59- Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden
olan devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten
Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi
bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde
o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu
sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi
akıbet vaad eden bir tutumdur.
Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın
şartını ve İslâm'ın
tanımını açıklarken aynı zamanda müslüman
toplumun temel düzenini, egemenliğin
dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını
belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç
ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce
Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve
toplumdan topluma değişen sosyal hayatın
dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan
ve haklarında Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt
bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar,
değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen
ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah'a
havale edilecek; böylece farklı akılların,
farklı görüşlerin ve farklı yorumların
hakemliğine başvuracakları değişmez bir
ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir.
İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük,
önemli-önemsiz her konuda, her meselede "egemenlik",
hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah
bu amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in
ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur'an'ı insanlara
anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber "havadan
konuşmuyor". O halde O'nun sünneti (sözleri ve
uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının
bir parçasıdır.
Yüce Allah'a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak
O'nun ilâhlığının en belirgin
özelliklerinden biridir. O halde O'nun koyduğu
şeriatın uygulanması, yürürlüğe
konması zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a itaat
etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü
gelir. Çünkü Allah'ın elçiliği, Allah'tan
aldığı mesajı kullara iletme
sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden
O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile bu
şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez
gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber,
sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor.
Buna göre O'nun sünneti, O'nun hükümleri ve direktifleri
uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir
parçasıdır. İmanın varlığı ve
yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın
varlığına ya da yokluğuna
bağlıdır. Bunun böyle olduğunu yukarda
okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor:
"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..."
Üçüncü derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet
yetkililerine (Ululemr'e) gelince okuduğumuz ayet
bunların kimliğini açıkça belirliyor. Okuyalım:
"... Ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz."
Yani bu devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman
şartını ve İslâm tanımını
kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden
olacaklar. Bu ayette açıklanan iman şartı ve
İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu
ilkeleri içerir: Yüce Allah'a itaat etmek, Peygambere itaat
etmek, ilke olarak egemenliği ve insanlar için yasa koyma
yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak, çözümlerini
kesin kanıtlara bağladığı meselelerde
O'nu tek hüküm kaynağı bilmek; bunların
yanısıra haklarında kesin kanıt bulunmayan ve
insanlar arasında farklı görüşlere ve yorumlara
yol açan meseleleri de O'na havale etmek, bu meseleleri nassların
genel ilkeleri ışığında çözmeyi
benimsemek.
Okuduğumuz ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi
olması gerekçesi ile Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl
görev sayarken devlet yetkililerine itaat etmeyi Allah'a ve
Peygamber'e itaat etmeye bağlı bir görev kabul ediyor.
Nitekim cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve
Peygamberden önce "İtaat ediniz" emrine yer
verildiği halde devlet büyüklerinden önce bu emir anlamlı
kelimeye yer verilmiyor, buradaki emredicilik anlamı "ve"
bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece devlet
yetkililerinin "sizden" olmaları, iman
şartının ve İslâm tanımının
kapsamı içinde bulunmaları belirtildikten sonra bu sözdizimi
yolu ile onlara yöneltilecek itaatin Allah'a ve Peygamber'e itaat
etmeye dayalı olduğu bir daha vurgulanmaktadır.
Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra
şu sonuç ortaya çıkıyor. "sizden" olan
devlet yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın
şeriatı ile, haram olduğu nassla kanıtlanmayan
ve tartışma konusu olup da şeriatın ilkelerine
vurulduğu takdirde haram olmadığı sonucuna
varılan direktifler ile sınırlıdır. Öte
yandan sünnet. bu itaati kesin ve net bir şekilde
belirliyor.
Nitekim sahabilerden Ameşin bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"İtaat, İslâm'a uygun emirler içindir."
(Buhari, Müslim)
Sahabilerden Yahya el-Kattan'ın bildirdiğine göre de
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Müslüman, günah işlemekle emr olunmadıkça
aldığı emre -hoşuna gitse de gitmese de-
uymakla, amirlerine itaat etmekle yükümlüdür. Fakat eğer
günah işlemekle emr olunursa bu emre uyması, itaat
etmesi söz konusu değildir." (Buhari, Müslim)
Bu arada sahabilerden Ümm-ü Husayn'ın bildirdiğine
göre Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
"Başınıza bir köle bile geçirilse,
sizleri Allah'ın kitabı uyarınca yönettiği sürece,
sözünü dinleyiniz, kendisine itaat ediniz." (Müslim)
Böylece İslâm, her müslümanı gözetleyici,
denetleyici bir koruyucu konumuna getiriyor. Müslüman Allah'ın
şeriatının ve Peygamberinin sünnetinin koruyucusu,
nefsinin ve aklının denetleyicisi, dünyaya ve ahirete
ilişkin geleceğinin denetleyicisidir. İslâm,
müslümanı çobanı tarafından ne tarafa sürülürse
o tarafa giden, çobanının keyfine uyan, boyun eğen
bir hayvan sürüsünün üyesi durumuna düşürmüyor.
Çünkü sistem bellidir, itaatin sınırları
bellidir. İtaat edilecek olan şeriat, uyulacak olan sünnet
birdir; birden çok olması, farklılıklar arz etmesi
ve uygulayıcı olan ferdi tereddütler içinde bocalatması
söz konusu değildir.
Hakkında açık kanıt bulunan meselelerde durum
budur. Hakkında kesin kanıt bulunmayan meseleler ile de
karşılaşabiliriz. Zaman geçtikçe, ihtiyaçlar
geliştikçe toplumdan topluma gidildikçe birtakım
farklı problemler ve yeni meseleler ortaya çıkabilir.
Bu meseleleri ve problemleri çözecek kesin nasslar
bulamayabiliriz, ya da kesin nass şurda dursun, bunlar
hakkında hiçbir nass bulunmayabilir. Bunların
yanısıra bu meseleler ve problemler konusunda
akıllar, görüşler ve yorumlar
anlaşmazlığa düşebilir. İslam bu
durumlarda da toplumu şaşkınlığın
kucağında, ölçüsüz, kılavuzsuz yolsuz ve
yordamsız bırakmamıştır, tersine bu
ayrıntılı problemlerin şeriat çerçevesi
içinde nasıl çözüleceğini sisteme
bağlamıştır. Okuduğumuz ayetin kısa
bir cümlesinde içtihat (bilimsel araştırma) yöntemi,
tüm yönleri ile ortaya konmuş, bu yöntemin sınırları
çizilmiş ve hangi temele dayandığı ortaya
konmuştur. Okuyoruz:
"Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düşerseniz, o meselenin
çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz."
Yani bu meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları
nasslara havale ediniz. Eğer dolaylı biçimde
uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman onları yüce
Allah'ın sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere
havale ediniz. Bazı madrabazların söylemeye
yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz, karanlık ve insan
aklının içinden çıkamayacağı derecede
karmaşık bir yöntem değildir. Çünkü İslâm'ın,
hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına alan,
son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler
hayatın bir meselesi için bu dinin ölçülerini,
kriterlerini özümlemiş müslüman vicdanlara yabancı
gelmeyecek genel çerçeveler çizerler. Ayetin devamını
okuyoruz:
"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız."
Sözünü ettiğimiz yüce Allah'a, Peygamber'e ve Allah'ın
şeriatı ile peygamberimizin sünnetine bağlı
devlet yetkililerine inanma, tartışmalı meselelerin
çözümünü Allah'a ve Peygambere havale etme uygulamaları,
bunların hepsi bir arada, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın
hem şartı hem de vazgeçilmez gerekleridirler. Buna
göre işin başında bu şart yoksa iman yok
demektir. Eğer sonradan imanın bu vazgeçilmez sonucu
ile iman arasında bir kopuktuk doğarsa yine iman ortadan
kalkmış olur.
Ayet, bu meseleyi böylesine şartlı bir
kesinliğe bağladıktan sonra ona bir kere de "öğüt",
özendirme ve sevdirme yöntemi ile yaklaşıyor.,
Tıpkı emanet ve adalet konularını işleyen
yukardaki ayette yapıldığı gibi. Hani o ayet
de adaleti ve emaneti sevdiren, teşvik eden bir yorum cümleciği
ile noktalanıyordu. Okuyalım:
"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en
iyi akıbet vaad eden bir tutumdur."
Bu tutum sizin için en yararlı, size geleceklerin en
iyisini vaad eden bir tutumdur. Hem dünyada hem ahirette yararlıdır.
Hem dünya hem de ahirete ilişkin geleceğinizin en iyisi
bu yoldadır. Yani bu yöntemi uygulamanın ucunda sadece
yüce Allah'ın rızası ve ahiret sevabı yoktur.
Gerçi bu sonuç tek başına son derece önemli ve
heyecanlandırıcı bir sonuçtur. Ama bu yöntemi
uygulamak, bunun yanısıra, gerek fertlerin ve gerekse
toplumun bu dünyadaki yakın vadeli geleceği açısından
da en yararlı sonucu beraberinde getirir.
Bu yöntemin anlamı "insan"ın yüce Allah'ın
ortaya koyduğu sistemin avantajlarından
yararlanmasıdır. Herşeyi yaratan, yoktan var eden,
her yaptığı yerinde olan, herşeyi bilen ve gören,
her şeyden haberdar olan Allah'ın sisteminden yani. Bu
sistem insan bilgisizliğinden, insan keyfiliğinden,
insan yetersizliğinden ve insan ihtiraslarından
arınmış bir sistemdir. Bu sistemde hiçbir ferdi,
hiçbir sosyal sınıfı, hiçbir ırkı, hiçbir
milleti, hiçbir kuşağı başka bir
kuşağa karşı kayırmanın yeri yoktur.
Çünkü yüce Allah, herkesin Allah'ıdır. Onun herhangi
bir ferdi, herhangi bir sosyal sınıfı, herhangi bir
ırkı herhangi bir milleti veya herhangi bir
kuşağı diğerlerine karşı kollama,
arkalama tutkusuna -haşa ve kellâ- kapılması söz
konusu değildir.
Bu sistemin diğer bir avantajı, başka bir
üstünlüğü ise insanın yaratıcısı olan
yüce Allah'ın eseri oluşudur. Yüce Allah, insan fıtratının
özünü ve gerçek ihtiyaçlarını herkesten iyi bilir.
Bunun yanısıra bu fıtratın girintili-çıkıntılı
dehlizlerini, kuytu köşelerini, ona nasıl
seslenileceğini ve nasıl yola getirileceğini de
herkesten iyi bilir. Buna göre uygun sistem bulayım diye
tecrübe çöllerinde -haşa ve kellâ- taban tepmesi söz
konusu değildir. Ayrıca insanları bu uçsuz-bucaksız
çölün kumsallarına başıboş salarak
onları bu acı tecrübelerin bedelini ödemek zorunda da
bırakmaz.
İnsanlar maddi buluş ve üretim alanında
diledikleri denemelere girişebilirler. Bu alan insan
aklı önünde uzanan son derece zengin bir alandır.
İnsan aklı da bu ilâhi sistemin nasıl
uygulanacağını irdelemek ile farklı
akıllar arasında tartışma konusu olan
meselelerin kıyas metoduna esas olacak olan yönlerini
kavramaya çalışmalıdır. Bu alanlar
insanın girişeceği tecrübî çalışmalar
için ve akıl yürütmesi için yeterince geniştirler.
Bu sistemin diğer bir avantajı, üstünlüğü,
in.,anın da içinde yaşadığı evrenin
yaratıcısının eseri oluşudur. Bu durum
insana, kuralları evrenin doğal yasaları ile uyumlu
bir sistemi garanti eder. İnsan bu sistemi benimseyince, bu
doğal yasalarla çatışmaya girişmez. Tersine
bu yasalarla uyuşur, onları onaylar ve onlardan
yararlanır. Bağlısı olduğu sistem bütün
bu girişimlerinde ona yol gösterir, onu korur.
Bu sistemin başka bir avantajı, üstünlüğü,
insana yol gösterdiği, onu koruması altına
aldığı gibi, aynı zamanda ona onurlu ve
saygın bir yer verir, aklına sistem içinde çalışma
alanı açar. Sistemin akla ayırdığı ilk
çalışma alanı nasslarını kavramaya,
yorumlamaya yönelik bilimsel çalışmadır, içtihaddır.
Arkasından haklarında nass bulunmayan meselelerin
çözümünü varolan nasslara ya da İslâm'ın genel
ilkelerine havale etme çalışmasına sıra
gelir. Bunun da arkasından insan aklının asıl
çalışma dalına, insan aklının kesin
egemenliği altına verilen temel uğraş
alanına sıra gelir. Bu alan, evrende bilimsel
araştırma yapma, maddi buluş ve üretim konularında
başarılı adımlar atma alanıdır.
Ayetin son cümlesini bir de bu anlattıklarımızın
ışığı altında düşünerek
okuyalım:
"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en
iyi akıbet vaad eden bir tutumdur."
Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor!
Ayetlerin akışı içinde imanın
şartına ve İslâm'ın tanımına, müslüman
ümmetin siyasi altyapısına ve kanun koyma yöntemine
ilişkin bu genel kural belirlendikten sonra bu genel kuraldan
saptıkları halde mümin olduklarını ileri sürenlere
dönülüyor. Bunlar Allah'ın şeriatı
dışında bir kaynağı, "tanımamakla,
karşı çıkmakla emredildikleri Tağut'un" hekimliğine
başvurmakla imanın şartına ve İslâm'ın
tanımına ters düşmüş oluyorlar.
İşte bu tür kimselere dönülerek tutumlarının
şaşırtıcı olduğu belirtiliyor,
bunlar kınanıyorlar, kendileri gibi olanlarla birlikte
şeytanın saptırma girişimleri konusunda
uyarılıyorlar, yüce Allah'a ve Peygamberimize çağrılıp
da bu çağrıya yan çizdiklerinde takınmış
oldukları tavrın münafıklık olduğu açığa
vuruluyor, ayrıca Tağut'un hakemliğine
başvurmaları da imandan çıkmak, hatta daha
baştan iman çerçevesi içine girmemek olarak niteleniyor,
bunun yanısıra bu kınanmış yönteme
uymalarının sonucunda başlarına bir
sıkıntı gelince, karşılarına bir
musibet çıkınca sığındıkları
boş ve asılsız mazeretler anlatılıyor. Bütün
bu yaptıklarına rağmen, yüce Allah, Peygamberimize
bu adamlara karşı hoşgörülü davranmasını,
kendilerine öğüt vermesini öneriyor. Bu ayetler grubu
yüce Allah'ın, peygamberleri ne amaçla gönderdiğini açıklayarak
son buluyor. Peygamberlerin gönderilişinin amacı,
halkın onlara itaat etmesidir. En sonunda da imanın
şartı ve İslâm'ın tanımı kesin ve açık
bir dille, bir kere daha ifade ediliyor. Okuyoruz: