sonra da
sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitapların
hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir
kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm
merciinin hakemliğine başvurmak istiyorlar. Tağut
un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Sana ve senden
önceki peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan;
ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere
indirilen mesajlardan almayan bir hüküm kaynağının
yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir hüküm kaynağı,
hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine
yakıştırdığı için ve hem de hiçbir
değişmez kritere bağlı olmadığı
için "tağut"tur, yani azgınlık ve
taşkınlıktır.
Bu adamlar bu işi bilmeyerek, yanılgıya düşerek
yapmıyorlar; tersine yargısına
başvurdukları bu tağutun hakemliğine
başvurulmasının yasak olduğunu kesin olarak
biliyorlar. Çünkü "ona karşı çıkmaları,
onu tanımamaları emredilmiştir". O halde
mesele bilmemek ya da yanılgıya kapılmak meselesi
değil. Tersine ortada inatçılık ve kasıt
vardır. Bundan dolayı bu iddiaları ani "sana
ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlara inandıkları"
şeklindeki iddiaları geçersizdir, asılsızdır.
Bu işin arkasında onları geriye dönme ihtimaline
açık kapı bırakmayacak derecede koyu bir
sapıklığa düşürmek isteyen şeytan
vardır. Okuyoruz:
"Şeytan onları koyu bir sapıklığa
düşürmek istiyor."
İşte bu adamların, Tağut'un
hakemliğine başvurmak istemelerinin ardında yatan
sebep budur. Onların, Tağut'un hakemliğini
istemelerini sağlayan ve bu yüzden imanın
çerçevesinin ve İslâm'ın tanımının
dışına düşmelerine yol açan faktör budur.
Sebep, işte budur. Yüce Allah onlara bu sebebi açıklıyor.
Belki uyanıp bu sapık yoldan dönerler diye. Bu sebebi
müslüman cemaate de açıklıyor. Bu adamları kimin
kışkırttığını, arkalarında
kimin olduğunu bilsinler diye.
Bir sonraki ayette bu adamlar, yüce Allah tarafından
Peygamberimize ve daha önceki peygamberlere indirilen mesajlara,
hani o inandıklarını ileri sürdükleri mesajlara
çağrıldıklarında nasıl bir tavır
takındıkları anlatılıyor. Okuyoruz:
"Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e
geliniz! dendiğinde o münafıkların senden büsbütün
uzaklaştıklarını görürsün."
Fesübhanellah! Şu münafıklık kendini ele
vermeden edemiyor. Fıtratın yalın
mantığı ile çelişkiye düşmeden edemiyor.
Yoksa münafıklık olmazdı zaten.
Neden derseniz, fıtratın yalın iman
mantığı insanın, inandığı
kaynağın ve inandığı kimsenin
hakemliğini benimsemesini gerektirir. Allah'a ve
Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na indirilen
kitaba inandığını ileri süren bir kimse
Allah'ın emri, yasası ve sistemi uyarınca
yargılanmaya çağrılınca fıtratın
yalın mantığına göre bu çağrıyı
tam bir gönül coşkunluğu ile kabul etmesi gerekir. Böyle
bir adamın bu çağrıya sırt çevirmesi, onu
geri çevirmesi, fıtratın yalın
mantığına ters düşer. Ayrıca bu çelişkili
durum ortada bir münafıklığın
varolduğunu açığa vurur, adamın mümin olduğunu
ileri süren iddiasının yalan olduğunu
kanıtlar.
İşte yüce Allah, Allah'a ve Peygambere inandıkları
halde Allah'ın ve Peygamberin sisteminin hakemliğine
razı olmayan, tersine bu sistemi benimsemeye çağrılınca
ondan köşe-bucak kaçan sözleri, özlerine uymaz kimseleri
sözünü ettiğimiz yalın fıtrat
mantığına göre yargılıyor, hesaba
çekiyor!
Bir sonraki ayette bu adamların
davranışlarına yansıyan şu münafıklık
belirtisine parmak basılıyor. Bu adamlar ya Allah'ı
ve Peygamberi benimsesinler amacı ile kendilerine
yapılan çağrıyı kabul etmedikleri için ya da
Tağut'un hakemliğine başvurmaya eğilimli
oldukları için başlarına bir musibet, bir felâket
gelince hemen birtakım münafıkça bahaneler ileri
sürerek münafıklıklarını mazur göstermeye
kalkışırlar. Okuyoruz:
"Peki, nasıl oluyor da kendi elleri ile
işledikleri kötülük yüzünden başlarına bir
musibet gelince hemen sana koşarak `Biz sadece iyilik yapmak,
uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah adına
yemin ederler."
Bu musibet, bu adamların ne mal oldukları o günkü
müslümanlarca anlaşılmış olması sebebi
ile başlarına gelmiş olabilir. Çünkü böyle
olunca onlar müslümanların kınamalarına,
toplumdan soyutlama girişimlerine ve horlamalarına maruz
kalmış olabilirler. Bu da normal bir tepkidir. Çünkü
müslüman toplum, Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja,
Peygamber'e ve O'na inen kitaba inandığını
iddia ettiği halde yüce Allah'ın şeriatı
dışında bir kaynağın hakemliğine
başvurma eğilimi gösteren, ya da Allah'ın
sistemine göre yargılanmaya çağrılınca bu
çağrıya sırt çeviren kimselerin kendi içinde
bulunmasına dayanamaz, katlanamaz. Böyle bir çelişkiye
ancak fertlerinde İslâm'dan ve imandan eser kalmamış
olan, iman namına elinde sadece bu adamlarınki gibi
birtakım asılsız iddialar ile İslâm namına
sadece kuru isimler kalmış olan toplumlar
katlanabilirler!
Ya da bu adamlar yüce Allah'ın adil nizaını
dışındaki bir kaynağın hakemliğine
başvurdukları için zulme uğruyorlar, bu anlamda
başlarına musibet geliyor, bunun üzerine aralarında
doğan bir problemin çözümünü Tağut'un
hakemliğinden beklemiş olmalarının sonucu
olarak pişman olmuş, hayal
kırıklığına uğramış
olabilirler.
Yahud söz konusu musibeti başlarına indiren
doğrudan doğruya yüce Allah'tır. Düşünsünler
de doğru yola gelsinler diye kendilerini bir sınavdan geçirmek
istemiştir belki.
Adamların başlarına gelen musibetin sebebi ne
olursa olsun, Kur'an alaycı bir dille soruyor? O zaman durum
nice olur diye! Bu adamlar bu durumda Peygamberimizin yanına
gidince ne yaparlar? Okuyoruz:
"Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak
istemiştik' diye Allah'ın adı üzerine yemin
ederler."
Son derece gülünç, komik bir durum. Adamlar yaptıklarının
farkında olarak Peygamberimizin yanına gidiyorlar, fakat
kendilerini bu davranışa iten asıl faktörü
Peygamberimize açıklamaya cesaretleri, daha doğrusu
niyetleri olmadığı için yalan yere yemin
ediyorlar. Tağut'un -bu olayda belki de geleneksel cahiliye
yasalarının- hakemliğine başvurmak
istemelerinin tek amacı iyilik yapmak ve uzlaşma
sağlamaktır diye!
Bu iddialar yüce Allah'ın sistemini ve
şeriatını bir yana bırakıp başka bir
kaynağın hakemliğine başvuranlar
tarafından her dönemde ileri sürüle gelmiştir. Böyleleri
kargaşalığa, sıkıntıya ve
acılara yol açmaktan kaçındıkları için
yüce Allah'ın şeriatının hakemliğine
başvurmadıklarını söylerler; bu tutumları
ile farklı unsurları uzlaştırmak, çeşitli
görüşleri ve çelişik inançları
bağdaştırmak istediklerini sözlerine eklerler. Bu
sözler, mümin olmadıkları halde mümin olduklarını
söyleyen kaypak münafıkların ileri sürecekleri asılsız
bir bahanedir. Durum her zaman ve her yerde tıpatıp
aynıdır.
Yüce Allah, bu kimselerin sırtlarına giydikleri bu
iğreti kaftanı üzerlerinden soyup çıkarıyor,
Peygamberine onların yüreklerinde gizli tuttukları
niyetleri ve duyguları bildiklerini haber veriyor. Bu arada bütün
bunlara rağmen Peygamberimize bu adamlara karşı
yumuşak davranmasını,
kaypaklıklarını görmezlikten gelerek onlara öğüt
vermesini öneriyor. Okuyoruz:
"Allah onların kalplerindeki kötü duyguları
iyi bilir. Onlara aldırış etme, öğüt ver,
kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler
söyle onlara."
Bunlar gerçek niyetlerini ve duygularını saklayarak
bu bahaneleri ileri süren, bu mazeretlerini uyduran kimselerdir.
Allah vicdanların saklı birikimlerini ve kalplerin
titreşimlerini herkesten iyi bilir. Fakat o günlerin münafıklara
karşı güdülen politikası bu kimselere göz yummayı,
yumuşak davranmayı, öğüt vermeyi ve eğitici
çabaları devam ettirmeyi gerektiriyordu.
Okuduğumuz ayetin son cümlesine dikkatleri yeniden
çekmek istiyoruz:
"Onlara, kendileri hakkında içlerine işleyecek
etkili sözler söyle."
Bu ifade şaşırtıcı derecede
başarılı bir tasvirle önümüze son derece somut
bir tablo getiriyor. Söz sanki bir ok gibi doğrudan
doğruya vicdanlara yöneltiliyor ve yine doğrudan
doğruya kalplere saplanıp oturuyor.
Bu ayet, bu adamları, sapık yollarından dönmeye,
tevbe ederek doğru yola koyulmaya, yüce Allah'ın ve
Peygamberin himayesine sığınarak güvene kavuşmaya
özendiriyor. Tağut'un hakemliğine başvurma
eğilimi göstermiş olmalarına, Allah'ın ve
Peygamberimizin hakemliğini benimsemeye çağrıldıklarında
Peygamberimizden köşe-bucak kaçmış
olmalarına rağmen eğer kirli geçmişlerinden
kopmaya karar verirlerse kendilerine kucak açılacağı
mesajı veriliyor. Çünkü tevbe kapısı açıktır.
Yüce Allah'a dönme fırsatı henüz kaçmış
değildir. Eğer onlar günahlarından dolayı yüce
Allah'tan af dilerler ve Peygamber de onlar adına Allah'tan
af dilerse bu dilekler kabul edilir.
Fakat, okuyacağımız ayet, bütün bunlardan
önce bir temel kuralı belirliyor. O kural şudur: Yüce
Allah, peygamberlerini -kendi izni çerçevesinde insanlardan
itaat görmek üzere gönderdi. Onları emirlerine
karşı gelinsin diye göndermediği gibi sadece öğüt
verici olsunlar, sadece yol göstermekle yetinsinler diye de
göndermedi. Okuyoruz:
"Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın
izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Eğer
onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af
dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi
Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak
bulacaklardı."
Bu ayetin baş tarafı son derece önemli bir gerçeği
dile getiriyor. Peygamber sadece bir "vaiz"
değildir. O söyleyeceğini söyledikten sonra geçip
giden, sözleri havada uçuşup kaybolan, hiçbir otoriteye,
hiçbir yaptırım gücüne sahip olmayan sıradan bir
hatip değildir. Nitekim insanları bu dinin mahiyeti ve
peygamberlik misyonunun özü konusunda yanıltmak isteyen
bazı düzenbazlar böyle söylüyor. Bunun yanısıra
"Din"in ne demek olduğunu kavrayamamış
olan bazı sığ düşünceliler bu meseleyi
böyle anlıyorlar. Oysa din, bir hayat sistemi; örgütleri
ile, yasal düzenlemeleri ile, kurumları ile, değer
yargıları ile, ahlâk sistemi ile, edep kuralları
ile, ibadetleri ve törenleri ile gerçek anlamda dört dörtlük
bir hayat sistemidir.
Bütün bunlar peygamberlik makamının bir otoriteye
sahip olmasını gerektirir. Sistemi hayata geçirecek
yöneltecek bir otoritenin, bir yürütme gücünün olmasını
kaçınılmaz kılar. Yüce Allah, peygamberleri
-kendi izni, kendi şeriatı çerçevesi içinde- dinin
sistemini pratiğe yansıtmak konusunda insanlar
tarafından itaat edilsin diye gönderdi. Onları bu
hayata yön vermesini dilediği sistemin yürürlüğe
girmesini sağlamak için gönderdi. Kendi izni ile sınırlı
olmak şartı ile itaat edilsin diye göndermediği
bir tek peygamber yoktur. Buna göre Peygambere itaat etmek, aslında
yüce Allah'a itaat etmek demektir. Yüce Allah, peygamberleri sırf
vicdanları etkilesinler, diye sırf klasik ibadetleri ve
dini törenleri insanlara öğretsinler diye göndermiş
değildir. Böyle bir varsayım, bu dine ilişkin
asılsız bir kuruntu olur. Yüce Allah'ın peygamber
göndermekteki hikmeti ile bağdaşmaz. Bu hikmet pratik
hayatta belirli bir sistemi egemen kılmaktır. Yoksa
peygamberlerin sadece vaizlik görevi yapmakla yetindikleri,
söyleyeceklerini söyledikten sonra başka hiçbir şeyle
ilgilenmeyerek geçip gittikleri bir dünya, bu günkünden çok
daha berbat olurdu. Küstahların her türlü ölçüyü
pervasızca çiğnedikleri, alçakların her türlü
alçaklıklarını rahatlıkla sahneye
koydukları bir dünya olurdu.
Bundan dolayı İslâm tarihi bilinen gelişim
çizgisini izledi. Yani bir çağrı, bir
tanıtma-duyurma, bir düzen koyma, bir egemenlik kurma tarihi
oldu. Bu süreci Peygamberin yerini alan halifelerin yönetimi
izledi. Bu hilâfet yönetimi şeriatın ve kurulmuş
düzenin gücüne dayanarak şeriatı ve düzeni ayakta
tutmaya, Peygambere yönelik itaate süreklilik kazandırmaya,
yüce Allah'ın peygamberleri göndermekteki muradını
gerçekleştirmeye çalıştı.
Bundan başka "İslâm" ya da "din"
ile anılabilecek bir yol, bir sistem yoktur. "Din"
ve "İslâm" adı ile varolan tek yol, tek
sistem pratik hayatta ve düzende gerçekleşen peygambere yönelik
itaattir. Bu pratik hayat sosyal şartlara bağlı
olarak şu ya da bu oranda değişikliğe
uğrayabilir. Fakat temeli ve özü değişmez
kalır. O temel ve öz ki, o olmadan İslâm olmaz. Bu
özün, bu temelin ana maddelerini şöyle sıralayabiliriz:
Yüce Allah'ın sistemine teslim olmak; Peygamberin sistemini
uygulamak; yüce Allah'ın şeriatının
hakemliğini benimsemek; Yüce Allah katından
getirdiği mesajlar konusunda Peygambere itaat etmek; ilâhlık
yetkisinin sadece Allah'ın tekelinde olduğunu kabul
etmek, başka bir deyimle "Lâilâheillallah (Allah'tan
başka ilâh yoktur)" ilkesine tanıklık etmek;
buna bağlı olarak yasa koyma yetkisinin sırf
Allah'a ait bir yetki olduğunu ilkesel bir
yaklaşımla kabul etmek, bu yetkiden başka hiçbir
güce en ufak bir pay ayırmamak; şu ya da bu oranda
Tağut'un hakemliğini benimsememek; haklarında nass
bulunmayan yeni ve tartışmalı meselelerin
çözümünü yüce Allah'a ve Peygambere havale etmek.
Bu sistemden saparak "kendilerine zulmedenler"in
önünde, yüce Allah'ın, Peygamberimizin dönemindeki
yahudileri yararlanmaya çağırdığı,
özendirdiği fırsat vardır. Okuyoruz:
"Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek
Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af
dileseydi, Allah'ı tevbeleri kabul edeci ve merhametli olarak
bulacaklardı."
Yüce Allah her zaman tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder.
Allah yanlış yoldan dönenlere karşı her zaman
merhametlidir. Bu ayette O, bize bu sıfatlarını
tanıtıyor ve kendisine sığınanların,
günahlarından dolayı af dileyenlerin tevbelerini kabul
edeceğini, üzerlerine merhametini yağdıracağını
vaadediyor. Bu ayetin kapsamına ilk girenlerin önünde
Peygamberimize kendileri adına af dilemesi fırsatı
vardı. O fırsat geçti. Fakat yüce Allah'ın
kapısı sürekli açık ve O'nun vaadi her zaman geçerlidir.
Hiçbir zaman ne bu kapı kapanır ve ne de vaadin süresi
dolar. O halde isteyen gelsin, azmeden öne atılsın.
Okuduğumuz bu ayetler gurubunun sonunda daha önce de
sözünü ettiğimiz kesin ifadeli mesajla
karşılaşıyoruz. Bu mesajın girişinde
yüce Allah kendi zatı üzerine yemin ediyor. Arkasından
karşısına çıkan her meselede Peygamberimizi
hakem tutarak O'nun vereceği her kararı gönlünde
hiçbir burukluk duygusu hissetmeksizin, hiçbir duraksama
belirtisi göstermeksizin tam bir gönül rızası ile
kabul etmeyen kimsenin kesinlikle mümin sayılamayacağını
açıklıyor. Okuyoruz:
"Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar
aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin
hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin
karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın,
kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazl
Kendimizi bir kere daha iman şartı ve İslâm'ın
tanımı ile karşı karşıya buluyoruz.
Bu şartı ve bu tanımı bizzat yüce Allah
ortaya koyuyor ve onu yüce zatı üzerine yemin ederek
perçinliyor. Artık bundan sonra imanın şartı
ve İslâm'ın tanımı konusunda hiç kimsenin
söyleyebileceği bir söz, hiç kimsenin getirebileceği
bir yorum olamaz.
Bundan sonra ancak demogoji yapılabilir ki, ona da kulak
asılmaz, değer verilmez. Bu konuda ortaya konabilecek
bir demogoji örneği şudur: "Yüce Allah'ın bu
sözü belirli bir zamana bağlıdır ve sadece
belirli bir grup insan hakkında geçerlidir!"
Bu iddia, İslâm'ı hiç kavramamış
olanların, Kur'an-ı Kerimin üslubu hakkında hiçbir
şey bilmeyenlerin sözüdür. Bu yüzeysel yorumun tersine,
yüce Allah'ın bu sözü İslâm'ın genel karakterli
gerçeklerinden biridir, yeminle perçinlenerek ifade edilmiştir,
hiç bir kayıtla sınırlı değildir.
Peygamberimizi hakem tutma zorunluluğu, sadece
sağlığında O'nun kendisini hakem tutma
zorunluluğudur diye bir kuruntuya kapılma ya da bu
kuruntuyu başkalarının zihinlerine
aşılamak tamamen yersiz ve gerekçesizdir. Söz konusu
olan Peygamberimizin şeriatını ve sistemini hakem
tutma zorunluluğudur. Yoksa öyle olsaydı
Peygamberimizin ölümünden sonra Allah'ın şeriatine ve
Resulullah'ın sünnetine hiç yer kalmazdı. Bu görüşü
Hz. Ebu Bekir döneminde en sapık dönekler (mürtedler)
ileri sürünce Hz. Ebu Bekir bu gerekçe ile onlara karşı
savaş açmıştı. Hatta bundan çok daha azını
yapanlara, yani Peygamberimiz ölünce zekât verme zorunluluğu
konusunda Allah'a ve Peygambere itaat etmekten vazgeçmeye kalkışanlara,
Peygamberimizin bu konudaki hükmüne karşı çıkanlara
karşı savaş açmıştı.
"İslâm"ın varlığını
kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın
şeriatının ve Peygamberimiz tarafından verilen
hükmün hakemliğine başvurmak yeterlidir. Ama bu
kadarı "iman"ın varlığını
kanıtlamaya yetmez. İmanın
varlığını kanıtlayabilmek için bu
şartın beraberinde gönül hoşnutluğu, kalb
teslimiyeti ve iç rahatlığı da
bulunmalıdır.
İşte "İslâm" ve "İman"
budur. Buna göre herhangi bir kimse müslüman ve mümin olduğunu
iddia etmeden önce kendisi nerede, İslâm nerededir ve yine
kendisi nerede, iman nerededir, buna iyi bakmalıdır.
Bu ayetlerin akışı ïçinde Peygamberimizin
hakemliği kabul edilmedikçe, arkasından vereceği
karara gönül hoşnutluğu ile teslim olunmadıkça
mümin olunamayacağı vurgulandıktan sonra söz
şu gerçeğe getiriliyor: İnsanların
benimsemeye çağrıldıkları bu sistem,
başka kaynağa başvurmaksızın tek
başına hakem tutmakla yükümlü tutuldukları bu
şeriat, gönül rızası ile kabul etmeleri
kesinlikle kendilerinden istenen bu yargı düzeni kolay bir
sistem, hoşgörülü bir şeriat ve merhametli bir
yargı düzenidir. Bu sistem insanlara kapasiteleri dışında
bir yükümlülük getirmiyor, onları zora koşmuyor, göze
alamayacakları bir fedakârlıkta bulunmalarını
istemiyor.
Çünkü yüce Allah insanın zayıf olduğunu
biliyor ve bu zayıflığa merhameti ile
karşılık veriyor. Yüce Allah biliyor ki, eğer
insanlara çok ağır yükümlülükler yüklerse bunları
çok az kimse yerine getirir. Allah insanları
sıkıntıya sokmak, onları günaha düşürmek
istemez. Bundan dolayı onlara ağır, çoğunluğu
görevini yerine getirmeye ve günahkâr olmaya sürükleyecek
derecede zor yükümlülükler önermemiştir. Eğer
insanlar yüce Allah'ın önerdiği kolay yükümlülükleri
üstlenseler ve yüce Allah'ın kendilerine verdiği öğütleri
dinleseler hem dünyada hem ahirette büyük bir mutluluğa
kavuşurlardı, yüce Allah onları hidayeti ile
desteklerdi. Nitekim O, azimle, iyi niyetle, çaba ile, iradesi
ile, gücünün sınırları içinde hidayet peşinde
koşan herkesin yardımcısı ve destekçisidir.
Okuyoruz: