söylenen
bir söz, münafıklıktan başka bir şey
değildir. Burada hoşgörüye ve görmezlikten gelmeye
yer yoktur. Çünkü bu, bizzat düşüncede cıvıklığın
olduğunu göstermektedir. İşte Kur'an ayetinin
hayret ve nefretle karşıladığı ve iyice açıklamaya
özen gösterdiği tehlike budur.
Medine'deki münafıkları görmezlikten gelme
konusunda böyle bir durum söz konusu olmamıştı.
Çünkü düşünce açıktı; onlar münafıktır.
Ancak onlarla ilişkilerde özel bir strateji belirlenmişti.
Dış görünüşlerine göre değerlendirmek ve
bir süre görmezlikten gelmek. Bu ise; Müslümanlardan bir
grubun münafıklarla savaşmasından farklı bir
şeydir. Çünkü onlar, müslümanların söylediği
sözlerin aynısını söylemelerine ve dilleriyle
"Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın
Resûlüdür" şehadetinde bulunmalarına rağmen
müslümanların düşmanlarına yardım
ediyorlardı.
Ayetin başında yer alan şiddetli (hoş
karşılamama) nedeni, bir grup müslümanın
anlayışındaki bu cıvıklık ve münafıklar
konusunda müslüman safta baş gösteren bir ayrılıktır.
Ardından şu münafıkların
konumlarının gerçeğine yönelik ilahî açıklama
yer almaktadır.
"Oysa Allah, onları iki yüzlü tutumlarından
dolayı aşağılığa mahkum
etmiştir."
Kötü niyetlerinden ve kötü davranışlarından
dolayı yüce Allah, onların içinde bulundukları
durumlarını bu şekilde belirlemişken münafıklar
konusunda niye iki gruba ayrıldınız? Bu,
onların durumlarını açık bir şekilde
ortaya koyan yüce Allah'ın şahitliğidir. Onlar içlerinde
gizledikleri ve işledikleri kötülükler yüzünden kaçınılmaz
olarak bu kötü duruma düştüler. Ardından başka
bir kınama yer almaktadır.
"...Allah'ın saptırdığını,
siz
doğru
yola mı iletmek istiyorsunuz"
Bu söz, münafıklara hidayete ermeleri için fırsat
verilmesini îma ettiren ve düşmanlığı bir
kenara bırakan hoşgörülü grubun sözleri hakkında
olabilir. Böylece yüce Allah, kötü davranışları
ve çirkin tutumlarıyla bu durumu hakkeden bir kavim
hakkındaki bu düşünceyi reddetmiş oluyor:
"Allah'ın saptırdığına sen çıkış
yolu bulamazsın."
Kuşkusuz Allah sapıkları saptırır.
Yani bizzat sapıklığa yöneldikleri, bu uğurda
çaba sarf ettikleri ve bunu amaçladıkları sürece sapıklık
içinde kalmalarını sağlar. Bu durumda ondan
uzaklaştıkları, başka bir yol tuttukları,
yardım ve hidayeti bir kenara bıraktıkları ve
yolun işaretlerini inkâr ettikleri için hidayet yolu
yüzlerine kapanmıştır.
Ayetin akışı münafıkların konumunu
daha bir belirginleştirme konusunda bir başka adım
atıyor. Buna göre onlar; kendi sapıklıklarıyla
kalmıyorlar, çaba ve niyetleriyle yüce Allah'ın
kendilerini sapıklıkta bırakmasını
hakketmekle kalmayıp bir de müminleri saptırmayı
arzuluyorlar.
"Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı
arzu ederler."
Müslümanların söylediklerini söylemelerine ve
müslümanların düşmanlarına yardımda
bulunmak gibi bir davranışın
yalanladığı şehadet cümlesini tekrarlamalarına
rağmen onlar kâfirdirler. Üstelik onlar bu noktada durmak
istemezler. Çünkü kafir, yeryüzünde imanın ve müminin
varlığından hoşlanmaz. Müslümanları küfre
döndürmek, herkesi aynı duruma getirmek için hareket lazımdır,
çalışma lazımdır. Çaba sarf edip tuzaklar
kurmak zorunludur.
İşte bu, adı geçen münafıkların
konumlarının hakikatına ilişkin ilk açıklamadır.
Bu açıklama, iman düşüncesinden cıvıklığı
giderip onu birbiriyle uyuşan söz ve hareketin meydana
getirdiği apaçık bir temele dayandırmaktadır.
Yoksa, çevresinde yalan ve münafıklığa
tanıklık eden bunca kanıt varken dille söylenen
kelimelerin hiçbir değeri yoktur.
KÜFÜR EHLİ
Kur'an-ı Kerim; "... Onlar kendileri gibi sizin de
kâfir olmanızı isterler" buyurmaktadır. Müminlerin
duygularına güçlü olduğu kadar ürpertici bir
üslupla temas etmektedir.
Küfürden sonra imanın lezzetini yeni yeni
tatmışlardı. Cahiliyedeki duygular, konumları
ve toplumsal hayatlarıyla İslâm'daki durumları
arasındaki değişimi ruhlarında görüyorlardı.
Duyguları ve pratik hayatlarındaki bu açık ve
bariz fark; kendilerini bu iğrenç ve İslâm'ın bir
bir çekip çıkardığı cahiliye
bataklığına döndürmek isteyenlere karşı
düşmanlık beslemeleri için yeterliydi. Çünkü
İslâm onları bu bataklıktan kurtarmış, yüksek
zirvelere doğru yükseltmiştir.
Bu yüzden Kur'an metodu bu gerçeğe dayanmaktadır. Münafıklardan
kaynaklanan kendilerine yönelik bu iğrenç ve korkunç
tehlike karşısında müminlerin, uyanık
olmaları ve dirençli olmaları gereken bir anda bu gerçekle
yüzyüze getirmektedir:
" . Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece
onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz
çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz
yerde öldürünüz, hiçbirini dost ve müttefik
edinmeyiniz."
Ayetin müslümanların onlardan dostlar edinmelerini
yasaklamasından
anlıyoruz
ki, Medine'deki müslümanların ruhlarında ailesel ve
kabilesel ilişki ve bağlar sürmektedir. -Bu ilişkilerde
ekonomik çıkarlar da göz önünde bulundurulmuş
olabilir- İşte, Kur'an'ın eğitim metodu bu
kalıntıları gidermekte, müslüman ümmet için ilişkilerini
dayandıracağı yeni kurallar belirlediği gibi düşüncesinin
temel kurallarını da yerleştirmektedir.
Kur'an onların, ümmet oluşunu aşiret ve kabile,
kan ve yakınlık ilişkilerine
dayanmadığını bildiriyor. Yani bölgede ve aynı
şehirde yaşamanın doğurduğu bağlara
yahut ticaret ya da ticaret akışı ekonomik çıkarların
belirlediği ilgilere dayanamayacağını, aksine
ümmetin akideye ve ondan kaynaklanan toplumsal düzene dayanacağını
öğretiyordu.
Bu yüzden İslâm ülkesinde (dar-ul İslâm)
müslümanlarla kendileri dışındaki küfür
ülkesinde (dar-ul harp) kalanlar arasında dostluk söz
konusu olamaz. O gün için dar-ul harp, ilk muhacirlerin yurdu
Mekke'ydi. Dolayısıyla dilleriyle İslâm kelimesini
söyleyenler hicret edip müslüman topluma -yani İslâm
ümmetine- katılmadıkları sürece onlarla dostluk
yoktur. Hicretlerinin Allah uğruna ve Allah yolunda
olabilmesi için inançları uğrunda hicret etmelidirler,
başka bir gaye için değil. Bu şekilde net ve bu
derece kesin... Başka bir kuşkunun, ya da çıkarın
veya hedefin karışmasına imkan bırakmayacak
kadar açık..
Şayet bunu yayarlarsa, ailesini, yurtlarını ve
çıkarlarını dar-ul harp'te -savaş ülkesi- bırakıp,
İslâm akidesinden kaynaklanan ve İslâm
şeriatına dayanan İslam düzeniyle yaşamak için
İslâm ülkesine -dar-ul İslam- hicret ederlerse, evet
bunu yapacak olurlarsa İslâm toplumunun bir üyesi ve
İslâm ümmetinin bir yurttaşı olurlar. Bunu
yapmayıp hicret etmekten kaçınırlarsa, bundan
sonra, davranışların yalanladığı sözlerin
hiçbir değeri yoktur.
"Eğer yüz çevirirlerse onları
yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz,
hiçbirini dost ve
müttefik
edinmeyiniz."
Kuşkusuz İslâm, kendisine, muhalif inançlara mensup
kişilere son derece hoşgörülü davranır ve hiçbir
zaman onları kendi akidesini kabul etmeye zorlamaz. Onlar
-İslâm düzeni ve devleti himayesinde yaşarken bile-
İslâm'a muhalif inançlarını yaşama
hakkına sahiptirler, müslümanları kendi
taraflarına çekmeye çalışmadıkları ve
İslâm'a hakaret etmedikleri sürece... Kur'an-ı
Kerim'de, ehl-i kitaptan kaynaklanan bu tür hakaretlerin hoşnutsuzlukla
karşılandığına ilişkin hükümler
yer almaktadır. Bununla beraber, günümüzde bazı
cıvık görüşlerin ileri sürdüğü gibi
İslâm, kendi himayesinde yaşayan, kendisine itiraz eden
gerçeklerini örten ve hakkı batılla
karıştıran kişileri kendisine inanmaya
zorlamadığı kuşkusuzdur.
İslâm onları inancını kabullenmeye
zorlamaz, bununla beraber hayatlarını,
mallarını ve kanlarını korumayı üzerine
alır. Onlarla müslümanlar arasında bir
ayırım gözetmeksizin İslâm yurdunun nimetlerinden
yararlandırır. Genel düzenle ilgili sorunların
dışında kendi şeriatlarını
uygulamalarına müsaade eder.
İslâm, inanç konusunda kendisine muhalif oldukları
gün gibi aşikâr olanlara karşı bu derece hoş
görülüdür. Ancak dilleriyle İslâm kelimesini söyleyen
fakat davranışlarıyla bunu yalanlayanlara
karşı aynı hoşgörüyü göstermez. Allah'ı
birlediklerini, ondan başka ilah olmadığına
tanıklık ettiklerini söyleyenler sonra da hakimiyet ve
insanlar için kanun koymak gibi ilahlığın en
belirgin özelliğini iddia edenlere ve bu
iddialarını tanıyanlara hoşgörülü
davranmaz. İslam ehl-i kitabı müşrik olarak
tanımlamaktadır. Çünkü "Onlar hahamlarını,
papazlarını ve Meryem oğlu İsa'yı
Allah'tan başka Rabbler edindiler." Onlar haham ve
papazlarına taptıkları için değil,
onların koyduğu helal ve haramlara uyuyorlardı.
İslâm, münafıklardan, bir grubun mü'min olarak
nitelendirilmesine de hoşgörülü davranmaz. Çünkü onlar
"Allah'tan başka ilah olmadığına,
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Allah'ın Resulü
olduğuna tanıklık etmiş sonra da küfür
ülkesinde kalıp müslümanların düşmanlarına
yardımcı olmuşlardır.
Çünkü buradaki hoşgörü, hoşgörüden çok cıvıklıktır.
Evet İslâm, hoşgörü akidesidir; Ancak, cıvık
bir inanç değildir. O, ciddi bir düşünce ve ciddi bir
düzendir. Ciddiyetse, hoşgörüye değil
cıvıklığa karşıdır. İlk müslüman
kitleye yönelik Kur'an metodunun bu uyarı ve
dokunuşlarında bir açıklık ve bir mesaj
vardır.
Sonra müslümanların, düşmanlarına yardım
eden münafıklardan bu gruba ilişkin bu hükümden -esir
alma ve öldürme hükmü- müslüman kitle ile aralarında
-ateşkes veya zimmet gibi- bir sözleşme bulunan bir
kampa sığınanlar istisna edilmektedir. Böyle bir
durumda sığındıkları veya
bağlandıkları topluma göre muamele görürler.