56- Hiç kuşkusuz ayetlerimizi inkâr edenleri ilerde ateşe
atacağız. Derileri kavruldukça azabın
acısını duysunlar diye kendilerine başka
deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün
iradelidir, hikmet sahibidir. ,
57- İman edip iyi ameller işleyenleri de ilerde içinde
ebedi olarak kalacakları, altından ırmaklar akan
cennetlere yerleştireceğiz. Onlara orada el
değmemiş eşler verilecek, kendileri koyu gölgeler
altına alınacaklardır.
Burada bitmesi söz konusu olmayan bir sahne karşısındayız.
Sürekli yenilenen somut bir sahne. Hayalde canlanıyor ve bir
daha kaybolmuyor, bir tarafa kayıp gitmiyor. Bu sahnenin
hakim imajı korkudur, dehşettir. Fakat sürükleyici,
esir edici cazibesi olan bir dehşettir bu.
Ayette bu tablo bir tek kelime ile göz önünde canlandırılıyor
ve yineleniyor;
...dukça (kullema) kelimesi
ile. Tabloya ürperticilik ve korkunçluk kazandıran ifade "Derileri
kavruldukça" yan cümleciğidir.
Tabloya şaşırtıcılığı ve
alışılmış manzaralarla çelişen
olağan dışılığı katan ifade de
cümlenin öbür yarısı, yani "kendilerine
başka deriler giydireceğiz" temel cümleciğidir.
Bu ürpertici ve korkunç dehşet sadece bir tek şart cümlesinde
odaklaşıyor. Bu kafirlerin cezasıdır. Bütün
iman etme sebepleri varken bile bile seçilen kâfirliğin
cezası. Yani amaçlanmış, istenmiş bir ceza. O
halde davranışa denk düşen bir ceza. Okuyoruz:
"Azabın acısını duysunlar diye.."
Çünkü Allah, ceza vermeye muktedirdir, kararı yerinde
ve hikmete dayalıdır. Okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet
sahibidir."
Şimdi bu sahnenin her noktada
karşılığı, karşıtı olan
bir sahneye çevirelim bakışlarımızı.
Yalazı dalga dalga yükselen alevlerin; acı içinde kıvranan,
kavrulmuş erimiş derilerin, kavruldukça yanma olayı
yeniden yaşasın, çekilen acı yeniden
tadılsın diye yerini başkasına bırakan
derilerin bu bedbaht, elem dolu sahnesinin
karşılığında "İman edip iyi
ameller işleyenler"i gönül okşayıcı,
serin meltemli bahçelerde gezinirken buluyoruz. Bu bahçenin;
"Altlarından nehirler akıyor:"
Ayrıca bu sahnede güvenlik ve vurgulamalı bir süreklilik
ve kalıcılık buluyoruz:
"Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."
Bu bahçelerde, bu bitimsiz ebedilikte bir de el değmemiş
eşler çıkıyor karşımıza:
"Onlara orada el değmemiş eşler verilecek."
Son olarak ılık gölgelerin, bu mutlu tablonun havasında
titreştiklerini fark ediyoruz:
"Onları koyu gölgelerin altına
alacağız."
Burada Kur'an'ın "Kıyamet sahneleri"ne
ilişkin güçlü, imajlı, etkileyici, derin boyutlu
üslûbu uyarınca karşılığın
niteliğinde, görüntülerde, figürlerde ve imajda tam bir
karşıtlık ile yüz yüzeyiz." (Al-i İmran
Suresi, 110)
Aşağıdaki ayetler gurubu İslâm ümmetinin
temel düzenini oluşturan son derece önemli bir konuyu
içeriyorlar. Bu ayetlerin konusu İslâm ümmetinin temel
düzeninde somutlaşmış olarak imanın
şartı ve tanımıdır. Bu konunun önemi ve
ciddiyeti hem konunun kendisinden ve hem de bu ümmetin temel
düzeni ile arasındaki ilişkinin ve bütünleşmenin
biçiminden kaynaklanıyor.
Bu ümmetin yoktan var edicisi ve geliştiricisi,
varlık alemine çıkarıcısı Kur'an-ı
Kerim'dir. Yüce Allah "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış
hayırlı bir ümmetsiniz" buyururken bu gerçeği
tam olduğu gibi ifade etmiştir."°'
Evet, Kur'an-ı Kerim bu ümmeti yoktan var eden, onu
insanlık tarihinin eşsiz-benzersiz ümmeti, ayetin
deyimi ile "İnsanlar için ortaya çıkarılmış
hayırlı bir ümmet" yapmak üzere geliştiren
kaynaktır. Diğer söyleyeceklerimize geçmeden önce bu
gerçeği, yani Kur'an'ın bu ümmeti yoktan var edip geliştirdiği
gerçeğini açıklığa kavuşturmalı,
üstüne basa basa vurgulamalıyız. Gerçekten Kur'an'ın
bu ümmete yönelik fonksiyonu bir yoktan var etme ve geliştirme
fonksiyonudur. Bu fonksiyon bu ümmetin yeniden doğuşu,
hatta "insan"ın bambaşka bir kişilikle
yeniden doğuşu anlamına gelir. Bu olay sosyal
gelişme yolunda bir aşama, evrimleşme yolunda
atılmış bir adım, hatta devrimci bir sıçrama
değildi. Olay hem arap milleti için ve hem insanlığın
tümü için kelimenin tam anlamı ile bir "yoktan
varoluş", bir "yeniden doğuş"
mucizesi idi.
Bu sözlerimizin ışığında cahiliye
şiirine ve İslâm öncesi arap kültürünün diğer
kaynaklarına bakalım. Bu kaynaklara bir bütün halinde
"Arap Divanı" adını veriyoruz. Bu kaynak
arapların en yüksek düzeyli ve en kalıcı kültür
birikimini içerir. Bu birikim içinde arapların hayata,
varlık bütününe, evrene, insana, ahlâka ve insan davranışlarına
ilişkin bütün görüşlerine rastlarız.
Ayrıca onların hayat kriterleri, duygusal deneyimleri, düşünce
ürünleri, kültürel özleri, uygarlık
kazanımları, kısacası tüm varoluşları
bu divanı oluşturan eserlere
yansımıştır.
İşte bu divanın içerdiği kültür
birikimini, düşünceleri, değer
yargılarını, varlık ve hayat görüşünü,
evren ve insana ilişkin bakış açısını,
hayat ve insana ilişkin değerleri, sosyal düzenleme
kurallarını, insan varlığının
varlığına ilişkin bakış açısını,
bu düşünceye dayanan pratik yasal düzenlemeleri Kur'an'ın
ışığında düşünce süzgecinden
geçirelim.
Sonra gerek İslâm öncesi gerek İslâm dönemi arap
pratiğine bakalım. İslâm öncesi dönemin değerlendirmesini
sözünü ettiğimiz Arap divanında somutlaşan
cahiliye düşüncelerinin ışığı
altında, İslâm dönemi pratiğinin
değerlendirmesini de ilahi sistemde somutlaşan Kur'an
kaynaklı düşüncelerin
ışığında yapalım.
Gerek bu divanın içerdiği kültür mirasını
ve gerekse Arap milletinin eski sosyal pratiğini
Kur'an-ı Kerim'in ve İslâm dönemine ilişkin
sosyal pratiğin ışığı altında
incelenince şu kesin ve belirgin sonuca varırız:
İslâm ümmetinin tarih sahnesine çıkışı
ne gelişme aşaması ne bir evrim adımı ve
ne de bir devrim sıçramasıdır. Bu olay
Kur'an-ı Kerim'in yukardaki ayetinde belirtildiği gibi
gerçekten bir "ortaya koyma" olayıdır, Allah
yapısı bir "ortaya koyma". Son derece
şaşırtıcı bir "yoktan var etme",
son derece orijinal ve eşi görülmemiş bir "ortaya
çıkarma" olayı karşısındayız
burada. Sebebine gelince bildiğimiz kadarı ile tarihte
ilk ve son defa bir kitabın sayfalarından somut bir
ümmet fışkırıyor, tarihte ilk ve son defa
kelimelerin arasından hayat "ortaya çıkıyor.
Ama aslında ortada şaşılacak bir şey
yok. Çünkü sözünü ettiğimiz kelimeler, cümleler, yüce
Allah'ın kelimeleri, cümleleri!
Tartışma çıkarmak isteyenler, mızıkçılık
yapmak isteyenler bize söylesinler bakalım: Bu ümmet, yüce
Allah onu kelimeleri-cümleleri aracılığı ile
"ortaya çıkarmadan" önce, Kur'an-ı Kerim
aracılığı ile onu yoktan var etmeden önce
nerede idi?
Arap yarımadasında olduğunu biliyoruz. Mesele o
değil. Mesele şu: İnsanlık ailesi içindeki
yeri, ortak insanlık uygarlığı birikimindeki
konumu, insanlık tarihindeki yeri neresi idi?
Milletlerarası insanlık masasının neresinde
oturuyordu? Bu masaya adını duyuran, damgasını
taşıyan ne gibi bir değer sunabilmişti?
Bu millet bu din sayesinde varlık sahnesine çıktı.
Bu doğru sistem sayesinde oluşumunu gerçekleştirdi.
Sonra elindeki yüce Allah'ın kitabı ile ve
hayatına damgasını basan ilâhi sistem ile önce
kendine çeki-düzen verdi, arkasından bütün insanlığa
önder oldu. Dediğimiz gibi bu kitapla ve bu sistem ile.
Başka bir şeyle değil. Tarih önümüzdedir işte.
Yüce Allah, araplara
"Gerçekten
size nam
sağlayan, öğüt veren bir kitap indirdik size, buna aklınız
ermiyor mu?" (Enbiya Suresi, 10) buyurmuştu.
Yüce Allah'ın bu vaadi gerçekleşti.
Çünkü bu kitaptan kaynaklanan gerekçeler ile bu millet adını
dünyaya duyurdu, tarihin gelişiminde rol oynadı, önce
"insana yaraşır" bir kişiliği,
varoluşu, ikinci olarak da evrensel bir
uygarlığı oldu. Oysa bazı budalalar yüce
Allah'ın arap milletine yönelik bu nimetine karşı
nankörlük etmek istiyorlar. Yüce Allah tüm insanlığa
seslenen son sözünü, sonuncu mesajını araplar ve arapça
aracılığı ile insanlığa sundu. Bu
yolla araplara kişilik, nam, tarih ve uygarlık
bağışladı. Fakat sözünü ettiğimiz
bazı budalalar yüce Allah'ın bu
bağışını inkar etmek istiyorlar, yüce
Allah'ın sırtlarına giydirdiği bu kaftanı
üzerlerinden çıkarmak istiyorlar; kendilerini nama,
şerefe iletmiş olan, hatta aralarından çıkan
İslâm ümmeti sayesinde kèndilerini varolma düzeyine
yükseltmiş olan bu şerefli sancağı parçalamak
yırtmak istiyorlar.
Evet, dediğimiz gibi, Kur'an bu ümmeti varlık
sahnesine çıkardı ve oluşumunu sağladı.
Cahiliye bataklığından tutup çıkardığı
İslâm toplumunun bünyesine tasarladığı yeni
değerleri yerleştirdi. Bu toplumun hayatında ve
fertlerin vicdanlarında bulunan cahiliye değerlerini ve
tortularını silip ortadan kaldırdı. Bu
toplumun yapısını bu "yeniden
doğuş"un esasına göre düzenledi, ya da gerek
duyunca yeniden kurdu.
Yine Kur'an, bu müslüman toplumla birlikte, bu toplumun safında
gerek fertlerinin vicdanlarında ve gerekse sosyal
kurumlarında tortular bırakarak göçüp giden eski
cahiliye ile ve gerekse Medine yahudilerinin, münafıkların
ve Mekke putperestlerinin kişiliklerinde somutlaşan aktüel
cahiliye ile iki yönlü bir savaşa girdi. Bu iki savaş
aynı zamanda ve aynı alanda cereyan ediyordu.
Kur'an-ı Kerim bütün bunları yaparken müslüman
cemaate doğru bir düşünce temeli kazandırarak
işe başlıyor. Bunun için imanın
şartını ve İslâm'ın
tanımını açıklığa
kavuşturuyor. Sonra da bu düşünce sistemini -doğrudan
doğruya bu noktadan- temel düzenine, anayasasına
bağlıyor. O temel düzen ki bu toplumun kişiliğini
çevresindeki cahiliyenin kişiliğinden
ayırıyor, ona insanlar için ortaya çıkarılmış
seçkin ümmetin özelliklerini kazandırıyor, ona
insanlara mesaj verme, onları yüce Allah'a iletme, ilâhi
sistemle bütünleştirme konumu sağlıyor.
İşte aşağıda incelemeye çalışacağımız
ayetler bu temel düzeni, imanın şartına ve
İslâm'ın tanımına ilişkin düşünceden
kaynaklanan ve bu düşünce üzerine oturan alt yapıyı
ele alıp açıklıyorlar.
Bu ayetler bu konuda öncelikle şu noktaları
belikliyorlar, şu sorulara kesin cevaplar veriyorlar: Müslüman
ümmet hayat sistemini hangi kaynaktan alacaktır? Bu
almayı hangi yöntemle gerçekleştirecektir?
Başvuru kaynağından alacağı ilkeleri
nasıl anlayacak, nasıl yorumlayacaktır?
İnsanlar tarafından farklı biçimde yorumlanan ve
haklarında nass bulunmayan yeni meseleler, yeni problemler bu
kaynağa nasıl dayandırılacaktır? Müslüman
ümmet hangi otorite mercilerine niçin itaat edecektir? Bu
mercicilerin otoritesi, yaptırım gücü nereden
kaynaklanır? Okuyacağımız ayetler, bu
soruların ortaya çıkaracağı ilkelerin
"imanın şartı ve İslâm'ın
tanımı" olduklarını belirtiyorlar.
Bu şartlar yerine gelince bu ümmetin siyasi alt yapısı
ile inancı, parçalanmaz ve elementlerine ayrılmaz bir bütünlük
içinde kaynaşmış olur.
İşte aşağıda
okuyacağımız ayetler bu son derece önemli konuyu,
kuşkunun gölgesine bile yer vermeyen bir netlikle açıklığa
kavuşturuyor. Ayetleri okuyunca bu problemin ne kadar kesin
bir üslupla ortaya konduğunu görecek ve kendi kendimize
"Bir müslüman bu hükümleri nasıl tartışma
konusu yapabilir?" diyerek bu konuda tereddüde düşenlere
şaşacağız.
Okuyacağımız ayetlerden biri, müslüman ümmete
diyor ki: Peygamberler, insanlara -Allah'ın izni
çerçevesinde- itaat edilmek üzere gönderildi, yoksa sırf
aldıkları mesajı duyurmak ve insanları ikna
etmek için gelmediler Okuyalım:
"Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın
izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik."
Yine bu ayetlerden birinde İslâm ümmetine deniyor ki:
İnsanlar -ilke olarak- yüce Allah'ın sistemini hakem,
yargı mercii olarak kabul etmedikçe mümin olamazlar. Bu
sistem, ilk önce Peygamberin verdiği kararlarda
somutlaşır, O'ndan sonrada Kur'an ve sünnet kaynakları
halinde varlığını devam ettirir.
İnsanların mümin sayılabilmeleri için bu sistemin
hakemliğine başvurmaları da tek başına
yeterli değildir, aynı zamanda bu kaynağın
vereceği hükümleri teslimiyetle, gönül hoşnutluğu
ile benimsemelidirler. Okuyoruz:
"Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar
aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin
hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin
karara, gönüllerinde hiç bir burukluk duymaksızın,
kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar."
İşte imanın şartı ve İslâm'ın
tanımı budur.
Bu ayetlerin bir başkası da müslüman cemaate
şu mesajı veriyor: Tağut'un, yani yüce Allah'ın
dışındaki herhangi bir yargı merciinin
hakemliğine başvurmaya
kalkışanlarını, gerek bizim peygamberimize ve
gerekse daha önceki peygambere inandıkları biçimindeki
iddiaları geçersizdir, makbul değildir. Bu
iddiaları asılsızdır, Tağutun
hakemliğine başvurmaları bu sözü askıda
bırakmaktadır, çürütmektedir. Okuyoruz:
"Gerek sana gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara
inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun?
Bunlar tanımamakla, karşı çıkmakla
emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak
istiyorlar. Şeytan onları koyu bir
sapıklığa düşürmek istiyor."
Yine bu ayetlerin birinde müslüman ümmete, yüce Allah'ın
indirdiği hükümlerin ve Peygamberimizin hakemliğine
sırt çevirmenin bir münafıklık belirtisi
olduğu söyleniyor. Okuyalım:
"Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygambere
geliniz' dendiğinde o münafıkların senden büsbütün
uzaklaştıklarını görürsün."
Yine bu ayetlerden birinde müslüman cemaate şu mesaj
veriliyor: Kur'an-ı Kerim'e uyarak Allah'a, sünnete uyarak
Peygambere" iman şartının ve İslâm tanımının
kapsamı içinde yer alan, mümin devlet adamlarına itaat
etmek, bu cemaatın iman dayanaklı sistemini ve temel
yasasını oluşturur. Okuyoruz:
"Ey müminler Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet
yetkililerine itaat ediniz."
Aynı ayetin devamında da müslüman cemaate verilen
direktif şudur: Sosyal şartların
değişmesi sonucu önüne çıkan
tartışmalı konuları ve haklarında kesin
delil bulunmayan, yeni ortaya çıkmış meselelerin
çözümünü Allah'a ve Peygamber'e, yani Kur'an'a ve sünnete
havale ediniz. Okuyalım:
"Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde
o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale
ediniz."
Eğer bu ilkeye uyulursa İlâhi sistemin sürekli
egemenliği, hayatın yeni ve tartışmalı
meselelerine ilişkin çözüm üretme fonksiyonu Kıyamete
kadar garantiye alınmış olur. Bu ilk müslüman
ümmetin temel yasasını, siyasî altyapısını
oluşturur. Bunsuz mümin olunamaz. Bu gerçekleşmedikçe
müslüman olunamaz. Çünkü bu ilke belirtilen şartlara
bağlı bir itaati, İslâm toplumunun ileri ve farklı
aşamalarında ortaya çıkacak olan yeni problemlerin
yüce Allah'a ve Peygamberimize havale edilmesini, kesin ve tartışma
götürmez biçimde imanın şartı ve İslâm'ın
tanımı saymaktadır. Okuyalım:
"Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..."
Yukarda
"Hiç kuşkusuz
Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz.
Bunun dışında kalan günahları dilediklerine
bağışlar" (Nisa
Suresi, 48) ayetini incelerken yapmış
olduğumuz açıklamayı tekrar
hatırlayalım. Orada ağırlıklı olarak
?u nokta üzerinde durmuştuk. Yahudiler, yüce Allah'ı
bir yana bırakarak hahamlarını ilâh edindikleri
gerekçesi ile Allah'a ortak koşmakla, müşrik olma
damgasını yiyorlar. Oysa onlar bildiğimiz somut
anlamda hahamlarına, din adamlarına tapmıyorlar.
Yaptıkları şu: Hahamların bazı
şeyleri helâl ve bazı şeyleri de yasak
saymalarını kabul ediyorlar. Hahamlara ilke olarak
egemenliğin kaynağı olma, yasa koyma yetkisini
tanıyorlar. İşte bu gerekçe ile Allah'a ortak koşmuş
sayılıyorlar. O Allah'a ortak koşma ki, yüce Allah
onun dışında kalan bütün günahları
affediyor. İşlenen günah "zina, hırsızlık,
içki içmek" gibi büyük günahlardan biri bile,olsa af
kapsamı dışında tutulmuyor. Böylece meselenin
özü önce yüce Allah'ı tek ilâh bilmeye, arkasından
O'nun egemenliğini ortaksızlığını
tanımaya, ilâhlığın bu önemli karakteristiğini
yüce Allah'ın tekelinde görmeye dayandırılmış
oluyor. Ancak bu çerçeve içinde müslümanın müslüman
kalması, müminin müminlik niteliğini
taşımaya devam etmesi mümkündür; ancak bu çerçeve
içinde müslüman, küçük-büyük her türlü günahının
affedilmesini bekleyebilir. Bu çerçevenin dışı
ise yüce Allah'ın kesinlikle affetmeyeceğini
bildirdiği müşrikliktir, Allah'a ortak koşma suçudur.
Çünkü yüce Allah'ı ilâhlıkta tek bilmek ve
egemenlikteki yetkisinin
sınırsızlığını tanımak
imanın şartı ve İslâm'ın
tanımının gereğidir. Yüce Allah işte bu
gerekçe ile "Eğer Allah'a ve Ahiret gününe
gerçekten inanmışsanız..." buyuruyor.
Az sonra okuyacağımız ayetler gurubunun ana
eksenini bu hayati konu oluşturur. Ayetlerin bunun
yanısıra işledikleri diğer önemli konu
müslümanların adalet ve ahlâk ilkelerini ilâhi sistemin
doğru ve tutarlı esasları uyarınca yeryüzüne
egemen kılmak hususundaki görevleridir. Okuyoruz:
"Allah size emanetleri, onları
taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında
hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah
size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah
herşeyi işiten ve görendir."
Böylece okuyacağımız ayetlerin içeriklerinin
ana hatlarına kısaca değinmiş olduk.
Şimdi bu ayetleri teker teker ele alarak
ayrıntılı biçimde incelemeye çalışalım: