77- Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun,
namazı kılın ve zekatı verin' direktifi
verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi
üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan
korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir
grubu "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın
olmaz mıydı? dediler. Onlara de ki; Dünya zevki kısa
sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır.
Orada kıl payı bile haksızlığa
uğramazsınız.
78- Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş
kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur. Eğer
onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `bu
Allah'tandır' derler, ama başlarına bir kötülük
gelirse `bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki; Hepsi
Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü
anlamaya yanaşmıyorlar?
79- Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır.
Başına gelen her kötülük de kendindendir. Biz seni
insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit olarak
Allah yeter.
80- Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.
Kim ona sırt çevirirse bilsin ki biz seni onların
başına korucu olarak göndermiş değiliz.
Şu dört ayetlik grupta sözü edilen kişiler, bu
dersin başında: "Sizden bu görevi ağırdan
alanlar var" diye sözü edilen kişilerdir. Buna göre
bütün konu bu davranışların ve bu sözlerin kaynağını
oluşturan münafıklardan bu grubun etrafında
odaklaşmaktadır.
Bu görüşü tercih edebiliriz. Çünkü, bu ayetler
grubunda münafıklık belirtileri açıkça
görülmektedir. Müslüman safta yer alan münafık
gruplardan bu tür söz ve davranışların çıkmış
olması da hem tabiatlarına hem de geçmişlerine
uygun düşmektedir. Nitekim Kur'an' n akışı,
ayetler demeti arasında sağlam bir kaynaşma meydana
getirmektedir.
Ancak, "... Daha önce,
`Savaştan
uzak durun, namazı kılın ve
zekatı verin' direktifi
verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi
üzerlerine farz kılınınca..." diye
tanımlanan kişilerden söz eden ayetlerden birincisi
-Münafıkların sıfatlarını belirtir
konunun yakınlığı ve akış
benzerliği açıkça görülse de- bütün ayetlerin
münafıklardan söz ettiğine itibar emekte tereddüt
etmemize neden oldu. Bunların -münafıkların
dışında zayıf imanlı- muhacirlerden bir
grup hakkında nazil olduğu görüşünü kabul etme
eğilimindeyiz. Çünkü zayıflık münafıklığın
yakın belirtisidir. Bununla beraber, bu dört grubun dışındaki
ayetler demeti, gerek bizzat müslüman safta üslenen münafık
gruplardan birini ve gerek genel anlamda tüm münafıkları
nitelendirsin, onlardan kaynaklanan söz ve davranışları
ortaya koymaktadır.
Bu noktada, birinci ayetler grubunun üzerinde durmamızın
ve bunların zayıf imanlı veya henüz imani düşünceleri
olgunlaşmamış ve inancın işaretleri
kalplerinde ve akıllarında iyice açığa
kavuşmamış kişileri vasf ettiğini kabul
etmemizin nedenine gelince...
Bunun nedeni, Mekke'deyken kendilerine savaş izni
verilmeyip "...Savaştan uzak durun, namazı
kılın, zekatı verin..." dendiği dönemde
müşriklerin eziyetlerini savmak için yiğitlik gösterip
heyecana kapılanların muhacirlerden bir grup
olmasıdır.
Bir an için Akabe biatında -şayet emrederse- münafıklarla
savaşmak istediklerini Resulullah'a bildiren ve "biz
savaşmakla emr olunduk" karşılığını
alan yetmiş iki kişinin bu durumunu göz önünde
bulundursak bile, Akabe biatına katılmış
Ensar'dan. bu gurubu ne geri kalan ayetlerde sözü edilen münafıklar,
ne de ilk ayetler grubunun tanımladığı
zayıf imanlılarla bir tutmamızı gerektirmez.
Çünkü bu örnek insanlarda hiçbir zaman bir münafıklık
veya zayıflık belirtisi görülmemiştir. Allah tümünden
razı olsun.
Bu durumda en yakın ihtimal, bu ayetler grubunun
-Medine'de kendilerini güvencede hissedip eziyetlerden kurtulan-
savaş sorumluluğu karşısında
ruhlarında zayıflık baş gösteren muhacirler
hakkında olması geri kalan sıfatlar ise onlardan
çok münafıklarla ilgili olmasıdır. Çünkü -beşeri
zaaflarını kabul etsek bile- bu Muhacirlerden herhangi
birinin iyilikten başka Resulullah'a kötülük isnat ettiğini
veya huzurunda itaat ettiğini söyleyip geceleyin
söylediklerinin dışında şeyler
planladığını söylemek ağır
gelmektedir bize.
Bununla beraber, güvenlik veya korkuya ilişkin haberleri
yaymak gibi bir sıfatlarının olmasını da
uzak görmüyoruz. Bu ise düzenli bir eğitim
olmayışını gösterir, münafıklığı
değil.
Doğrusu... -Bütün bu ayetler karşısında-
kesin bir şey söylemeyecek bir konumdayız. Hatta,
muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu söylendiği
gibi münafıklardan bir grup hakkında da indiği söylenen
ilk ayetler grubuna ilişkin de kesin bir şey söylemediğimiz
gibi.
Bu yüzden, muhacirleri, cihad karşısında
oyalanmak ve geçen ayetlerde sözü edilen müminlerin başına
gelen iyilik ve kötülükten kaçınmak gibi özelliklerden,
iyiliği değil de kötülüğü Resulullah'a isnad
etmek ve sadece iyiliği Allah'a havale etmek gibi bir
tutumdan ve Resulullah'ın emrine uymayıp geceleyin
komplolar düzenlemek gibi davranışlardan uzak görmek
suretiyle ihtiyatlı davranıyoruz. Ayetlerin
akışını bu şekilde bölmek, Kur'an'ın
üslûbunu takip eden ve -uzun bir beraberlikten dolayı-
Kur'an'ın ifade tarzını kavrayanlara zor gelse
de... Yardım Allah'tandır.
CİHAD KAÇKINLARI
"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun,
namazı kılın ve zekatı verin' direktifi
verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi
üzerlerine farz kılınınca, onların Allah'tan
korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan, bir
grubu `Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın
olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: Dünya zevki kısa
sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır.
Orada kıl payı haksızlığa
uğramazsınız."
"Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş
kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur..."
Yüce Allah, bu insanların durumunu hayret ettirici bir
şekilde ifade ediyor. Mekke de müşriklerden
işkence, zulüm ve fitne gören bu insanlar, Allah'ın
dilediği bir hikmetten dolayı savaş izni
verilmemişken yiğitlik gösterip savaş konusunda
acele ediyorlardı. Allah'ın takdir ettiği uygun
zamanda uygun şartlar oluşup -Allah yolunda- savaş
emri verildiğinde ise bunlardan bir grubu şiddetli bir
panik ve korku alıyor. Öyle ki savaşmakla emr
olundukları insanlardan -oysa onlar da insandırlar- zâtı
gibi hiç kimsenin azab edemediğini, O'nun gibi hiç kimsenin
bağ vuramadığı Kahhar ve Cebbar olan Allah'tan
korkar gibi "ya da bundan bile daha fazla
korkuyorlar". Üzüntü, korku ve panik içinde
"Ey
rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın?" diyorlar. Bir
müminin böyle bir soru sorması çok gariptir. Bu onun
bu dinin yükümlülükleri ve görevleri hakkındaki düşüncesinin
açıklığa kavuşmadığını gösterip,
bu isteklerinin ardından bitkin ve düşkün bir güvence
istiyorlar. "Bize biraz daha mühlet tanısaydın
olmaz mıydı?" Bu ağır ve korkunç
yükümlülükle karşılaşmadan önce bir süre daha
bekletseydin?. '
İnsanlar arasında aşırı yiğitlik
gösterenler, çabucak heyecanlanıp ortaya atılanlar,
iş ciddiyete binip olay karşısına
geldiğinde ise en çabuk paniğe kapılan ve korkup
hezimete uğrayanlardır. Hatta bu bir kuraldır da.
Çünkü heyecan, öne atılma ve aşırı
yiğitlik çoğu zaman sorumluluğun hakikatini
değerlendirmemekten kaynaklanır; cesaret,
dayanıklılık ve dirençten değil. Dayanma gücünün
azlığından kaynaklanır.
Sıkıntı, işkence ve yenilgiye
dayanamamaktan... Bu dayanıksızlık, yükümlülüklerini
değerlendirmeksizin onları hareket, savunma ve galibiyet
arzusuna yöneltir. Bu yükümlülüklerin; değerlendirdiklerinden
daha ağır, düşündüklerinden daha zor olduğunu
görünce de paniğe kapılan, kaçıp
dağılan ilk grubu oluştururlar bunlar. Bu arada,
kendilerini tutanlar, zaman zaman uğradıkları
sıkıntı ve işkencelere dayananlar işin
gerektirdiği hazırlığı yapıp
hareketin doğurduğu yükümlülüklerin hakikatini ve
ruhların bu yükümlülükleri yerine getirme gücünü
bilenler dayanırken, sabrederken, işin gerektirdiği
hazırlığı yapıp acele etmezken; hemen
öne atılanlar ve heyecanlanıp yiğitlik gösterenler
onları zayıf sanırlar. Acele etmemeleri ve
işleri ölçüp biçmeleri hoşlarına gitmez. Tabii
ki hangi grubun daha dayanıklı olduğu ve hangisinin
uzak görüşlü olduğu savaş alanında açığa
kavuşur.
Genel kanıya göre ayetlerin kastettiği grup;
Mekke'de dayanılmaz işkencelerin yaktığı
ve bu işkenceleri onurlarına yediremeyen zümredir. Bu
yüzden gayrete gelip Resulullah'tan kendilerini savunmak ve
onurlarını korumak için savaş izni vermesini
istemişler. Ancak Resulullah bu konuda; yavaş
yavaş, bekleyerek, eğitim, hazırlık ve uygun
zamanı gözetmek şeklinde Rabbinin emrine uyuyordu. Daha
sonra bu grup Medine'de kendilerini güvencede hissedip artık
işkence ve horlanma ile karşılaşmayıp
olaylardan şahıslarına bir zarar dokunmaz olunca
savaşın gereğine inanmaz veya en azından
savaşın zorunluluğuna bir neden görmez oldular.
" .
Şimdi üzerlerine
savaş farz kılınınca, onların Allah'tan
korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir
grubu "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın, bize biraz mühlet tanısaydın olmaz
mıydı? dediler."
Bu grup bizzat mü'minler de olabilir. üzüntü ve yakarışla
Allah'a yönelmeleri bunun kanıtıdır. Kuşkusuz
bunu da hesaba katmamız gerekir. Çünkü henüz olgunlaşmamış
bir düşünceye sahip biri, bu dinin yeryüzündeki görevini
algılayamaz ve cihadın kişilerin, ulusların ve
ülkelerin korunmasından daha önemli olduğunu bilemez.
Bu dinin fonksiyonlarının arasında; Allah'ın
insanlar için seçtiği hayat metodunu yeryüzüne yerleştirmek
vardır. O'nun adil düzenini dünyanın dört bir yanında
kurmak ve Allah'ın davasının
karşısında hudutların kapanmasını
engellemek veya yeryüzünün herhangi bir yerinde fertlerle
dâvâ arasında engel olmaya çalışanları
bertaraf etmek gerekir. Yine kendi isteğiyle dinini seçenin
bundan dolayı -ne şekilde olursa olsun
rızkını temin edip yaşamını sürdürmesini
sağlamak için yeryüzünde otorite sahibi etkin bir güç
oluşturmak da gerekir. İşte bütün bunlar kişilerin
işkenceye uğratılıp
uğratılmamasından çok daha önemli şeylerdir.
O halde -hatta hiçbir tehditle karşılaşmadan
varlıklarını sürdürdüklerini farz etsek bile-
Medine'deki güvenli ortam müslümanların oradaki görevlerinin
bitmesine ve cihattan el çekmelerine neden olamazdı.
Henüz olgunlaşmamış iman, kişinin kendini
işin dışında görmesine neden olabilir. Sadece
Allah'ın emrine kulak vermek, onun illet (neden) ve maul
(bağ), sebep ve müsebbib (var eden) -sorumlusu hikmetini
bilsin veya henüz algılamamış olsun- onun son söz
olduğunu kabul etmek ve belirtileri henüz açığa
kavuşmamış bir düşünce mümine bu dinin
yeryüzündeki fonksiyonunu ve -mümin olarak- kendi görevini ve
kendisinin yüce Allah'ın bu hayatta dilediği şeyi
onunla uyguladığı kaderinden bir parça olduğunu
öğretebilir. Bu yüzden Kur'anî akışın
tasvir ettiği böyle bir tutum kendisinden kaynaklanınca
bu şekilde hayret ve bu denli nefretle
karşılanması zorunludur.
Ancak yüce Allah -Mekke'de- zalimleri yenmek, düşmanı
püskürtmek ve güç kullanarak işkenceleri bertaraf etmek için
müslümanlara niçin izin vermemişti. Birçokları bunu
yapabilirdi. Zayıf veya ezilmiş kişiler
değillerdi. O zaman azınlıkta olmalarına
rağmen kendilerine yönelik saldırılara
karşı koymaktan aciz değillerdi.
Bazı müslümanların çekilmez işkence ve azaba
uğratılmasına, bu işkencelerin kiminin gücünü
aşmasına, kimisini dininden bile döndürmesine ve
kimisinin de uzun süren işkencelere dayanamayıp
baskılar altında can vermesine rağmen;
savaştan uzak durmanın, namaz kılıp zekât
vermenin ve sabredip dayanmanın hikmetine gelince...
Bunun hikmetini kesin bir şekilde belirleyecek
değiliz. Böyle bir durumda Allah'ın bize açıklamadığı
bir hikmeti uydurmuş oluruz. Allah'ın emirlerine
birtakım sebep ve illetler farz etmiş oluruz. Bunlar gerçek
sebep ve illetler olmayabilir de olabilir de. Ancak bunların
ötesinde yüce Allah'ın, içinde bizim için hayır ve
iyilik olduğunu bildiği, fakat bize açıklamadığı
başka sebep ve illetler de olabilir. Müminin herhangi bir
yükümlülük veya yüce Allah'ın açık, kesin ve kat'î
bir sebebini bildirmediği Allah'ın şeriatından
herhangi bir hüküm karşısındaki tavrı budur.
Bu hükmün veya yükümlülüğün yerine getiriliş
hikmetine ilişkin aklının
algıladığı ve güzel gördüğü tüm düşünceleri
birer ihtimal olarak değerlendirmek gerekir. Bir kişinin
Allah'ın koyduğu hükümlere ilişkin bilgisi,
aklı ve düşüncesi ne kadar güvenilir olursa olsun,
gördüğü şey için "hikmeti budur", nass
olarak Allah'ın dilediği hikmet bundan ibarettir,
"Bunun ötesinde ve bundan başka birşey söz konusu
değildir" diye kestirip atması doğru
değildir. Bu titizlik, Allah'a karşı
takınılması gereken edebin gereğidir. Bu bir
şeyin tabiatı ve hakikatını ilişkin
Allah'ın ilmi ile insanların bilgisi arasındaki
farklılığın zorunlu bir sonucudur.
İşte biz, cihadın Mekke'de farz edilmeyip
Medine'de farz edilmesinin hikmetini bu zorunlu edep tavrı
çerçevesinde ele alıyoruz. Görebildiğimiz hikmet ve
sebepleri zikrediyoruz. Ancak bunların sırf birer
ihtimal olduğunu biliyoruz. Bunun ötesini Allah'a bırakıyoruz.
Ondan başka kimsenin bilmediği ve açık bïr nassla
belirleyip haber vermediği sebep ve illetleri, emrinin
zorunlu bir sebebi olarak görmüyoruz.
Bunlar, bir çalışmanın sonucu ortaya konan
sebeplerdir. Yanlış ta olabilir doğru da.
Bunları azaltmak mümkün olduğu gibi çoğaltmak da
mümkündür. Ancak zamanın akışıyla birlikte
meydana gelen olayların bize gösterdiği sonuçlara
uygun olarak Allah'ın hükümlerini düşünmekten başka
bir şey yapamayız.
MEKKE'DE CİHADA NİÇİN İZİN
VERİLMEDİ?
1- Bunun nedeni, Mekke döneminin, belli bir ortamda, belli bir
ulusu, belle koşullarda eğitip hazırlama dönemi
olabilir. Böyle bir ortamda yapılacak eğitim ve
hazırlığın hedeflerinden biri; Arap
insanını, kendi şahsına veya kendisine
sığınan birine karşı işlenen
haksızlıklar gibi geleneksel olarak
dayanamayacakları şeylerde sabırlı
olmalarını sağlamaktır. Ancak bu şekilde
benliklerinden kurtulup nefislerinden arınabilirlerdi.
Şahıslarına veya kendilerine
sığınanları hayata bakışlarına
bir eksen edinmeyecek, hayattaki hareketlerinde bunların bir
etkisi olmayacaktı. Aynı şekilde sinirlerini
kontrol etmeleri için de eğitiliyorlardı. Böylece
-tabiatlarında olduğu gibi- ilk etken
karşısında parlamayacak,
heyecanlandırıcı bir şey görür görmez
heyecana kapılmayacaklardı. Bu şekilde
karakterlerinde ve davranışlarında denge
sağlamış olacaktı. Bir de düzenli bir toplum
hayatına uymaları için eğitiliyorlardı.
Hayatlarına ilişkin herhangi bir konuda müracaat
ettikleri bir önderleri vardı artık. Her ne kadar
alışkanlıklarına ve geleneklerine
aykırı da olsa. Bu önderin emrinin dışında
bir tutum takınamayacaklardı. Bu nokta, düzensiz kabile
hayatından farklı, ileri uygar ve yönlendirici
önderlik makamına boyun eğen "İslâm
Toplumu"nu inşa ederek Arap insanının
hazırlanmasının temel taşını
oluşturmaktadır.
2- Bir başka nedeni, Kureyş gibi gurur ve onuruna düşkün
ortamlarda barışçı davetin daha etkili ve daha
kolay olması da olabilir. Böyle bir dönemde, savaşla
birlikte davayı sunmak onları daha çok inatlaşmaya
ve Dahıs, Gabra ve Besus gibi uzun yıllar süren ve
birçok kabilenin yok olmasına neden olan savaşları
gibi meşhur Arap ayaklanmalarına benzer yeni kanlı
ayaklanmalara neden olabilirdi.
Artık İslâm, zihinlerinde ve hatıralarında
bu yeni ihtilallerle birlikte anılır olacaktı. Bu yüzden
hiçbir zaman hidayete yanaşmayacaklardı. İslâm
bir dava olmaktan çıkıp bir isyana, bir intikam
hareketine dönüşecekti. Daha işin başında, düşüncesi
bir daha hatırlanmamak üzere unutulup gidecekti.
3- Bir başka nedeni, her evde bir çarpışma ve
bir savaş alanı oluşturmaktan kaçınmak da
olabilir. Çünkü orada müminleri cezalandıran,
işkenceye uğratan genel ve düzenli bir otorite söz
konusu değildi. Her kişinin velisi bu işi üstlenmişti.
Onları cezalandıran, işkence eden ve "terbiye
eden" (!) bu efendilerdi. Böyle bir ortamda savaş
iznini vermek her evde bir çarpışma ve savaş
alanı meydana getirmek olacaktı... Sonra da
"İşte İslam budur" diyeceklerdi. İslâm
"Savaştan uzak durun" emrini verdiği halde
bile bunu söylemişlerdi. Nitekim, Kureyş
propagandacıları kalabalık arasında, hac veya
ticaret için gelen çevre Arapları arasında
"Muhammed, kavmini ve aşiretini böldüğü yetmezmiş
gibi baba ile oğlun arasını açıyor"
diyorlardı. Ya bir de her evde ve her mahallede
oğulların babalarını, kölelerin efendilerini
öldürmelerini emretmiş olsaydı durun ne olacaktı?
4- Bir başka neden de, Yüce Allah'ın ilk müslümanları
dinlerinden dolayı işkenceye uğratan, onları
cezalandıran ve onlara eziyet edenlerden birçoğunun
İslâm'ın samimi birer askeri hatta komutanı
olacağını bilmesi de olabilir. Nitekim Ömer b.
Hattab bunlardan biri değil miydi?
5- Başka bir nedeni de, Arapların kabile
ortamında; işkencelere direnen ve çekinmeyen mazlumlara
yardim etmeyi övünç vesilesi kabul etmeleri olabilir.
Özellikle bu eziyet aralarındaki şerefli kişilere
karşı olursa... Bu husustaki görüşü destekleyen
birçok olay meydana gelmiştir: Nitekim İbni Duğne
-eşraftan bir insan olan- Ebu Bekir'in (Allah ondan razı
olsun) Mekke'den çıkıp hicret etmesine gönlü razı
olmamış, bunu Araplar için bir utanç kabul etmişti.
Ebu Bekir'e komşusu olmasını ve himayesini önermişti.
Bu örneklerden bir başkası da, uzun süre aç kaldıktan
ve zorlu sıkıntılar çektikten sonra Haşim
oğullarından Ebu Talip mahallesine karşı
başlatılan boykot kararının
kaldırılmasıdır. Oysa köklü uygarlıklara
sahip başka toplumlarda; eziyetlere karşı sessiz
kalmak; alaya alınmak, maskara olmak ve toplum
tarafından hor görülmek bunları gerçekleştiren
işkenceci, zalimin saygınlık kazanmasına neden
olurdu.
6- Bir başka neden ise, o zaman müslümanların
sayısının az olması ve Mekke'de
kuşatılmış durumda olmaları da olabilir.
İslâm çağrısı henüz yarımadanın
geri kalan bölgelerine ulaşmamıştı, sadece
bazı dağınık bilgiler
yayılmıştı etrafa. Diğer kabileler,
Kureyş'le bazı mensupları arasında baş gösterecek
çarpışmada tarafsız kalmayı yeğliyordu.
Böylece sonuca göre tavır takınmayı düşünüyorlardı.
Böyle bir durumda meydana gelen bir savaş -kendisiyle
savaşanlardan kat kat fazlasını öldürmüş
olsalar bile- azınlık durumdaki müslüman kitlenin
toptan öldürülmesiyle sonuçlanırdı. Şirk yine
devam edecek ve müslümanlar yok olacaktı. Yeryüzünde
İslâm düzeni kurulmayacak ve pratik varlığı
söz konusu olmayacaktı. Oysa İslam; bir hayat metodu,
pratik ve gerçek bir hayat düzeni olmak için gelmiş bir
dindir.
7- Ayrıca o sıralarda bütün bu endişeleri bir
yana bırakıp savaş emrini ve eziyetleri savaş
iznini vermeyi gerektirecek zorlayıcı ve kaçınılmaz
bir zorunluluk da söz konusu değildi. Çünkü bu davada -o
zaman- esas olan unsur "Davetin varlığıydı".
Evet davet Resulullah'ın şahsında
varlığını sürdürüyordu. O'nun
şahsı da Haşim oğullarının
kılıçlarının gölgesindeydi. Ona uzanmaya
yeltenen her el kesilme tehdidiyle karşı
karşıya kalırdı. Yürürlükte olan kabile
düzeni, Hz. Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) el
uzatmak isteyen kabilelerin Haşim oğullarıyla
savaşmalarını gerektirirdi. Böylece davetçinin
şahsiyeti yeterince korunuyordu. Dolayısıyla davetçi,
kabileci düzenin gereği olarak, davetini Haşim
oğullarının kılıçlarının gölgesinin
altında sürdürüyordu. Davasını saklama veya
gizleme gereğini duymuyordu. Kâbe'deki Kureyş
toplantılarında, Safâ tepesinde ve genel toplantılarda
davetini yürütmesine engel olmaya kimse cesaret edemezdi. Ağzını
kapatmaya, kaçırmaya, hapsetmeye veya öldürmeye kalkışamazdı.
Kimse dininin bazı gerçeklerini söylememesi veya bazısından
vazgeçmesi konusunda zorlayıcı bir söz sarf edemezdi.
Nitekim, Tanrılarına dil uzatmaktan vazgeçmesini
istemelerine rağmen vazgeçmemiş, babalarının,
atalarının dinlerini kınamaktan ve onların
cehennemde olduklarını söylemekten vazgeçmesini
istemelerine rağmen susmamıştır. Bazı
geleneklerine uyması, kendilerinin de İslâm'ın
bazı ibadetlerine uymaları şeklindeki
karşılıklı täviz yani karşılıklı
hoşgörülü olmayı önermelerine rağmen Resûlullah
böyle bir yumuşamaya yanaşmamıştır.
Kısacası İslâm çağrısı,
Haşimoğullarının kılıçlarıyla
korunan Resulullah'ın şahsında eksiksiz olarak
varlığını sürdürüyordu. Dilediği
yerde, dilediği şekilde Rabbinin çağrısını
tam manasıyla duyurabiliyordu.
Bu yüzden savaşmakta acele etmeyi gerektirecek
zorlayıcı unsur söz konusu değildi. Davaya destek
olan ve yayılmasına yardımcı olan böyle bir
ortamda bu imkânları görmezlikten gelmenin gereği de
yoktu.
Bu değerlendirmelerin tümü -zannettiğimiz
kadarıyla- eğitime hazırlıklarının
tamamlanması, bu ortamda takip edilen stratejinin tüm
imkanlarından yararlanılması ve müslümanların,
uygun zamanda gelecek önderlik makamının emrinin
beklentisi içinde olmaları, şahıslarını
sorunun dışında tutmaları, kendilerine bir pay
çıkarmamaları, tamamen Allah için ve O'nun yolunda
hareket etmeleri için müslümanlara savaştan kaçınmalarını
namaz kılıp zekat vermelerini emreden yüce Allah'ın
takdir buyurduğu hikmetlerin bazısını olu
tururlar. Nitekim "İslâm çağrısı"
varlığını sürdürüyordu. Ayaktaydı,
fonksiyonunu yerine getiriyordu. Hem de korunup himaye edilerek...
Uygulanan bu taktiğin gerisindeki hikmet ne olursa olsun,
savaş izni verildiği anda, daha önce yiğitlik gösteren
birtakım kimselerin eteklerinin tutuşacağı da
bir gerçektir: '
" .
Şimdi üzerlerine
savaş farz kılınınca, onların; Allah'tan
korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan bir
grubu `Ey rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın bize biraz daha mühlet tanısaydın
olmaz mıydı?' dediler."
Müslüman safta böyle bir grubun yer alması,
kargaşanın meydana gelmesine neden oluyordu. Aynı
şekilde paniğe kapılan ve telaşlanan bir
grupla, kalpleri sağlam ve mutmain -bütün zorluklarına
rağmen- cihadın yükümlülüklerini vakar, güven,
kararlılık ve yiğitlikle karşılayan,
ancak uygun zamanda hareket etmesini bilen müminler arasında
uyumsuzluğun oluşmasına neden oluyordu.
kuşkusuz, bir şeyi yerine getirmek, yiğitlik göstermek
gerektiği zamanda söz konusu oluyorsa gerçek yiğitliktir.
emir verilmeden önce yiğitlik göstermek heyecan ve gereksiz
gürültüden başka birşey değildir. Tehlike
anında kaybolup gider.
İşte Kur'an, bu durumu ilahi metoduyla tedavi
etmektedir:
KISA SÜRELİ DÜNYA ZEVKİ
" .
Onlara de ki; Dünya
zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha
hayırlıdır. Orada kıl payı kadar bile
haksızlığa uğramazsınız."
"Nereden olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş
kaleler içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur.'!
Bu adamlar ölümden korkuyorlar ve yaşamak istiyorlar. Bu
yüzden zillet dolu bir üzüntüyle yüce Allah'ın biraz
daha süre tanımasını ve yaşamaktan bir parça
daha yararlanmalarını müsaade etmesini arzuluyorlar.
Kur'an bu duyguları kaynağından tedavi ediyor.
Ölüm ve ecel hakikatını ilişkin düşünce
bulanıklığını gideriyor. Okuyalım:
"...
De ki; Dünya zevki kısa
sürelidir."
Bütün dünya zevkleri... Dünyanın tümü... Öyleyse
günlerin, haftaların, ayların veya yılların
ne önemi var? Bütün uzunluğuna rağmen dünya hayatındaki
zevk az bir şey olduktan sonra. Günler, haftalar, aylar ve
seneler boyu sürecek zevki kim gerçekleştirebilir ki? Bütün
zevkleri ve bütün uzunluğuyla dünya az bir şeydir.
"...
Ahiret ise
sakınanlar için daha hayırlıdır."
Bir kere dünya yolun sonu ve yolculuğun bitimi
değildir. Ötesinde ahiret vardır. Oradaki zevk gerçek
zevktir. -Hem oradaki zevk daha uzun sürelidir Öyleyse daha
iyidir. "Sakınanlar için daha hayırlıdır."
Takva, sakınma ve korkunun hatırlatılması
geliyor ardından. Takva Allah için olmalıdır.
Çünkü sadece O, sakınılmaya layıktır. Ondan
korkulur, insanlardan değil. O insanlar ki az önce,
"Allah'tan
korkar gibi hatta ondan bile daha fazla" onlardan
korkarlar denmişti. Kuşkusuz Allah'tan korkan,
insanlardan korkmaz. Allah korkusuyla kalbini donatan kişi,
kimseden korkmaz. Zaten Allah dilemedikçe ona ne yapabilirler ki?
"...
Orada kıl payı
kadar bile haksızlığa
uğramazsınız."
Öyleyse, dünya zevkinden bir pay kaçırdılarsa, bu
onların aldatıldıklarını,
haksızlığa uğradıklarını ve zulüm
gördüklerini göstermez. Çünkü ahiret vardır. Gerçek
mükafat vardır. Dünya ve ahiretin bu son hesabında
alınacak mükâfatta, zulüm ve haksızlık söz
konusu olamaz.
Ancak -bütün bunlara rağmen- bazı insanlar, ahirete
inandığı ve oradan hayırlı mükafat
beklentisi içinde olduğu halde yeryüzündeki hayatlarının
birkaç gün daha uzamasına can atarlar. Özellikle şu
grupta olduğu gibi bu durum imanın
olgunlaşması aşamasında söz konusu olursa...
Burada diğer bir hüküm yer almaktadır. Bu;
ölüm-hayat, ecel-kader ve bunların bu derece paniğe
kapıldıkları bu denli insanlardan korktukları
savaşla olan ilişkilerin gerçek mahiyetleri konusundaki
düşünceleri doğrultmaktadır.
"Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş
kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi
bulur."
Ölüm, takdir edilmiş zamanında kesinlikle meydana
gelir. Ölümün savaş ve barışta kişinin
sığındığı yerin sağlam
oluşu veya az sağlam oluşu ile bir ilgisi yoktur. O
halde savaş izninin geciktirilmesi ölümü geciktiremez. Aynı
şekilde cihatta insanlarla karşı karşıya
gelmek de belirlenen süresinden öne alamaz ölümü.
Bu ayrı bir şey, öbürü ayrı bir şeydir.
Aralarında hiçbir ilgi söz konusu değildir. Burada
ölüm ve ecel, Allah'ın takdir ettiği süre ve bu
s,ürenin dolması arasında bir ilgi vardır,
başka herhangi bir ilgi mevcut değildir. O halde
savaşın gecikmesini istemenin, savaşta veya
savaş dışında insanlardan korkmanın bir
anlamı yoktur.
Bu ikinci ifade ile Kur'an'ın eğitim metodu, bu
konuda zihinlerde baş gösteren tüm kuşkuları,
karmaşık düşüncenin doğurduğu tüm
korku ve dehşeti tedavi etmektedir.
Ancak bu, insanın hazırlıklı olmaması
ihtiyatlı davranmaması, gücü yettiğince
hazırlık yapmaması, tedbir almaması ve
sakınmaması anlamına gelmemelidir. Daha önce yüce
Allah'ın hazırlıklı olmayı
emrettiğini görmüştük. Başka yerlerde müslümanlardan
korku namazı ve benzeri hususlarda ihtiyatlı
davranmalarını emretmektedir. Başka surelerde
yığınak ve hazırlık yapmalarını
buyurmaktadır. Ancak bütün bunları yapmak ayrı,
ölüm ve eceli bunlara bağlamak apayrı bir şeydir.
Kuşkusuz hazırlıklı olmak,
yığınak yapmak uyulması gereken emirlerdir.
Gizli ve açık hikmetleri vardır. Ötesinde Allah'ın
bir planı söz konusudur. -Bütün hazırlık ve
ihtiyata rağmen- ölüm ve belirlenen süresi arasındaki
ilgiye ilişkin doğru düşünce de uyulması
gereken diğer bir emirdir. Bunun da gizli ve açık
hikmetleri vardır. Bunun da ötesinde Allah'ın bir
planı vardır kuşkusuz.
Ölçü ve denge... Her tarafıyla yakınlık...Ve
her tarafta uyum...
İşte İslam budur. İslam'ın fert ve
toplum hayatında uyguladığı eğitim metodu
budur.
Muhacirlerden bu gruba ilişkin sözler burada son bulup,
İslâm toplumuna dağılmış gruplardan bir
diğerinden söz açılmış olsa gerektir.
Kuşkusuz müslümanlar hem bunlardan hem de başkalarından
meydana geliyordu. Ayetlerin akışı kesintiye
uğramamış, aralık verilmemiş ve bundan
sonra başka bir gruptan söz açılmıştır.
Her ne kadar bu gruba ilişkin sözler burada sona ermiştir
diye bir durak yapılmamış olsa da biz konuya daha
önce yaptığımız değerlendirmeler
ışığında devam ediyoruz. Birinci grup
hakkındaki sözler bitmiştir.
"Eğer onlar iyilikle
karşılaşırlarsa `Bu Allah'tandır' derler.
Ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin
yüzündendir' derler. Onlara de ki; Her ikisi de Allah'tandır.
Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar."
"Karşına çıkan her iyilik
Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de
kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna
şahit olarak Allah yeter."
"Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş
olur. Kim ona sırt çevirirse, bilsin ki biz seni onların
başına koruyucu olarak göndermiş değiliz
Bu sözleri sarf edenler yani karşılarına çıkan
iyiliği Allah'a, başlarına gelen kötülüğü
ise Hz. Peygambere dayandıranlar konusunda bir kaç görüş
ileri sürülebilir.
Birincisi:
Bunlar, Resulullah'tan
dolayı uğursuzluğa uğradıklarına
inanıyorlardı. Onu (haşa) kendileri için bir uğursuzluk
kabul ediyorlardı. Başlarına bir kötülük gelmişse
O'nun yüzündendir. Yıl kurak geçmişse, koyunlar
doğurmamışsa, bir çarpışmada
yenilmişlerse bunu Resulullah'ın uğursuzluğuna
bağlarlardı. Şayet bir iyilikle
karşılaşmışlarsa bunu da Allah'a
dayandırırlardı.
İkincisi: Bunlar bilerek Resulullah'ın önderliğini
yıpratmayı istiyorlardı. Böylece emrettiği yükümlülüklerden
kurtulmuş olacaklardı. Savaş yükümlülüğü
bunlar arasındaydı -ya da en başta geleniydi-
Zayıf kişiler olduklarını, bu yüzden savaşı
karşılamaktan korktuklarını söyleyeceklerine
bu dolambaçlı yola başvuruyorlar.
`Karşılaştığımız iyilik
Allah'tandır. Başımıza gelen kötülükse
Resulullah ve O'nun emirlerinden başka bir şeyden
kaynaklanmıyor' diyorlardı. İyilik-kötülük kâr
veya zarardan kastettikleri ise yakın ve görünürdeki
şeylerdi kuşkusuz.
Üçüncüsü: Bu
düşünce,
hayatta kendileri ve tüm insanların başına gelen
şeylerin hakikatına ve bunların yüce Allah'ın
iradesiyle olan ilişkilerine, Resulullah'ın
emirlerinin mahiyeti ve peygamberin yüce Allah'la olan bağının
ne olduğu gerçeğine ilişkin sahip oldukları kötü
bir düşüncedir.
Üçüncü görüş -şayet doğruysa- ölüm ve
ecelin hakikatına ilişkin kötü düşünceleri,
Allah'tan korkar gibi hatta daha da fazla insanlardan korkmalarına
neden olan ve bu yüzden "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı
farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın
olmaz mıydı?" diyen muhacirden bir grubu
yakıştırmak mümkündür. Bununla beraber biz,
burada söz konusu edilenin başka bir grub olduğu düşüncesindeyiz.
Bunların durumu anlatılan görüşlerin tümüne
veya aralarında şu üçüncü görüş de olmak
üzere bir kısmına uygun düşmektedir.
Kuşkusuz şu ayetlerin ele aldığı
mesele, kelâm ve felsefe tarihinde "kaza ve kader" veya
"cebir ve ihtiyar" olarak bilinen büyük "problemin"
bir yönünü oluşturmaktadır. İşte burada
geçen ayet, insanlardan bu grubun durumunu düzeltmek, onlara
gereken cevabı vermek ve düşünceleri düzeltmek
içindir. Ancak Kur'an, içinde bir düğüm ve kapalılık
bırakmadan sade ve açık bir şekilde ele
almaktadır meseleyi. Öyleyse biz de olduğu gibi ve
Kur'an'ın ele aldığı şekilde
aktaralım:
"Eğer onlar bir iyilikle
karşılaşırlarsa `Bu Allah'tandır' derler
ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin
yüzündendir' derler. Onlara de ki: Her ikisi de Allah'tandır.
Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?"
Evrende meydana gelen herşeyin, insanların
başına gelen tüm olayların ve insanlardan
kaynaklanan tüm hareketlerin ilk ve tek yaratıcısı
yüce Allah'tır. İnsanlar bir şey düşünebilir
veya girişimde bulunabilirler. Ancak, -hangisi olursa olsun-
herhangi bir fiilin meydana gelmesi ancak Allah'ın dilemesi
ve takdiriyle mümkündür.
Buna göre, iyilik veya kötülüğün oluşmasını
ve bunların başlarına gelmesine -kendileri gibi bir
insan ve tıpkı kendileri gibi yaratılmış
olduğu halde Resulullah'a dayandırmak doğru bir
mantık değildir. Bu tutum bu konudaki bilgi
yetersizliklerini göstermektedir.
Kuşkusuz insan, yüce Allah'ın iyiliği gerçekleştirdiğini
gösterdiği araçlarla iyiliği gerçekleştirmeye yönelir
ve çabalar. Bununla beraber iyiliğin fiilen gerçekleşmesi
yüce Allah'ın dilemesi ve takdiriyle tamamlanır.
Çünkü, eşya ve olayları meydana getiren, evrendeki
vakıaların oluşmasını sağlayan
Allah'ın gücünden başka bir güç değildir. O
halde -insanın başvurduğu araçlar, yöneliş
ve çabasıyla- iyiliğin gerçekleşmesi İlâhî
irade ile mümkündür.
Yine insan, kötülüğü gerçekleştirmeye yönelir
ya da kötülüğün oluşmasını gerektiren bir
davranışta bulunabilir. Ancak kötülüğün fiilen
meydana gelmesi, temelde varolması Allah'ın kudret ve
takdiriyle mümkündür. Çünkü bu evre de eşya ve
olayları meydana getiren Allah'ın gücünden başka
bir güç yoktur.
Buna göre her iki durumda da olayın var oluşu ve gerçekleşmesi
Allah tarafındandır. Bu, birinci ayetin,belirlediği
bir gerçektir. İkinci ayete gelince:
"Karşına çıkan her iyilik
Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de
kendindendir."
Bu da başka bir gerçeği açıklamaktadır.
Birinci gerçeğin sahasına girmeyen ona benzemeyen bir
gerçektir. Bu, başka bir vadidedir. Buraya kadar konuya bir
açıdan bakılmaktadır.
Kuşkusuz yüce Allah, bir metod koymuştur. Bir yol açmıştır,
iyiliği göstermiş ve kötülükten sakındırmıştır.
İnsan bu metoda uyup bu yolu takip ederse, iyilik için çalışıp
kötülükten sakınırsa, yüce Allah "Bizim
için çaba sarf edenlere yollarımızı gösteririz."
(Ankebut Suresi, 69) buyurduğu gibi hidayete
ermesi için yardımcı olur. Böylece insan iyiliğe
ulaşmış olur. Ulaşılan sonucun
dışarıdan insanların kazanç saydıkları
görünüşlere benzemesine önem vermez bundan sonra. Bu,
Allah'ın mizanında fiilen iyiliktir. Ve bu Allah
katındandır. Çünkü metodu koyan, yolu açan, iyiliği
gösterip kötülükten sakındıran Allah'tır.
Şayet insan, Allah'ın koyduğu metoda uymaz, O'nun açtığı
yolu takip etmez, gösterdiği iyiliği elde etmeye çalışmaz
ve sakındırdığı kötülükten korunmazsa,
o zaman da başına felâketler gelir. Gerek dünyada
gerek ahirette ve her ikisinde de gerçek anlamda bir kötülük.
Bu da insanın kendindendir. Çünkü Allah'ın metoduna
ve O'nun yoluna uymayan insanın kendisidir. Bu anlam birinci
anlamdan farklıdır. Sahası da birinciden
ayrıdır. Sanırız bu gayet açıktır.
Ancak bu; iyiliğin ve kötülüğün gerçekleşmesini
ve meydana gelişlerinin Allah'ın gücü ve takdirinden
başka bir güçle mümkün olmadığına
ilişkin birinci gerçekten bir şey
değiştirmez.
Çünkü yapılan, meydana gelen ve olan her şeyi
yapan meydana getiren ve yaratan yüce Allah'tır. Bu, meydana
gelen ve olan şeyde insanların istek ve çalışmaları
ne olursa olsun...(Bu ayetlerin bir yönünü. yansıttığı
ve hatırlattığı probleme; Cebir (zorunluluk)
ve ihtiyar (Serbest olma) problemine gelince:
Acaba, insandan kaynaklanan veya insanın başına
gelen olaylarda insanın iradesi ne derece etkindir?
Aralarında insanın iradesi niyet ve
davranışı da olmak üzere olan herşeyi meydana
getiren yüce Allah'ın iradesi olduğuna göre nasıl
olur da insanın ceza ve mükafat görmesine neden olan bir
iradesi söz konusu olabilir? Ve bu problemden kaynaklanan daha
bir çok soru... Kur'an ayetleri, "Meydana gelen herşey
Allah'ın iradesi ve takdiriyle meydana gelir" diyor.
Aynı zamanda "İnsan irade eder ve hareket eder, bu
ifade ve hareketiyle de hesaba çekilir" der. Kuşkusuz
Kur'an bütünüyle Allah'ın sözüdür. Bir kısmının
diğer kısmıyla çelişmesi mümkün değildir.
O yukarıdaki iki ifade arasında belirgin bir ilişki
bulunmalıdır. Aynı şekilde Rabbani iradenin ve
ilâhi takdirin alanına tecavüz etmeden, insanın ceza
ve mükafat görmesini gerektirecek şekilde irade ve
hareketinin bir sahası bulunmalıdır. Ama
nasıl? İşte bunu açıklamak mümkün değildir.
Çünkü insan aklı, yüce Allah'ın fiillerinin içerdiğini
kavrayacak kapasitede değildir.)'
Ardından Resulullah görev ve hareketinin sınırları,
insanların O'na karşı ve O'nun insanlara
karşı konumu açıklanmakta ve en sonunda iş
tamimiyle yüce Allah'ın iradesine bağlanmaktadır:
"Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna
şahid olarak Allah yeter."
"Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş
olur. Kim O'na sırt çevirirse bilsin ki, biz seni onların
başına koruyucu olarak göndermiş
değiliz."
Peygamberin görevi, mesajını tebliğ etmektir.
İyilik veya kötülük meydana getirmek değil. -Daha
önce de değindiğimiz gibi-bunlar Allah'ın
işidir. Onun görevini yapmak üzere gönderilmiş bir
peygamber olduğuna Allah şahittir. "
Buna
şahit olarak Allah yeter."
İnsanların Peygambere karşı durumları
ise şöyledir; O'na itaat eden Allah'a itaat etmiş olur.
Çünkü Allah ile Resûlünü ayırmak mümkün değildir.
Allah'ın sözü ile Resûlünün sözü de farklı
değildir. Kim de karşı çıkıp yakalanmak
suretiyle yüz çevirirse hesap ve ceza açısından
işi, yüce Allah'a kalmıştır. Peygamber onu
hidayete zorlamak, dine girmesi için ona baskı yapmak üzere
gönderilmemiştir. İsyan ve sapıklıktan
korumakla yükümlü değildir. Böyle birşey peygamberin
görevleri arasında yer almaz, zaten buna gücü de yetmez.
Bu açıklamayla başlarına gelen şeyin
özüne ilişkin düşünceleri düzeltilmiş oluyor.
Buna göre hiçbir şey Allah'ın iradesi ve takdiri
dışında gerçekleşemez. İyi veya kötü
-hangi anlamda olursa olsun, isterse yüzeysel kendi
gördüklerine göre, ister işin gerçekten olduğu
şekliyle olsun- başlarına ne gelmişse
Allah`tandır. Çünkü Allah`tan başka hiç kimse
herhangi bir şeyi yapamaz, meydana getiremez, yaşatamaz
ve var edemez. -Allah'ın mizanında- gerçekten iyilik
olan birşey başlarına gelmişse bu Allah
tarafındandır. Çünkü bu Allah'ın metodu ve yol göstericiliğiyle
gerçekleşmiştir. -Allah'ın mizanında- gerçekten
kötülük olan birşey karşılarına çıkmışsa
bu da kendilerindendir. Bunun nedeni de Allah'ın metodundan
sapmaları ve O'nun yol göstericiliğine sırt
çevirmeleridir.
Peygamberin ilk ve son görevi peygamberliktir. Ne bir
şeyi yoktan ortaya koyabilir, ne meydana getirebilir ve ne de
yaratabilir. Yaratma, yapma ve meydana getirme gibi İlâhlığın
özelliklerinde Allah'a ortäk olamaz. O Allah'tan kendisine
geleni tebliğ etmekle yükümlüdür. O halde emrettiği
şeye tâbi olmak, Allah'a uymaktır. Zaten peygambere
uymanın dışında Allah'a uymanın
başka bir yolu da yoktur. Peygamber; tebliğ edip açıkladıktan
sonra, karşı çıkıp yüz çevirenler için
hidayet meydana getirmek veya onları karşı çıkmak
ve yüz çevirmekten alıkoymak zorunda değildir. -Bu
şekilde- belirgin, geniş, açık ve net olan
hakikatler düşünceyi kurup bilinci rahatlatarak, yüce
Allah'ın bu kitleyi eğitme, büyük ve tehlikeli rolüne
hazırlama işleminin bir yönünü oluşturacaktır.
MÜSLÜMANLARIN SAFLARINDA BİR GRUP
Bundan sonra ayetlerin akışı -müslüman safta
yer alan- başka bir grubun durumunu anlatmaktadır. Yoksa
bunlar da; yeni hareketleri, ek özellikleri hatırlatılan
o münafık grubundan mıdır? Çünkü anlatımla
birlikte davranışın kınandığı
da görülmektedir. Tabii kınanmanın yanında
eğitim, direktif ve düzenleme amacı da güdülmektedir.
Bütün bunlar, birkaç ayette ve sayılı ibarelerde yer
almaktadır: