O |
|
O |
|
58-Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek
olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken
adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt
veriyor! Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir.
Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri
hem de ahlak kurallarıdır. Emanetleri, onları
taşıyabilecek yetenekte olanlara yüklemek ve "insan"lar
arasında adalete uygun, yüce Allah'ın sistemi ve
direktifleri uyarınca hüküm vermek.
Emanetler, "en büyük emanet"le başlar. Yüce
Allah'ın, insan fıtratına sunduğu, insan
hamurunun mayasına kattığı, "göklerin,
yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına,
ağırlığından ürkmeleri"ne rağmen
"insan"ın omuzlarına aldığı
emanet. Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba
ile yüce Allah'ı bulma, bilme ve O'na inanma emaneti. Bu
insan fıtratına özgü bir emanettir. İnsan
dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara
gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine
varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk
etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş,
onları evrensel yasalarına uymaya
zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli,
iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına
gerek bırakmamıştır. Yalnız insan
fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan
iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına,
yine kendi yordamı ile Allah'a ulaşma görevini yüklemiştir.
"Allah'ın yardımı ile" diyoruz. Çünkü
yüce Allah "Bizim uğrumuzda cihad edenleri
kesinlikle yollarımıza iletiri z"
buyuruyor." (Ankebut Suresi,
69) İşte bu emaneti insan yüklendi ve gereğini
yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet budur.
Yüce Allah'ın yerine getirilmelerini emrettiği
diğer emanetler, bu "en büyük emanet"in dalları
olarak karşımıza çıkar.
Bu ikinci derecedeki emanetlerin biri bu dini tanıtma,
onun için tanıklık etme emanetidir. Bu emanetin ilk
aşaması kişilik aracılığı ile
tanıtma, tanıklık etme görevidir. Yani müslüman
öyle bir kişilik örneği ortaya koymalı ki, bu
dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve
davranışları ile onun tercümanı
olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde
somutlaşmış görerek "Bu ne güzel, ne iç arındırıcı
vè yararlı bir inanç sistemi! Taraftarlarının
vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla yoğuruyor!"
demelidirler. Müslümanın başkalarına böyle
dedirtebilmesi kişilik aracılığı ile
yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen
bir tanıtma, bir tanıklık yapma olur.
Müslümanın bu dini kişiliğinde
özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye
kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci
aşamasına sıra gelir. Bu aşama insanları
bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü
ve seçkinliğini tanıtma aşamasıdır. Mümin,
İslâm'ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve
uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı
ile yetinemez. Bunun yanısıra insanları bu dine çağırmakla
da yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikçe
omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emanetini yerine
getirmiş sayılamaz.
"En büyük emanet" ağacının
dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler
arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar
arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç
kimsenin hakkını çiğnememe emaneti;
alış-verişlerde, sözleşmelerde, verilmek
üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti;
yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme
emaneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi
yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz haklarını,
mallarını ve sınır boylarını
kollama-gözetme emaneti; kısacası hayatın bütün
alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri
yerine getirme emaneti. Bu saydıklarımızın tümü
yukarda okuduğumuz ayetin yaygın anlamlı
kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri yüce
Allah'ın emri olan emanetlerin
başlıcalarıdır.
"İnsanlar" arasında adalete uygun hükümler
verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm "insanları"
içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş
kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam'ın
istediği adalet sadece müslümanlar arasında geçerli
olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap
ehlini şensiye altına alarak diğer insanları
kapsamı dışında tutacak sınırlı
bir adalet değildir. İslâm'a göre adalet, her insanın,
sırf "insan" olmasından kaynaklanan doğal
hakkıdır. Bu sistemde adalet hakkının tek
gerekçesi insanın "insan" olmasıdır.
İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında
adalet dağıtılırken mümin-kafir, dost-düşman,
siyah derili-beyaz derili, arap-arap olmayan
ayırımı yapılamaz.
Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi
ile karşılaşınca onlar arasında adalet
uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin
böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız
uygulamasını insanlık sadece İslâm'ın
eli altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde,
İslâm toplumunun insanlığa önderlik ettiği
yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslâmdan önce
ve İslâm'ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan
itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi
kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de
tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak
sıfatı olan "insan"likan başka hiçbir
nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, müslümanların söz
sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı
bir rüya olmaktan ileri gidemez.
İslâm'da toplumsal hayatın temelini nasıl
-geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emanet
oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın
temelini de adalet oluşturur.
Emanetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve
insanlar arasında adalete uygun hükümler vermemizi emreden
ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu ilkelerin yüce Allah'ın
öğüdü ve direktifi olduğunu, O'nun ne güzel öğütler
ve direktifler verdiğini hatırlatıyor. Okuyoruz:
"Allah size ne güzel öğüt veriyor!"
Bu ilahi cümle üzerinde birazcık durarak onun
üslubundaki incelikleri, anlatımının içerdiği
esprileri irdelemeye çalışalım: Bilinen sözdizimi
kurallarına göre bu cümle "Ne güzeldir size Allah'ın
verdiği öğüt!" şeklinde olur. Fakat ayetteki
cümle yapısında "Allah" kelimesi başa
alınarak özne yapılıyor ve cümlenin diğer
kelimeleri yüklem konumunda bu özneye bağlanıyor. Böylece
verilen öğüt ile yüce Allah arasında son derece güçlü
bir bağ olduğu mesajı veriliyor.
Ayrıca bu cümlede şu incelik de dikkatimizi çekiyor.
Burada "öğüt" değil, "emir" söz
konusudur. Fakat "emir" denmiyor da onun yerine "öğüt"
deniyor. Çünkü öğüt, emre göre kalbi daha çok
etkileyen, vicdana daha çabuk işleyen; gönüllü, arzulu ve
saygılı uygulamaya dönüşmeye daha elverişli
bir mesaj türüdür.
Bu cümleyi ayetin sonunda yer alan yorum cümlesi izliyor. Bu
cümle ayetin içeriğini yüce Allah'a, O'nun yönetimine,
O'nun korkusuna ve O'na yöneltilen umuda bağlıyor.
Okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah işiten ve görendir."
Ayette emanetleri lâyık olanlara yükleme ve insanlar
arasında adalete uygun hükümler verme yükümlülükleri
dile getirilmişti. Bu yükümlülükler ile yüce Allah'ın
"işitici ve görücü" oluşu arasında hem
açık, dolaysız ve hem de esprili, düşündürücü
bir uyum, bir çağrışım var. Sebebine gelince,
yüce Allah, adalete ve emanete ilişkin meseleleri "işitir"
ve "görür". Ayrıca adalete ilişkin
uygulamalar titiz bir "dinleme" ve görme duyarlığım,
olayları iyi değerlendirme yeteneğini,
şartları ve olguları tutarlı biçimde göz
önünde bulundurmayı, bunların yanısıra
şartların ve dış olguların derinine inen
bir irdeleme çabasını gerektirir. Son olarak da bu iki
emir, herşeyi "bilen" ve "gören" yüce
Allah'tan geliyor.
İmdi, emanetin ve adaletin ölçüsü, kriteri nedir? Bu
ilkeler hayatın bütün alanlarında, bütün
faaliyetlerinde hangi yönteme göre kavramlaştırılacak,
tanımlanacak, belirlenecek ve uygulanacaktır`?
Acaba emanet ve adalet kavramlarının belirlenmesini,
uygulama ve gerçekleştirme yöntemlerini insanların
geleneklerine, uzlaşmalarına, akıllarının
yargılarına ya da keyfi isteklerine mi
bırakacağız?
Akıl, insanın doğruyu bulma ve bilgi edinme araçlarından
biridir. Bu niteliği ile önemli bir ağırlığı
ve değeri vardır. Bu doğru. Fakat insan aklı,
pratikte belirli bir toplumda yaşayan fertlerin ve
gurupların, çeşitli faktörlerin etkisi altında
olan akılları demektir. yani ortada mutlak bir kavram
olarak "insan aklı" diye
adlandırabileceğimiz bir yetenek yoktur. Bunun yerine
"benim aklım", "senin aklın", "falancanın
ya da filâncanın aklı", belirli yerlerde ve dönemlerde
yaşayan "belirli insan guruplarının
akılları" vardır. Bu ayrı ayrı
akıllar da çeşitli faktörlerin etkisi alımda kimi
zaman bu tarafa ve kimi zaman şu tarafa doğru
eğilim göstermekle yakınlaşmaktadırlar.
Buna değişmez bir ölçü gereklidir. Bu çok sayıda
aklın hakemliğine başvuracağı, hükümlerinde
ve düşüncelerindeki doğru ve yanlışları
terazisinde belirleyeceği, yargılarında ve
tasarımlarındaki saçmalıkları,
taşkınlıkları, yanılgıları ve
yetersizlikleri miheng taşına göre tespit edeceği
ortak bir kritere ihtiyacı vardır. Bu noktada aklın
değeri, fonksiyonu şudur: Bu keyfi arzulara göre eğilim
değiştirmeyen, değişik faktörlerin etkisi altında
yön değiştirmeyen kararlı ölçekte ve sabit
kriterde tartılacak hükümlerinin ortaya çıkacak olan
göreceli ağırlıklarını bilecek olan araç
yine odur, başka bir deyimle akıl, kendisi hakkında
verilecek olan yargıyı yine kendisi onaylayacaktır.
Bu alanda insanların kendileri tarafından ortaya
konacak ölçülere, kriterlere güvenemeyiz, bel bağlayamayız.
Çünkü bu ölçülerin kendileri de bozuk olabilir. O zaman
bütün değerler alt-üst olur. insanlar mutlaka dediğimiz
nitelikte değişmez, sağlam bir ölçeğe
başvurmak zorundadırlar.
İşte yüce Allah bu değişmez ölçüyü
bizzat ortaya koyuyor. İnsanlar için ortaya konan bu ilâhi
ölçü, emanet ve adalet de dahil olmak üzere bütün değer
yargılarına, bütün hükümlere ve hayatın bütün
alanlarına ilişkin faaliyet türlerine değişmezlik
ve istikrar kazandırır. Okuyoruz:
|
|
O |
|
O |
|