İlk ayetin girişinde yahudilere, yüce Allah'ın
çağrısına ilk olumlu cevap verenlerden
olmalarını gerektiren sıfatları ile, ilk müslümanlar
arasında olmalarını sağlaması beklenen
gerekçeleri ile sesleniliyor. Tekrarlıyoruz:
"Ey kendilerine kitap verilenler, elinizdeki kitabı
onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz."
Kendilerine kitap verilmiş olduğuna göre bu adamların
hidayete ermeleri, doğru yolda olmaları
şaşılacak, tuhaf sayılacak bir gelişme
değildir aslında. Bunun yanısıra söz konusu
kitabı kendilerine vermiş olan yüce Allah, onları
ellerindeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiği
Kur'an'a inanmaya çağırıyor. Bu Kur'an,
onların elindeki Tevrat'ı onayladığına göre
bu çağrının şaşılacak, garip görülecek
bir yanı yoktur.
Eğer iman etmek; kanıtlayıcı delile, açık
gerekçelere dayalı olarak meydana gelseydi, ilk
inananların yahudiler olması gerekirdi. Fakat
karşımızdaki yahudi! Bir sürü çıkarları,
ihtirasları, bunun yanısıra bir sürü kinleri ve
kör inatları var. Yahudi; karakteri gereği, sapık
ve ensesi kalın adam demektir. Nitekim Tevrat onlardan "Kalın
enseli halk" diye söz ediyor! O bundan dolayı iman
etmez. Ama bundan dolayı da şu sert, şu iç karartıcı
tehditle yüzyüze geliyor. Tekrarlayalım:
"...Biz bazı yüzleri çarpıtıp ense
taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını
çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden
elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak
indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz."
"Yüzleri çarpıtmak (tams)" deyimi, yüzlerin
insana ait olduklarını kanıtlayan özellikleri
silmek, onları "ense taraflarına döndürmek"
ise insanları geri geri yürümeye zorlamak anlamına
gelir. Ayetin içerdiği tehdit, herkesin
anladığı somut anlamda olabilir. Yani yahudiler gerçekten
insan yüzlü görünümlerini yitirecekler ve yüzleri arkaya
bakacağı için yürürken gerisin geri gideceklerdir.
Cumartesi gününe ilişkin balık evlama
yasağını çiğnemiş olan yahudilere
verilen lânetlenme cezası da bu adamların fiilen maymun
ve hayvan kılığına sokulmaları
şeklinde gerçekleşmiş olabilir. Bunun yanında
burada sözü edilen "çarpıtma"dan maksat bu
adamların vicdanlarındaki hidayet ve basiret izlerini
silmek; kendilerini Tevrat'ın inişinden önceki
kâfirlik ve cahiliye dönemlerine döndürmek de olabilir.
İmandan sonra tekrar kâfir olmak, doğru yolu bulduktan
sonra yeniden sapıklığa düşmek öylesine dehşetli
bir yüz ve basiret çarpılması, öylesine acı bir
geriye dönüştür ki, bütün geriye dönmeler ve
döndürülmeler onun yanında hiç kalır.
Ayetin maksadı ister o olsun, ister bu olsun;
seslendirdiği tehdit gerek katı kalpli donuk yahudi
karakterine, gerekse onların aşağılık ve
iğrenç davranışlarına uygun, sert ve korkunç
bir tehdittir.
Bu tehdit ile ürperip kendine gelerek hemen müslüman olan
yahudiler vardır. Bunlardan biri ünlü Kââb-ul Ahbâr'dır.
Nitekim İbn-i Ebu Hatem'in İbn-i Nufeyl ve Amr b.
Vakıd kanalı ile Yunus b. Celîs'e dayanarak bildirdiğine
göre Ebu İdris Hulâni şöyle diyor; "Ebu Müslim
Halîlî, Kaâb-ul Ahbar'ın hocası idi. Neden bir an
önce gidip Peygamberimizi görmüyor diye bu öğrencisini
sık sık ayıplardı. Sonunda onu Peygamberimize
gidip nasıl bir insan olduğunu görmeye ikna etti"
(Olayın bundan sonrasını Kââb-ul Ahbar şöyle
anlatır:)
"Binek hayvanımın sırtına atlayıp
Medine'ye vardım. O sırada biri Kur'an okuyordu,
okuduğu ayet şuydu; `Ey kendilerine kitap verilenler,
biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden...
elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak
indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz'. Hemen suya koşup
yıkandım. Bu arada `Acaba çarpıldlm mı?'
korkusu ile sık sık elimi yüzümün üzerinde
gezdiriyordum. Arkasından hemen müslüman oldum. " (Yaygın
rivayete göre Kaab-ul Ahbar, Hz. Ömer zamanında müslüman
oldu. İbn-i Cerir'e dayanan ve daha güvenilir olduğu
belirtilen bu rivayette de Kâab'ın müslüman oluşu bu
ayeti işitmesine bağlanıyor.)
Bu tehdidi izleyen yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor:
"Yoksa Allah'ın emri, her zaman kesinlikle yerine
gelir."
Bu cümle az önceki tehdidi pekiştirir niteliktedir.
Ayrıca yahudinin karakterine de uygundur!
Bunun arkasından ahirete ilişkin bir başka
tehdit geliyor. Bu tehdit, yüce Allah'a ortak koşma suçu dışında
kalan günahların önünde İlâhî rahmet kapısı
açık olduğu ve yalnız bu ağır suçun
kesinlikle af kapsamı dışında olduğunu açıklıyor.
Okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu
bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları
dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak
koşarsa son derece büyük bir iftira günahı
işlemiş olur."
Bu ayetin yahudileri katışıksız imana ve
Tevhide çağıran üslubûndan O'nun yahudileri yüce
Allah'a ortak koşmakla suçladığı
anlaşılıyor. Gerçi burada onların Allah'a
ortak koşma anlamına gelecek hiçbir sözlerinden ya da
davranışlarından bahsedilmiyor. Fakat
Kur'an'ın başka ayetlerinde bu konuda
ayrıntılı bilgi veriliyor. Meselâ bir ayette onların
"Uzeyr, Allah'ın oğludur" dedikleri
anlatılıyor. Tıpkı hristiyanların "Mesih
(İsa) Allah'ın oğludur" demeleri gibi. Hiç
kuşkusuz bu söz Allah'a ortak koşmak(şirk)'tir."
(Tevbe Suresi, 30) Bunun yanısıra Kur'an'da bize gerek
yahudilerin gerekse hristiyanların "Allah'ı bir
yana bırakarak hahamlarını ve papazlarını
ilâh edindikleri" anlatılıyor." (Tevbe
Suresi, 31) Oysa biz biliyoruz ki, ne yahudiler hahamlarına
ve ne de hristiyanlar papazlarına
tapınıyorlardı. Yalnız her iki kesim de kendi
din adamlarının yasa koyma, helâl kılma ve
yasaklama yetkisi taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir.
Oysa bu yetki sırf yüce Allah'ın tekelindedir,
ayrıca bu husus İlahlığın gereklerinden
biridir. İşte Kur'an, bu yüzden onları putperest
(müşrik) saymıştır. İlerde
ayrıntılı biçimde anlatacağımız
gibi, bu ilke İslâm'ın tanımına ve
imanın şartına ilişkin tutarlı düşünce
açısından son derece önemlidir.
Her neyse, sözün kısası Peygamberimizin
zamanında Arap yarımadasında yaşayan
yahudilerin inançları putperestlik hurafeleri ile
karışık ve dolayısı ile tek ilâh inancından
uzaklaşmıştı. Bu yüzden bu ayette yer alan
Allah'ın, kendisine ortak koşma günahı
dışındaki günahları dilediklerine
bağışlayabileceği, buna
karşılık kendine ortak koşma günahını
kesinlikle hoşgörü ile karşılamayacağı,
eğer bir insan dünyada Allah'a ortak koşar da, bu
inancından vazgeçmeksizin yüce Allah'ın huzuruna çıkarsa
affedilmesinin asla beklenmemesi gerektiği şeklindeki
vurgulamalı açıklama, yahudilere yöneltilmiştir.
Allah'a ortak koşma ((şirk)' Allah ile kul
arasındaki ilişkiyi keser. Buna göre yüce Allah'a
ortak koşan bu kimseler eğer bu sapık inanca
bağlı olarak', başka bir deyimle Allah ile
ilişkileri kesik olarak dünyadan ayrılırlar ise hiçbir
affedilme ümitleri kalmaz. Bir insan düşününüz ki, yüce
Allah'a ortak koşuyor, gerek evrenin görünen olaylarında
ve gerekse peygamberlerin getirdikleri bilgilerde Allah'ın
tekliğini kanıtlayan bunca delil,
karşısında dururken bu sapık inançta
ısrar ederek öylece ahirete göçüyor. Eğer o
insanın yapısında iyilik ve
yapıcılık unsurlarından bir teki bile varsa böyle
bir şey yapmaz. Demek ki, yapan insanın yapısı
geri dönülmez biçimde bozulmuş, Allah'ın lekesiz biçimde
kendisine sunduğu fıtratı mahvolmuş,
aşağıların aşağısı bir
bataklığa yuvarlanmış ve kendi eli ile kendini
cehennem hayatına hazırlamıştır.
Yüce Allah'a ortak koşmak açık, belirgin ve bariz
bir günah; çirkin, küstahça ve son derece ağır bir
zulümdür. Bunun dışında kalan bütün küçük ve
büyük günahlara gelince yüce Allah onları dilediği
kullarına bağışlar. Bunlar tümü ile af
kapsamına girerler. Bu affedilme tevbe etme sonucu
olabileceği gibï, Peygamberimizden gelen bazı belgeli
rivayetlerin bildirdiklerine ,göre tevbe etmeksizin de olabilir.
Yeter ki, günahkâr kul, yüce Allah'ın bilincinde olsun
O'nun affını umsun, O'nun kendisini affedebilecek güçte
olduğundan emin olsun, O kendisini bağışlasa
da günah işlemiş olmasının yine de bir kusur
olduğunun farkında olsun. Bu durum yüce Allah'ın
rahmetinin bitmez-tükenmez olduğunu, affediciliğinin ne
bir kapı ve ne de bir kapıcı tarafından
engellenemeyeceğini son derece somut olarak gözlerimizin
önüne serer.
Nitekim Kuteybe'nin, Cerir b. Abdulhamid ve Abdulâziz yolu ile
Zeyd b. Vehb'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu
Zerr (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:
Bir gece dışarı çıkmıştım.
Baktım ki, Peygamberimiz tek başına yürüyüş
yapıyor. Yanında hiç kimse yok. Yürürken yanında
bir başkasının olmasını istemediğini
düşünerek ay ışığı altında yürümeye
koyuldum. Peygamberimiz birden dönerek beni gördü. `Kim o'
dedi. `Kurbanın olayım, Ebu Zerr' diye cevap verdim.
Bana `Gel, ya Ebu Zerr' dedi. Birazcık yanında yürüdüm.
Bir ara bana şöyle buyurdu:
ayeti
inince Peygamberimizin sahabileri bu yolda şahitlik etmekten
vazgeçtiler."
Öte yandan İkrime'nin, Abdullah b. Abbas'a dayanarak
bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine
olsun) şöyle buyuruyor:
"Yüce ve Ulu Allah (celle celâluhu) şöyle
buyuruyor: `Kim benim günahları affetmeye muktedir
olduğumu bilir de, eğer bana ortak koşmuş
değil ise günahlarına aldırış etmeden
kendisini affederim." (Taberanî)
Özellikle bu son hadisin mesajı son derece açıktır.
Demek ki, her şeyden önce kalplerin, yüce Allah'ın,
gerçek anlamı ile bilincinde olmaları gerekir. Bunun
arkasından iyilik, umut, kaygı ve korku bilinçlerine sıra
gelir. Herhangi bir günah işlendiğinde eğer
gerisinde bu özellikler varsa günahkâr kul, takva ve af kapsamında
olduğundan emin olmalıdır.
ŞAŞKIN İNSANLAR
Daha sonraki ayette, Kur'an-ı Kerim, müslümanların
safında Medine yahudileri ile savaşa giriyor. Yüce
Allah'ın "seçilmiş halkı"
olduklarını sanan, kendi kendilerine övünen ve bir
yandan daha önce belirttiğimiz gibi kutsal
kitaplarını tahrif eder, Allah'a ve Peygamberimize dil
uzatırken, öte yandan ilerde anlatacağımız
üzere "Putlara ve Tağut'a" taparken kendilerini
kusursuz göstermeye yeltenen bu şaşkınların
halı hayretle karşılanıyor. Onların
kendilerini kusursuz ilân etmelerinin ve ne kötülük işlerler
ise işlesinler, yine de yüce Allah'ın
yakınları olduklarını sanmalarının
asılsız olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz: