Bu sistem, her normal yaratılışlı,
sağlıklı fıtratlı insanın
üstesinden gelebileceği derecede kolaydır. Normal
olarak çok az kimsede bulunan olağanüstü, süper
gayretlerin varlığını gerektirmez. Bu din böylesine
küçük bir azınlığa gelmedi, bütün insanlara
geldi. İnsanlar yükümlülüklerini yerine getirebilme açısından
farklı madenler, değişik renkler gibidirler.
Farklı dereceli zümreler oluştururlar. Oysa bu din tümüne
kendilerinden istenen görevleri yapma ve sakındırıldıkları
günahlardan uzak kalabilme imkânını
tanımaktadır.
Okuduğumuz ayetlerin ilkinde sözü edilen "cana kıyma"
ve "yurttan çıkma" eylemleri iki ağır yükümlülük
örneğidir. Eğer yüce Allah insanlara bu
yükümlülükleri emretseydi, pek az kimse dışında
onları yapabilen bulunmazdı. Bunlar emredilmedi.
Çünkü yükümlülüklerin amacı insanların ezici çoğunluğunun
gücünü aşmak, ezici çoğunluğu cendereye sokmak
değildir. Tersine ilâhi sistemin amacı yükümlülüklerini
herkesin yerine getirmesi, herkesin onların gereğini
yapabilmesi normal ve ruhen sağlıklı herkesin iman
kervanına katılmasıdır. Fakat bu
kalabalık, geniş kapsamlı ve uzun konvoylu İslâm
ümmeti kervanının ilerleyiş süreci boyunca farklı
vicdanları, farklı gayretleri, farklı yeteneklerin
hakkettikleri yerleri alma ve bu farklı zümreler ümmeti,
bir bütün olarak yetiştirip ilerletmeleridirler.
Nitekim İbn-i Cureycin, Musenna İshak Ebu Ezher yolu
ile İsmail'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden
Ebu İshak Subeyî şöyle diyor "Eğer onlara
`canlarınıza kıyınız..." diye
başlayan ayet inince arkadaşlarımızdan biri `Eğer
bize böyle bir emir verilseydi, onu yerine getirirdik. Bizi
böyle bir yükümlülükten muaf tutan Allah'a hamdolsun' dedi.
Bu söz Peygamberimizin kulağına varınca O, şöyle
buyurdu:
"Benim ümmetim içinde öyleleri var ki, kalplerindeki
iman yalçın dağlardan bile daha sarsılmazdır."
Bu arada İbn-i Ebu Hatem'in, Musab b. Sabit'e dayanarak
bildirdiğine göre Musab'ın amcası Amr b. Abdullah
b. Zübeyr şöyle diyor; "Eğer onlara
canlarınızı feda ediniz! ya da `yurtlarınızdan
çıkınız' diye emretmiş olsaydık, pek
azı dışında, bunları yapmazlardı"
ayeti inince Peygamberimiz
buyurdu.
Yine İbn-i Ebu Hatem'in -halkalarını
saydığı bir rivayet zincirine dayanarak-
bildirdiğine göre sahabilerden Şurayh b. Ubeyd diyor ki;
"Peygamberimiz `Eğer onlara
canlarınızı feda ediniz diye emretmiş
olsaydık...' diye başlayan ayeti okuyunca eli ile
Abdullah b. Revaha'yı göstererek `Eğer Allah bu yükümlülüğü
emretseydi, bu adam onu yerine getiren azınlık içinde
yer alırdı." buyurdu.
Peygamberimiz adamlarını son derece sağlam,
derinlikli ve net bilgilerle tanıyordu. Her birinin
özelliklerini, kendilerinden bile daha iyi biliyordu.
Peygamberimiz dönemi tarihinde (sirette) O'nun kendi adamlarını,
bunun yanısıra savaştığı kimseleri
ve kabileleri, uzmanlık derecesine varan bir bilgi ile
tanıdığını gösteren birçok örnek vardır.
Çevresinin şartlarını ve insanlarını
şaşılacak bir duyarlılıkla gözetleyen
üstün yetenekli bir komutanın bilgisidir bu. Bu konu henüz
gerektiği gibi incelenmiş değildir.
Şimdi konumuz bu değil. Şimdiki konumuz
Peygamberimizin eğer ağır yükümlülükler
emredilseydi, ümmetinin içinde bunların üstesinden
gelebilecek olanların bulunduğunu bildiği idi.
Fakat Peygamberimiz bunun yanısıra şu dinin
sırf bu küçük insan azınlığı için
gelmediğini de biliyordu. Yüce Allah bizzat yarattığı
bu insanın yapısını ve gücünün sınırlarını
biliyordu. Bundan dolayı bütün insanlar için gelişmiş
o:an bu dinde iyi niyetli, normal yaratılışlı,
sağlıklı fıtratlı, amacı Allah'a
itaat etmek olan, küstah ve umursamaz olmayan herkesin kolaylıkla
yapabileceği görevleri emretti.
Bu gerçeği vurgulamak insanı çözülmeye, hayvanlık
düzeyine inmeye ve pislik böceği gibi çamurda debelenmeye
çağıran yıkıcı yaygaralara
karşı koymak açısından özellikle önem taşır.
Bu yaygaraların iddiasına göre insanın "realite"si,
karakteristik yapısı, yaratılışı ve
kapasitesi budur. Din "idealist" bir çağrıdır,
o şu dünya pratiği içinde gerçekleşmek için
gelmedi, onun yükümlülüklerini bir kişi yapabilirse
yapamayan yüz kişi vardır.
Bu iddia yalandır, bir; aldatıcıdır, iki;
cahilcedir, üç. Çünkü bu iddia, insanı yaratan ve ona bu
dinin yükümlülüklerini emreden yüce Allah'ın
bildiği, tanıdığı gibi insanı bilip
tanıma imkânından yoksundur. Yüce Allah bu kapsamlı
bilgisi ile bu yükümlülüklerin sıradan insanın
kapasitesini, gücünün sınırlarını
zorlamadıklarını biliyor. Çünkü bu din, seçkin
bir azınlığa gelmedi ki!
Gerekli olan şey sıradan insanın gayretli,
samimiyeti ve yola koyulması, ilk adımı
atmasıdır. O zaman yüce Allah'ın, görevini
yapanlara yönelik vaadi devreye girer. Okuyoruz:
"Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri
tutsalardı, bu haklarında hayırlı ve güvenceli
bir tutum olurdu."
Görüldüğü gibi insana düşen sadece yola koyulmak,
ilk adımı atmaktır. Arkasından yüce Allah'ın
yardımı, yola devam etmeyi güvenceye bağlayan
desteği imdada yetişir. Bunu büyük mükâfat izler,
onu da doğru yola iletmek izler. Yüce Allah doğru söylemiştir.
Allah kullarını -haşa- aldatmaz, onlara yerine
getirmeyeceği vaadlerde bulunmaz, onlara sadece doğru
olanı söyler. "kim yüce Allah'tan daha doğru sözlü
olabilir?!" (Nisa Suresi, 87)
Yalnız bu sistemin kolaylığı "istisnai
kolaylık (ruhsat)" demek değildir. Yani bu dindeki
istisnai kolaylıkları bir araya getirerek sırf
bunların toplamını hayat sistemi haline getirmek
değildir vurgulamak istediğimiz kolaylık. Bu dinde
normal emirler (azimetler) de vardır, istisnai
kalaylıklar (ruhsatlar) da. Normal emirler asıldır,
istisnai kolaylıklar geçici şartlar içindir.
Kimi zaman bazı samimi ve iyi niyetli dâvetçiler,
insanları bu dine çekebilmek için bu "istisnaî kolaylıklar"a
sarılırlar, onları bir araya getirerek meydana
getirdikleri toplamı insanlara din diye sunarlar,
arkasından onlara "Bakınız, bu din ne kadar
kolaydır" derler! Bir de bazı yağcılar
var. Bunlar devlet yetkililerinin ve halk
yığınlarının ihtiraslarını
pohpohlamak, keyfi doyuma erdirmek peşindedirler. Bu amaçla
İslâm'ın hükümleri ve nassları arasında
"sızma noktaları" ararlar ve bulabildikleri bu
sızma noktalarının toplamını din diye
ortaya koyarlar.
Bu din ne odur ve ne de budur. O normal emirleri ile ve
istisnai kolaylıkları ile (azimetleri ve ruhsatları
ile) parçalanmaz bir bütündür. O bu niteliği içinde
insanlar için kolaydır, sıradan insan eğer gayret
ederse onun gereklerini yerine getirebilir ve insan oluşunun
sınırları içinde kendine özgü kemal, olgunluk
derecesinin son noktasına ulaşabilir. Tıpkı
aynı bahçede yetişen meyvaların, kendilerine
özgü olgunluğa ermeleri gibi. İçinde üzüm,
şeftali, armut, dut, incir ve salatalık yetişen bir
meyva bahçesi düşünelim. Bu meyvaların hepsinin
tadı aynı olmaz. Ama bu meyvalardan herhangi biri
kendine özgü olgunluk düzeyine erince, tadı bir başka
meyvadan azdır diye, "olgunlaşmadı"
hamdır denemez.
Bu dinin bahçesinde bakla da, salatalık da, zeytin de,
nar da, elma da, ayva da, üzüm de, incir de yetişir ve
hepsi de olgunlaşır. Tatlıları ve sululuk
oranları farklı olur, ama hepsi de olgunlaşır,
kendileri için mümkün olan kemal derecesinin son noktasına
ulaşırlar.
Bu Allah'ın tarlasında, Allah'ın gözetimi altında
ve Allah'ın sağladığı kolaylıklar
eşliğinde gerçekleşen bir ilâhi üretim
sürecidir.
Sıra bu dersin sonunu oluşturan iki ayete geldi. Bu
iki ayette ruhlarda, gönüllerde çok sevilen bir nimetin, tatlı
bir hazzın özlemi, coşkunluğu ve cazibesi
canlandırılıyor. Ahirette peygamberler ile,
dosdoğrularla (sıddıklarla) şahitlerle ve
diğer seçkin iyi kullarla bir arada olma nimeti ve hazzı.
Okuyoruz: