43- Ey müminler sarhoşken ne dediğinizi bilinceye
kadar ve de cünüpken -yolculuk hali dışında-
yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız.
Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri
helâdan gelmiş ise ya da kadınlara
dokunmuşsanız da bu durumlarda su
bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz,
temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah
bağışlayıcıdır, affedicidir.
Burada İslâm sisteminin cahiliye bataklığından
tutup çıkardığı müslüman topluma yönelik
zincirleme eğitim sürecinin bir halkası
karşısındayız. İçki cahiliye toplumunun
köklü ve yaygın bir geleneği, aynı zamanda
ayırd edici bir sembolü idi. O zaten eski-yeni hemen hemen
bütün cahiliye toplumlarının ayırd edici bir
simgesidir. Nitekim o cahiliyenin doruğuna
tırmandığı günlerde eski Roma toplumunun ve
aynı şekilde eski Pers-İran toplumunun da
ayırd edici simgesi olmuştu. Bu kötü alışkanlık
bugün de cahiliyenin doruğunda dolaşan Avrupa ve
Amerika toplumlarının ayırd edici simgesidir. Bu
durum klâsik cahiliye döneminden bile daha ilkel bir cahiliye
dönemi yaşıyan geri kalmış Afrika
toplumlarında da aynen böyledir.
Modern cahiliye uygarlığının en
gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç'te geçen
yüzyılın ilk yarısında her ailede, gündelik
bir içki seansı düzenlenirdi. Kişi başına tüketilen
içki miktarı ortalama olarak yirmi litre dolaylarında
idi. Bu durumun tehlikeli olduğunu ve alkolikliğin
hızla yayıldığını gören hükümet
içki satışını azaltmaya, tüketimini
frenlemeye yöneldi ve bunun için herkese açık yerlerde içki
içmeyi yasakladı. Fakat birkaç yıl sonra bu
sınırlamaların gevşetilmeye
başladığı görüldü. Önce yemek yeme
şartı ile lokantalarda içki içilmesine izin verildi.
Arkasından belirli halka açık yerlerde gece
yarısına kadar içki içmek serbest bırakıldı.
Gece yarısından sonra sadece bira içilebiliyordu.
Şimdilerde ise İsveç gençliği arasında
alkoliklik katlanan bir hızla yayılmasını sürdürüyor!
Amerika'ya gelince bir zamanlar hükümet bu kötü alışkanlığa
son vermeye girişti. Bu amaçla 1919 yılında
alaycı bir ifade ile "Kurutma Kanunu" diye
adlandırılan bir kanun çıkarıldı.
Çünkü bu kanun içki aracılığı ile "ıslanmayı"
yasaklıyordu! Kanun on dört yıl yürürlükte kaldı,
fakat 1933 yılında hükümet bu kanunu yürürlükten
kaldırmak zorunda kaldı.
Bu süre içinde bütün basın ve yayın
organları seferber edilerek müthiş bir anti-alkolizm
kampanyası yürütüldü. Bu uğurda birçok propaganda
filmleri çekildi, çok sayıda bilimsel konferans verildi.
Yapılan hesaplara göre devlet bu anti-alkolizm kampanyası
için altmış milyon dolardan fazla para harcadı.
Sırf bu amaçla yayınlanan kitaplar ve broşürler
onlarca milyon sayfa tutuyordu. Devlet on dört yılda bu
kanunu yürütebilmek için Mısır parası ile iki yüz
ellimilyon harcamak zorunda kaldı. Bu kampanya boyunca
üçyüz kişi idam edildi, beşyüz otuziki bin üçyüz
otuzbeş kişi hapse atıldı. Kesilen para
cezalarının toplam Mısır parası ile
onaltı milyona ulaştı. Ayrıca bu kanuna göre
el konan malların değeri yine Mısır para
birimi ile dörtyüz milyon tutuyordu. Peki sonunda ne oldu?
Hükümet bunca çabadan sonra geri adını atarak bu
kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
İslâmiyet'e gelince o cahiliye toplumunun bu derin yarasını
Kur'an'ın birkaç ayeti aracılığı ile köklü
çözüme kavuşturdu.
İşte gerek psikolojik hastalıkları ve
gerekse sosyal rahatsızlıkları tedavi etme
konusunda ilahi sistem ile eski-yeni bütün cahiliye sistemleri
arasındaki fark budur.
Alkollü içki tutkunluğunun cahiliye toplumunda ne derece
yaygın bir hastalık olduğunu kavrayabilmek için o
dönemin gözde edebiyat türü olan şiire
başvurmamız gerekir. O dönemin şiirlerini okurken
"alkollü içki"nin başta gelen edebi malzemelerden
ve en çok işlenen edebi temalardan biri olduğunu görürüz.
Tıpkı sosyal hayatın en temelli unsurlarından
biri olduğu gibi.
Bu toplumda içki ticareti o kadar yaygındı ki,
"ticaret" kelimesi içki alış-verişi ile
anlamdaş hale gelmiş, "ticaret" denince hemen
akla içki alım-satımı gelir olmuştu. Nitekim
ünlü muallâka şairi Lebid şöyle diyor:
"Ben o içki meclisinin baş sohbetçisi oldum.
İçkiler flâmasının dikildiği ve
pahallandığı nice yere ilk koşan ben oldum."
Şair Amr b. Kamia'nın şu beytinde de "ticaret"
teriminin alkollü içki anlamında
kullanıldığını görüyoruz:
"Elbisemi ve içindekini (kendimi) sürüklüyordum hani
En yakın içki satış yerine doğru ve
sarhoşluğu silkeliyordum."
İçkili toplantılara ilişkin tasvirler ve
övgüler cahiliye şiirinde sık sık
karşılaşılan ve bu şiire damga basan
temaların başında gelir. Meselâ ünlü muallâka
şairi İmri-il Kays şöyle diyor:
"Çocukluk çayı artık geride bıraktım.
Fakat hayattan sadece şu dört şey ile yoldaş
olmayı bekliyorum.
Bunlardan biri içki arkadaşlarıma, "Haydi
buluşalım" demektir. Yeşil bir çimenlikte,
dere başında geceleyin içki alemi yapalım
Bunlardan biri de üzerine ok atılan atları yüreklendirip
şaha kaldırmaktır. Korkudan güvenli bir kuytuluğa
sığınmaya kalkışan atları.
Bir başka ünlü Muallâka şairi olan Tarafa b. Abd
da şöyle diyor:
"Eğer soylu bir delikanlının hayatına
anlam kazandıran şu üç şey olmasaydı Dedemin
ölüsünü öpeyim ki, son ziyaretçilerimin hayatımdan umut
kesip ne zaman yanımdan kalktıklarını hiç
umursamazdım.
Bunlardan biri sabahleyin her sarhoştan önce davranarak
içki içmektir. Sürekli şekilde içki içerim, coşarım.
Hem kendi kazandığım ve hem de bana miras kalan
her şeyi satar savururum.
Tüm kabilem beni bırakıp kaçıncaya,
Ve ölüme terk edilmiş sünepe deve gibi yalnız
başıma kalıncaya kadar.
Yine ünlü bir cahiliye dönemi şairi olan A'şâ'nın
bir şiiri şöyledir: "İyi bilirsin ki, ben içki
içerim
Hem evimde otururken ve hem de yolculuk sırasında
Çayırda o kadar o kadar geç vakte kadar içerim ki,
"Çayıra çöken gece karanlığı amma
da uzadı" dedirtirim."
Bir başka tanınmış eski arap şairi de
şunları söylüyor:
"İçki içerim
Küçük ve büyük kadehler ile Sarhoş olunca artık
ben
Masallardaki konak ve sedir saraylarının sahibiyim
Fakat ayılıverince, o zaman ben
Sadece körpe kuzunun ve devenin sahibiyim" Cahiliye
şiirinden bu tür örnekler pek çoktur.
İslâm toplumunda içki yasaklamasının çeşitli
aşamaları boyunca enteresan olaylar yaşandı.
Bu olayların tanınmış kahramanları
vardır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Abdurrahman b. Avf
ve bunlar ayarında daha birçok ünlü isim bu kahramanlar
arasında yer alır. Gerek bu enteresan olayları ve
gerekse bu olayların ünlü kahramanlarını göz
önüne getirince alkollü içki tutkunluğunun cahiliye dönemi
Arap toplumunda ne kadar yaygın bir hastalık
olduğunu, başkaca ayrıntılı bilgiye hacet
kalmadan kavrarız.
Bir rivayete göre Hz. Ömer, nasıl müslüman olduğunu
anlatan hatıraların bir yerinde der ki; "Ben
cahiliye döneminde müthiş bir ayyaştım. Öyle ki,
sürekli olarak `Falanca ayyaş ile buluşalım da
birlikte içelim' diye konuşurdum."
Hz. Ömer müslüman olduktan sonra da şu ayet ininceye
kadar içki içmeye devam etti:
"Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki;
`Onların ikisinde de büyük günah vardır.
İnsanlara bazı yararları varsa da günahları
yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine "Allah'ım,
bize içki hakkında kesin ve doyurucu bir açıklama
yap" diye dua etti ve içki içmeye devam etti. Bir süre
sonra incelemekte olduğumuz ayet indi:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye
kadar namaza durmayınız."
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine de "Allah'ım,
bize içki hakkında kesin ve doyurucu bir açıklama
yap" diye dua ederek yine içki içmeye devam etti. Ta ki,
şu kesin yasaklama ayetleri ininceye kadar:
"Ey müminler! İçki, kumar, anıt
taşları ve fal okları şeytan işi
iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa
eres
iniz."
"Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık
ve kin tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son
veriyorsunuz, değil mi?" (Maide Süresi, 90-91)
Bu ayetlerin inişi üzerine Hz. Ömer "Son
verdik, son verdik" dedi ve içkiyi kesinlikle bıraktı.
"Ey müminler, sarhoşken namaza
durmayız..." diye başlayan ayetin iniş
sebebine ilişkin iki rivayet vardır. Bu iki rivayetin
zincirinde muhacirlerden Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf ile Ensârdan
Saad b. Muaz vardır. Rivayetlerin anlattığı
olaylar şöyle:
İbn-i Ebu Hatem'in Yunus b. Habib yolu ile Ebu Davud'a
dayandırarak bildirdiğine göre Musab b. Saad şöyle
diyor: "Saad hakkında dört ayet indi. Şöyle ki,
bir defasında Ensardan biri yemek hazırladı,
Ensardan ve Muhacirlerden bazı arkadaşları çağırdı.
Yedik, içtik, sonunda sarhoş olduk. Arkasından
övünmeye başladık. Bu arada arkadaşlardan biri
devenin çene kemiği ile Saad'ın burnunu yaraladı.
Bu olaydan sonra Saad'ın burnu yaralı kaldı. Bu
olay içkinin yasaklanmasından önce olmuştu. Bunun
üzerine "Ey müminler, sarhoşken namaza
durmayanız..." ayeti indi" (Bu hadis,
Şubeden rivayet edilmiş olarak ayrıntılı
şekilde Müslim'de yer alır.)
İbn-i Ebu Hatem, Muhammed b. Ammar, Abdurrahman b.
Abdullah Deştukî, Ebu Cafer ve Ata b. Saib yolu ile Ebu
Abdurrahman Es-Selemî'ye dayandırarak bildirdiğine göre
Hz. Ali şöyle diyor; "Bir defasında Abdurrahman b.
Avf yemek hazırladı ve bizi evine çağırdı.
Bu arada bize içki de verdi. İçince sarhoş olduk.
Namaz vakti gelince bir arkadaşımızı
imamlığa geçirdiler. Arkadaşınız ne
dediğini bilmediği için
Kâfirûn
suresini `Kul ya eyyuhel kâfirun
maa'budu ma ta'budûn ve nahnu na'budu mata'budûn' (Manası
şudur; De ki, Ey kafirler ben sizin
taptıklarınıza tapmam. Biz ise sizin
taptıklarınıza taparız.) biçiminde okudu.
Bunun üzerine `Ey müminler, sarhoşken
ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız' ayeti
indi.
Cahiliye toplumunda içki tutkunluğunun ne kadar
yaygın bir hastalık olduğunu kanıtlamak için
daha çok rivayete, daha çok örneğe yer vermemize gerek
yok. Sözün kısası içki ve kumar bu toplumun
geleneklerinde bariz ve içiçe girmiş iki hastalık idi.
Peki, ilâhi sistem bu yaygın geleneğe
karşı çıkmak için ne yaptı? Hiçbir ciddî,
sağlıklı, bilinçli ve dengeli toplumun bünyesinde
yer vermeyeceği bu hastalığa karşı
İslâm ne yaptı? Bu sistem bir yandan birçok sosyal
gelenekle içiçe girmiş, bir yandan da birçok ekonomik çıkara
malzeme olmuş bu köklü alışkanlıkla
nasıl mücadeleye girişmiştir?
İlahî sistem bütün bu problemleri aşama aşama
inen birkaç ayet aracılığı ile ve
yumuşak ve soğukkanlı bir yaklaşımla
çözüme kavuşturdu. Bu mücadeleyi savaşsız,
kurbansız olarak ve hiç bir kimsenin kamı
akıtmaksızın kazandı. Akan sadece şarap
fıçı ve tulumları ile sarhoşların
ağızlarındaki son içki yudumları oldu.
Çünkü az sonra anlatılacağı gibi adamlar içki
yasağını ilân eden ayeti işitince
ağızlarındaki içki yudumlarını
yutmamışlar ve dışa tükürmüşlerdi.
İslâm'ın ne devlete ve ne de otoriteye sahip
olmadığı sadece Kur'an'ın otoritesine sahip
olduğu Mekke döneminde bu sistemin içki ile ilgili görüşünü
çıtlatan bir ayet indi. İslâm'ın bu konuda ne düşündüğü
bu ayetin kelimeleri arasında çıkan bir işaretle
sezilebiliyordu.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Hurma ağaçlarının meyvalarından ve
üzümlerden içki ve temiz besin elde eder
siniz..."
(Nahl Suresi, 67)
Bu ayette o zamanki Arapların hurma meyvalarından ve
üzümden elde ettikleri sarhoşluk verici içki, temiz
besinlerin karşısına konuyor, böylece içki ile
temiz besinin ayrı nitelikte şeyler olduğu îma
ediliyor. Bu ima körpe müslümanın vicdanına hafifçe
dokunan bir fiskeden ibaretti.
Oysa içki alışkanlığı -daha
doğrusu içki geleneği- kişisel
alışkanlık boyutlarını aşan bir
derinliğe sahipti. O ekonomik kökleri olan bir sosyal
gelenekti. Bu yüzden böylesine okşayıcı ve
dolaylı bir fiskeden etkilenmeyecek derecede köklü idi.
İslâm'ın devlete ve otoriteye sahip olduğu
Medine'de de içkiyi devlet gücü ile, kılıç zoru ile
yasaklama yoluna başvurulmadı. İlk önce Kur'an
otoritesi ' devreye kondu.
Böylece ilâhi sistem. kollarını sıvayarak
işe koyuldu. Çalışma yöntemi yumuşaklığa,
zorlamasızlığa, insan psikolojisine ve toplumsal
şartlara ilişkin engin bilgiye dayanıyordu.
İlk önce müslümanların sorduğu sorulara cevap
niteliği taşıyan bir ayetle işe
girişildi. Bu sorular içkiye ve kumara karşı müslümanların
vicdanlarının uyanmak üzere olduğunu simgeleyen
ilk şafak ışıklarının müjdecisi
idi. Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki;
`Onların ikisinde de büyük günah vardır.
İnsanlara bazı yararları varsa da günahları
yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
Bu ilk sesleniş idi. Bu ses müslümana akla yakın ve
sıcak geldi, ayrıca İslâm hukukunun mantığı
ile de bağdaşıyordu. çünkü her hangi bir
şeyin helâl, haram ya da mekruh olmasının
dayanağı ve gerekçesi o şeyde günahın
mı, yoksa yararlılığın mı
baskın olduğu sorusunun cevabı idi. Madem ki, içkinin
ve kumarın günahı, faydasından daha büyüktü,
mesele yok, burası yol ayrımı noktası oldu.
Fakat mesele bundan daha derindi. Nitekim bu yüzden Hz. Ömer
-Evet, Hz. Ömer!- "Allah'ım, bize içki konusunda
kesin, doyurucu bir açıklama yap" demişti.
Sırf bu olay bile bu geleneğin Arap toplumu içinde ne
kadar derin köklere sahip olduğunu göstermeye yeterli idi.
Arkasından da az önce anlattığımız,olaylar
meydana geldi ve bu olaylar üzerine
"Ey
müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar
namaza yaklaşmayınız." ayeti
indi.
Böylece ileri görüşlü ve yumuşak yüzlü metod
fonksiyonunu yürütmeye başladı.
Bu ayetle atılan adım, günahı faydasından
daha büyük olduğunu gerekçe göstererek insanları içkiden
nefret ettirmek ile şeytan işi bir iğrençlik olduğu
gerekçesine dayanarak onu kesinlikle yasaklamak arasında bir
orta aşama oluşturuyordu. Bu orta aşamanın
fonksiyonunu "içki alışkanlığını
kırmak" ya da "alkolikliğin beline darbe
vurmak" idi.
Sebebine gelince bu aşamada namaz vakitlerine yakın
saatlerde içki içmek yasaklanıyordu. Öte yandan namaz
vakitleri gündüzün değişik saatlerine
dağılmıştı. Namaz vakitleri
arasındaki zaman aralıkları içki tutkunlarını
tahmin edecek derecede içki içip de sonra "ne dediklerini
fark edecek" oranda ayılmalarına yetecek
genişlikte değildi. Üstelik alkoliklerin gelenekleştirdikleri
belirli vakitli içki seansları vardı. Meselâ
"sebuh" sabahleyin içilen içki ve "gabûk"
akşamleyin içilen içki demekti. Oysa şimdi bu seanslar
ya bir namaz vakti ile çakışıyor, ya da biraz
sonrasında namaz vakti giriyordu. Bu durumda müslümanın
vicdanı namazı kılmak ile. içki içme hazzını
yaşamak arasında kalıyordu. Üstelik bu vicdan,
namazı hayatının temel direği olarak
algılama bilincine ermişti.
Bununla birlikte Hz. Ömer -evet, Hz. Ömer gibi seçkin bir
müslüman!"Allah'ım, bize içki konusunda kesin ve
doyurucu bir açıklama yap" demişti.
Sonra zaman geçti, olaylar birbirini izledi ve kesin darbeyi
indirmek için sistemin öngördüğü uygun zaman geldi.
Bunun üzerine Maide suresinde yer alan yukarda okuduğumuz
şu iki ayet indi. Bu ayetleri tekrar okuyalım:
"Ey müminler! İçki, kumar, anıt
taşları ve fal okları şeytan-işi
iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa
eresiniz
."
"Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık
ve kin tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son
veriyorsunuz, değil mi?" (Maide Suresi, 90-91)
Müslümanlar bu emri işitir-işitmez gerçekten
içkiyi bırakıverdiler; her tarafta şarap fıçıları
ve şarap testileri kırılarak içlerindeki içkiler
sokaklara döküldü. Hatta bu emri içki içerken işiten ve
henüz ağzına aldığı içki yudumunu
yutmamış olan müslümanlar da ağızlarında
bulunan bu içki yudumlarını dışarıya tükürdüler.
Kur'an-ı Kerim davayı kazanmıştı, ilâhi
sistem başarıya ulaşmış ve güç
kullanmak gereğini duymaksızın otoritesini kabul
ettirmişti!
Fakat bu nasıl olmuştu? Tarihte başka hiç bir
örneğine rastlanmayan, bütün zamanların ve bütün
ülkelerin yasal düzenlemelerinde, hukukî deneyimlerinde ve
devlet yönetimi uygulamalarında başka bir eşi
bulunmayan bu mucize nasıl gerçekleşmişti?
Bu mucize gerçekleşti. Çünkü ilahi sistem, insan
psikolojisine kendine özgü yöntemi ile yaklaştı. Bu
psikolojiye Allah otoritesi, Allah korkusu ve Allah gözetimi, bir
an bile Allah'ın denetimi
dışında,kalamayacağı gerçeği ile
karşı karşıya bıraktı. Onu
birbirinden kopuk istek ve arzuları ile değil, bir bütün
olarak ele aldı. Kısacası insan
fıtratını, bu fıtratın
yaratıcısı olan yüce Allah'ın reçetesi uyarınca
tedavi etmeye koyuldu.
İnsan ruhunu öyle büyük idealler ile doldurdu ki, orada
içki neşesi ile sarhoşluk hayalleri ve
sarhoşluğun beraberinde getirdiği kof övünme ve
böbürlenmeler ile doldurulacak bir boşluk
bırakmadı.
Bu din, insan ruhunun boşluklarını büyük
idealler ile doldurdu. Bu ideallerden biri tümü ile insanlığı,
şu şaşkın insanlığı cahiliyenin
kupkuru çölünden, bu çölün kavurucu sıcaklığından,
çarpıcı karanlığından, onur
kırıcı tutsaklığından ve boğucu
dar görüşlülüğünden çıkarıp İslâm'ın
büyüleyici bahçesine, bu bahçenin ılık meltemine,
parlak aydınlığına, onurlu özgürlüğüne
ve dünya ile Ahireti kapsayan ufuk genişliğine
kavuşturmaktır.
Yine bu sistem, insan ruhunun boşluğunu -en önemli
ideali olan- iman ideali ile; o ılık meltemli, gönül
okşayıcı, iç doyurucu ve çekici duygunun coşkusu
ile doyurdu. Böylece insan ruhunun; içkinin yalancı
neşesine, bu neşenin asılsız, hayalleri içinde
yüzmeye, kandırıcı rüyaları içinde sayıklamaya
artık ihtiyacı kalmadı. Çünkü o, imanın
parlak kanatları ile yüce ruhlar aleminin aydınlığına
doğru uçuyordu artık. Yüce Allah'ın
yakınında, nûrunun ve yüceliğinin gölgesi altında
yaşıyordu. Bu eşsiz yakınlığın
tadına vardığı için içkinin tadından ve
neşesinden iğreniyor, onun sarhoşluğunu ve
coşturuculuğunu reddediyor, pisliğinden ve
işin sonundaki burukluğundan tiksiniyordu.
Bu ilâhi sistem, fıtratı cahiliye
hayatının tortularından arındırdı,
onun kapısını başka bir anahtar ile açılamayacak
olan kapısını -kendi şifreli anahtarı ile
açıp içine girdi; köşe-bucaklarında, giriş
yollarında, dehlizlerinde ve kuytuluklarında gezindi.
Buralara aydınlık, canlılık,
arınmışlık, temizlik, uyanıklık,
idealizm, iyiliğe ve büyük işlere koşma gayreti
ile yeryüzü halifeliği şevki aşıladı.
Bu işi her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan yüce
Allah'ın fıtratın mayasına koyduğu
kurallar uyarınca, bunun yanısıra yüce Allah'ın
buyruğu, şartları, kılavuzluğu ve
ışığı uyarınca yaptı.
Şimdi, içki tutkunluğu, kumar tutkunluğu,
bunların yanısıra diğer birçok alışkanlıkların
tutkunluğu, sözde sportif oyunlar tutkunluğu, bu
oyunlara seyirci olma tutkunluğu, hız-yarış
tutkunluğu, sinema tutkunluğu, "moda" ve
"çıplaklık" çılgınlığı,
boğa güreşleri tutkusu; günümüz cahiliye uygarlığının,
endüstri çağı cahiliyesinin, bilinçsiz insan
sürülerini kendinden geçiren bir sürü hobilerini ve gülünç
ihtiraslarını düşününüz.
Bütün bunlar günümüz insanının pençesinde kıvrandığı
ruh boşluğunun göstergeleridir. Bu ruhlar en başta
imandan yana, ikinci derecede de insan enerjisini yararlı biçimde
kanalize edecek büyük ideallerden ve yüce ülkülerden yana boşturlar.
Bu durum, bu uygarlığın insan enerjilerini normal
yollardan tatmin edemediğinin, bu konuda iflasa
uğradığının somut ve açık
ifadesinden başka bir anlama gelmez. İşte
insanları içkiye ve kumara sürükleyen, onları az
önce saydığımız deliliklerin ve çılgınlıkların
pençesine düşüren temel faktör; bu ruh boşluğu
ve bu fıtri enerjileri doyuma kavuşturma alanındaki
uygarlık iflâsıdır. Ayrıca
zamanımızın insanlarını bildiğimiz,
somut "deliliğin" çeşitli psikolojik ve
sinirsel hastalıkların ve anormalliklerin
kucağına atan sebep de yine bu boşluk ve bu iflâstır.
İslâm sisteminde bu eşsiz içkiyi bıraktırma
mucizesini gerçekleştiren faktör, ilgili ayetlerin
kelimeleri değildir. Bu mucizeyi gerçekleştiren faktör;
bu kelimelerin belirdiği, ilkeleştirdiği sistemdir.
"İnsan işi" olan değil,
"insanların Rabbinin işi" olan sistem.
İşte, bu sistem ile insanların benimsedikleri ve
fazla işe yaramadığı tecrübelerle kanıtlanmış
olan bütün kul sistemleri arasındaki köklü fark bu
noktada yatar.
Mesele sadece söz söylemek değildir. Sözler çoktur.
Herhangi bir filozof, herhangi bir şair, herhangi bir düşünür,
herhangi bir devlet adamı sistem, akım ve felsefe ekolü
görünümü veren parlak ve tutarlı bir takım
yazılar yazabilir veya sözler söyleyebilir. Fakat insanların
vicdanları bu sözleri veya yazıları otoriteden
yoksun sesler ya da yazılar olarak
algılayacaklardır. Çünkü bu yazılar ve sözlere
ilişkin olarak "yüce Allah hiçbir güç, hiçbir
destek indirmiş değildir." (Yusu
f
Suresi, 40) Çünkü kelimelere
güç veren, ve otorite kazandıran faktör bunların
kaynağıdır. Üstelik insan kaynaklı sistemler,
bu niteliklerinin kaçınılmaz gereği olarak
yapılarında birçok yetersizlikler, şahsî
ihtiraslar, bilgi eksiklikleri ve noksanlıklar
taşırlar.
Acaba herşeyi bilen ve her şeyden haberdar olan
yaratıcının sistemini bir yana bırakarak
insanlar için hayat düzeni ortaya koymaya kalkışanlar,
hikmetli ve geniş görüşlü yaratıcının
koyduğu kanunları bir yana bırakarak insanlar için
başka yasalar koymaya yeltenenler, toplumlara
yaratıcı ve tasarlayıcı Rabbimizin
ilkelerinden başka ilkeler empoze etmeye
kalkışanlar acaba bu yalın, bu çıplak gerçeği
ne zaman kavrayacaklar?
Evet, acaba bu adamlar bu kendini beğenmişlik
kompleksinden ne zaman kurtulacaklar ve bu saçma ukalâlığa
ne zaman son verecekler?
Bu ara açıklamayı burada noktalayarak yeniden ayetin
incelemesine dönelim:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye
kadar ve de cünüpken -yolculuk hali dışında-
yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız.
"
Bu 'ayet, müslümanlara sarhoşken -ne dediklerinin
farkında oluncaya kadar- namaza durmayı
yasakladığı gibi cünüpken de -yolculuk durumu dışında-
yıkanmadıkça namaz kılmayı yasaklıyor.
Yalnız bu ayette yer alan "Yolculuk" ve
"Namaza yaklaşma" deyimlerinin ne anlama geldikleri
tartışmalıdır.
Bir görüşe göre ayetin anlatmak istediği
şudur: Cünüp olan kimse yıkanmadıkça camiye ne
yaklaşabilir ve ne de içine girip .durabilir. Yalnız
eğer yolu caminin, mescidin ïçinden geçiyorsa bu durumda
camiye, mescide girip çıkmasının
sakıncası yoktur. Sebebine gelince Peygamberimizin
zamanında bazı sahabilerin oturdukları
odaların kapıları mescide açılıyor ve
evlerine gidiş-dönüş yolları mescidden geçiyordu.
İşte bu ayette bu kimselere cünüpken mescidden geçiş
izni verilmiş oluyordu. Yalnız yıkanmadıkça
mescidde kalamayacaklar ve tabiî olarak namaz kılamayacaklardı.
Başka bir görüşe göre ise buradaki "Namaza
yaklaşmak" deyimi namaza durmak, namaz kılmak
anlamındadır. Böyle olunca bu ayet, yolcu olmayan bir
cünübün namaz kılmasını yasaklıyor. Cünüp
kimsenin yıkanmadıkça camiye ya da mescide girip namaz
kılabilmesi için teyemmüm etmesi gerekir. Bu durumda
teyemmüm, yıkanmanın, boy abdesti almanın yerine
geçmiş olur. Tıpkı abdest almanın yerine geçtiği
gibi.
Birinci görüş daha haklı ve daha mantıklı
gibi görünüyor. Çünkü ikinci varsayım, yani yolculuk
durumu aynı ayetin daha sonraki cümlelerinde anlatılıyor.
Bu yüzden eğer ayetin başlangıcındaki bu
"Yolculuğu" normal yolculuk anlamına
alırsak o zaman aynı ayette bir hüküm iki defa
tekrarlanmış olur ki, bunun hiçbir zorunlu gerekçesi
yoktur. Şimdi de ayetin devamını okuyoruz:
"Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri
helâdan gelmiş ise ya da kadınlara
dokunmuşsanız da bu durumlarda su
bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz,
temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah
bağışlayıcıdır, affedicidir."
Bu ayet hem cünüp olup yıkanması, boy abdesti
alması gereken yolcunun durumunu ve hem de abdestini bozup
abdest alma zorunluluğu ile karşı karşıya
kalan yolcunun durumunu kapsamına alır.
Ayet bu yolcunun durumu ile cünüp olan ya da abdestsiz olan
hastanın durumunu, yanısıra helâdan gelen (Ayet-i
Kerimede hela Gait şeklinde ifade edilmektedir. Gaitten
maksat o dönemde insanların tuvalet ihtiyaçlarını
gidermek için kazdıkları çukura denir. Ayette kazılan
çukura def-i hacette bulunmanın zikredilmesi yerine "O
çukurdan gelme" ifadesi kullanılmıştır.
ilahi kelama layık bir üslubtur.) yani abdest bozup abdest
alması gereken kimsenin durumunu ve bunlara ek olarak
"kadınlara
dokunanlar"ın durumunu
aynı sayıyor, bir görüyor. Yalnız ayette önemli
bir incelik var. "Helâ" insanların abdest
bozdukları çukur yerler demektir. Buradan abdest bozma
eylemi "helâ"dan gelme biçiminde son derece nazik ve
dolaylı bir dille ifade ediliyor.
"Kadınlara dokunma" deyimi hakkında da
değişik görüşler, farklı yorumlar
vardır. Şöyle ki:
Bir görüşe göre bu deyim "Cinsel ilişki
işi"ni anlatmak isteyen dolaylı bir ifadedir. O
zaman bu eylem, tabii ki, yıkanmayı, boy abdesti
almayı gerektirir.
Başka bir görüşe göre bu deyim gerçekten bildiğimiz
dokunma, yani erkek vücudunun herhangi bir organının,
kadın vücudunun herhangi bir yerine
değmesi anlamına gelir. Bu durum bazı
fıkıh mezheplerine göre abdest almayı gerektirir,
bazı mezheplere göre böyle bir gereklilik doğurmaz. Bu
mesele ile ilgili ayrıntılı tartışmalar
fıkıh kitaplarında bulunabilir. Biz bu
tartışmaları kısaca şöyle
özetleyebiliriz:
a- Erkek ile kadının birbirine dokunmaları
kesinlikle abdest tazelemeyi gerektirir.
b- Eğer dokunan ve dokunulan taraflar bu dokunma eylemi yüzünden
nefislerinde bir uyanma hissetmişler ise o zaman bu dokunma
eylemi abdest yenilemeyi gerektirir.
c- Eğer dokunan taraf kendi iç algısı ile bu
dokunuşun nefsini uyandırdığını
hissederse bu dokunuşundan dolayı abdest yenilemesi
gerekir.
d- Kadına dokunmak kesinlikle abdest yenilemeyi
gerektirmez. Erkeğin karısına sarılması,
öpmesi de böyledir, yani abdesti bozmaz.
Ayrıntılı meselelere ilişkin bütün
benzeri fıkıh tartışmalarında görüldüğü
gibi bu meselenin bütün farklı görüşleri de
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) tercihlerini
destekleyen sözlerine ve davranışlarına
dayandırmaktadırlar.
Bizim kişisel tercihimize göre ayetteki "Ya da
kadınlara dokunmuşsanız" ifadesi kinaye
yolu ile yıkanmayı gerektiren eylem (cinsel ilişki)
anlamına gelir. Böyle olunca bu eylemden dolayı abdest
alınması gerektiğini ya da gerekmediği ileri süren
bütün tartışmalı görüşleri burada
zikretmeyi bizim açımızdan gereksiz buluyoruz.
Bütün bu durumlarda ister yıkanmak ve ister abdest almak
gerekmiş olsun, eğer su bulunmaz ise ya da su bulunur da
kullanılması zararlı olursa yahut
yıkanmayı ve abdest alması gereken kimsenin su
kullanacak gücü yoksa teyemmüm etmek, yıkanmanın ve
abdest almanın yerine geçer. Okuduğumuz ayette teyemmümden
şöyle söz ediliyor:
"...Temiz bir toprakla teyemmüm ediniz."
Yani pak, temiz bir toprağa başvurunuz. Ayette
kullanılan "saîd" kelimesi toprak, taş, duvar
gibi yer cinsinden olan her şey anlamına gelir. Söz
konusu toprak, havada uçuşup binek hayvanının
sırtına ya da yatak döşeği üzerine konan
tozlardan oluşmuş olabilir. Yeter ki, bu tozlar
üzerlerine inecek el darbeleri arkasından havada uçuşabilsinler.
Teyemmüm almak için ya avuç içleri ile topraklı yüzeye
bir kere vurulduktan sonra avuçlar silkelenerek önce yüz ve
arkasından dirseklere kadar kollar ovulur, ya da avuç
içleri ile toprağa iki kez vurulur ve birinci darbeden sonra
yüz, ikinci darbeden sonra da dirsekler ovulur. Bu meseleye ilişkin
ayrıntılı fıkıh
tartışmalarının sebeplerini,
dayanaklarını burada hatırlatmayı gerekli görmüyoruz.
Çünkü bu din, kolay uygulanabilir bir sistem getiriyor ve
teyemmüm hükmünün ortaya konması, bu
kolaylığı açıkça ortaya koyan kanıtlardan
biridir. Ayetin sonuç cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz Allah
bağışlayıcıdır,
affedicidir."
Bu sonuç cümlesi bize söz konusu kolaylığın,
yetersizlikleri anlayışla karşılamanın
kusurları hoş görmenin ve hataları
bağışlamanın sıcak mesajını
vermektedir.
TEYEMMÜMÜN HİKMETİ
Bu ayetin açıklamasını ve bu dersi noktalamadan
önce bu kısa ayetin içerdiği bir inceliğe
değinmek istiyoruz. Ünce teyemmümün hikmeti üzèrinde
duralım, daha doğrusu bu ibadetin yüce Allah'ın
kavramamızı lütfettiği bazı hikmetlerini
hatırlatmaya çalışalım.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm'ın yasal düzenlemelerinin
ve ibadetlerinin hikmetlerini araştıranlar bazan şöyle
bir sakat yola başvururlar. İnceledikleri yasal düzenlemenin
ya da ibadetin bütün hikmetlerini teker teker arayıp
buldukları ve ortada buldukları hikmetler
dışında başka hikmet kalmadığı
izlenimini uyandıran kesin bir dil kullanırlar.
Eğer elimizde hikmetleri sınırlayan bizzat İslâm
kaynaklı bir delilimiz yoksa Kur'an'ın nasslarına
ve yasal hükümlerine böyle bir metodla yaklaşmamız
son derece sakat bir tutumdur. Bunun yerine her zaman şöyle
dememiz doğru olur: "Bu nass ya da bu hüküm hakkında
bizim bulabildiğimiz, fark edebildiğimiz hikmet ya da
hikmetler bu kadardır. Bu nassın ya da bu hükmün
söylediğimiz dışında tarafımızdan
fark edilemeyen ve algılanamayan başka
sırları, başka hikmetleri olabilir". Böyle
demekle ilâhi hükümler karşısında insan
aklını karşıt kutuplaşmaların
aşırılıklarına düşmeden, layık
olduğu gerçek yerine koymuş oluruz.
Bu hatırlatmayı yapmamın sebebi şudur:
Aralarında iyi niyetlilerin de
bulunduğu
bazı kimseler İslâmiyet'in nasslarını ve hükümlerini
insanlara aktarırken yanlarında pratik insan
deneyimlerinden veya "Modern bilim"in
buluşlarından derlenen belirli hikmetlerini sunmaya
meraklıdırlar. Bu iyi bir tutumdur. Fakat bir yere
kadar, aşılmaması gereken bir sınıra
kadar. Bu sınır az önce değindiğimiz
çizginin ötesine geçmemelidir.
Meselâ çoğu yorumlarda namazdan önce alınan
abdestin hikmetinin temizlik olduğu söylene gelmiştir.
Abdestin böyle bir amacı içerdiği söylenebilir.
Fakat eğer onun tek amacının bu olduğunu,
bundan başka hiçbir amaç taşımadığını
söylersek işte bu son derece sakat, aynı zamanda güvenilmez
bir yaklaşım tarzı olur.
Sebebine gelince gün olmuş, bazı sivri
akıllı İslâm düşmanları şöyle
demeye başlamışlardır; "Böyle ilkel bir
yola başvurmaya artık ihtiyacımız
kalmadı. Çünkü şimdi temizlik diye bir problemimiz
yok. İnsanlar temizliği zamanımızda gündelik
hayatlarının proğramlı bir parçası
haline getirmişlerdir. Madem ki, abdestin hikmeti
temizlenmektir, buna göre artık namazdan önce abdest almanın
hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Hatta artık
namaz kılmanın bile bir gereği kalmadı!"
"Namazın hikmeti" konusunda da çoğu kere
değişik yorumlarla
karşılaşırız. Kimi zaman, namazın
gerekçesinin vücudun tümünü çalıştıran
jimnastik hareketleri yaptırmak olduğu ileri sürülür.
Kimilerine göre ise namazın hikmeti müslümanı
disipline alıştırmaktır. Önce vakitleri
gözetme disiplini, ikinci olarak belirli hareketleri yapma
disiplini, üçüncü olarak da düzgün saflar oluşturma ve
imama uyma disiplini. Kimilerine göre de namazın hikmeti dua
ve Kur'an okuma yolu ile yüce Allah (celle celaluhu) ile ilişki
kurmaktır. Namazın bu ya da şu amacı içerdiği
söylenebilir. Fakat "Namazın amacı sadece bu ya da
sadece şudur, ya da bu söylenenlerdir" diye kestirip
atmak, bu konudaki sağlıklı metodunu ve güvenlik
çizgisini aşmak olur.
Nitekim öyle zamanlar geldi ki, bazı sapıkların
şöyle amaçlar ileri sürdüklerini gördük; "Artık
namazın içerdiği jimnastik hareketlerini yapmamıza
gerek kalmadı. Çünkü günümüzde bir bilim dalı
haline gelen spor faaliyetleri çeşitli bölümlerindeki çalışmaları
ile bu organik ihtiyacı fazlası ile
karşılamaktadırlar."
Başka baza sapıklar da şöyle diyor; "İnsanlarda
disiplin alışkanlığı meydana getirmek için
artık namaz kılmamıza gerek yok. Çünkü en
büyük disiplin ocağı olan askerlik eğitimi, bu
ihtiyacı yeterince karşılamaktadır."
Diğer bazı sapıklar da şöyle saçmalıklar
gevelemeye koyulmuşlardır "Namazın
şeklini belirlemeye, bu ibadeti kesin kalıpların
çerçevesine oturtmaya gerek yoktur. Çünkü Allah ile ilişki
kurmak herhangi bir tenha köşedeki
fısıltılı yakarışlar yolu ile gerçekleşebilir.
Bunun için bedenin belirli hareketler yapması gereksiz ve
hatta yersizdir. Çünkü bu beden hareketleri, ruhi girişimleri
ve psikolojik akrobasileri frenler."
İşte eğer bu sakat yolu izleyerek İslâm'ın
her ibadetinin, her yasal düzenlemesinin hikmetini
"belirleme"ye kalkışırsak bu ibadetlere
ve yasalara ya "insan akli" ya da "Modern bilim
verileri" uyarınca birtakım gerçekler yakıştırıp
da arkasından "Bu ibadetlerin, bu hükümlerin
hikmetleri bunlardan ibarettir" diye kestirip atarsak yüce
Allah'ın nassları ve hükümleri karşısında
takınmak zorunda olduğumuz sağlıklı ve
tutarlı tutumun uzağına düşmüş oluruz.
Bunun yanısıra bu alandaki "Güvenlik
çizgisi"ni de aşmış, düşmanca yorumlara
kapı açmış oluruz. Üstelik böyle bir gerekçe
yakıştırma metodu, özellikle modern bilimin
verilerine bağlandığı takdirde her zaman köklü
yanılgılara düşme ihtimali ile karşı
karşıyadır. Çünkü modern bilimin verileri değişmez
kesinlikler değildir. Tersine bu veriler hergün sürekli
düzeltmelere ve değiştirmelere açık bir nitelik
taşırlar.
Nitekim incelemekte olduğumuz konuya bu açıdan
bakınca abdestin ve tüm vücudu yıkamanın
hikmetinin "sadece" temizlik olmadığı açıkça
görülür. Çünkü bu ibadetlerin yerini tutan teyemmüm
ibadeti, söz konusu temizlenme hikmetini gerçekleştirmiyor.
Buna göre abdestin ve yıkanmanın, teyemmüm yolu ile de
gerçekleşen başka bir hikmeti daha olmalıdır.
Şimdi biz az önce değindiğimiz hataya kendimiz
düşerek kesin konuşacak veya sözü kestirip atacak değiliz.
Bunun yerine ihtiyatlı bir dille şöyle diyoruz: Belki
de abdestin ve yıkanmanın bir diğer hikmeti normal
gündelik meşguliyetler ile yüce Allah'ın huzuruna çıkma
girişimi arasına herhangi bir uyarıcı eylem
koyarak yüce Allah ile buluşmaya psikolojik bir
hazırlık yapmaktır. Eğer bu düşüncemiz
yerinde ise o zaman teyemmüm, söylediğimiz açıdan,
yıkanmanın ya da abdest almanın yerini tutabilir.
Bunun ötesi insan ruhunun giriş yollarını,
girintili=çıkıntılı Lâbirentlerini herkesten
iyi bilen yüce Allah'ın kapsamlı ve engel tanımaz
bilgisine kalmıştır. Geride kalan bir başka
mesele de şudur: Biz kullar ulu, yüce ve her türlü
ölçüler-üstü büyük olan Allah karşısında
takınmak zorunda olduğumuz edebin kurallarını
iyi öğrenmeliyiz.
Bu ayette dikkatimizi çeken bir başka nokta da
şudur: Bu ilâhi sistem, her türlü özür, her türlü
engel karşısında direnilerek namazın mutlaka
kılınmasını özendiriyor. Bu yoldaki engelleri
etkisiz hale getiriyor. Bu amaçla getirdiği bariz
kolaylıklardan biri, teyemmümü, abdestin ya da yıkanmanın
veya her ikisinin yerine koymaktır. Müslüman bu kolaylığa
su bulamadığı ya da su kullanmaktan zarar görebileceği
veya varolan az miktardaki suyu hayatın zaruri ihtiyaçlarını
karşılamak için kullanmak zorunda olduğu
durumlarda ve bunların yanısıra bazı görüşlere
göre su bulunsa bile yolculuk sırasında
başvurabilir.
Ayrıca tehlikeli anlarda ve savaş alanlarında
kılınacak namazlarda da birçok kolaylıklar
tanınmıştır. Bütün bunlar açıkça
şunu gösterir: Bu ilâhi sistem namaz kılmaya
olağanüstü derecede önem veriyor, şartlar ne olursa
olsun namaz kılmamaya açık kapı bırakmaya
kesinlikle yanaşmıyor. Hiçbir mazeret namazı
bırakmaya gerekçe sayılmıyor. Bu titizlik
hastalık durumunda da açıkça görülür. Hastaların
oturarak, yatarak, sayıklarken namaz kılmaları, vücudlarını
ya da bazı organlarını kımıldatamayacak
derecede ağır durumda iseler göz kapaklarının
hareketleri aracılığı ile namaz
kılabiliyorlar.
Çünkü namaz kul ile yüce Allah arasında kurulan bir
ilişkidir. Yüce Allah, kulun bu ilişkiyi kesmesine
razı olmuyor. Çünkü bu ilişkinin ve bu
bağın kul için ne oranda gerekli olduğunu biliyor.
Yoksa yüce Allah'ın ne insanlara ve ne de diğer
varlıklara ihtiyacı yoktur. Ayrıca kulun
namazı O'na hiçbir şey kazandırmaz. Namazın
kazancı onu kılan kullara dönüktür. Namaz onları
kötülüklerden uzak tutar. Namazla yüce Allah ile gerçekleştirdikleri
bağlantı sayesinde ve yükümlülüklerini yerine
getirmede Allah'tan yardım görme kolaylığı,
kalplerinde huzur, gönüllerinde dirlik ve varlıklarında
bir şevk tazeliği hissederler.
Fıtratlarının isteklerine uygun bir yolla, yüce
Allah'ın himayesi altında, yakınında ve gözetiminde
oldukları bilincini kazanırlar. Hiç kuşkusuz yüce
Allah onların bu fıtrî ihtiyacını, bu
fıtrata neyin yararlı olacağını ve onu
neyin islâh edeceğini bilir. Çünkü yarattıklarını
herkesten iyi bilen, bilgisi önünde hiçbir engel bulunmayan ve
herşeyin içyüzünden haberdar olandır.
Son olarak bu ayette geçen bazı nazik, bazı ince
ifadelere dikkatleri çekmek istiyoruz: Ayette helâda abdest
bozma eyleminden söz edilirken
"İçinizden
biri helâdan gelmiş ise..." deniyor,
bunun yerine "şöyle şöyle yapınca"
denmiyor, hatta abdest bozma eylemi, bu eylemin
yapıldığı yerden dönme ifadesiyle dolaylı
biçimde dile getiriliyor. Üstelik abdest bozma eylemi ikinci
şahıslara (muhataplara) dayandırılarak
"Eğer helâdan gelmişseniz..." de denmiyor,
bunun yerine eylem üçüncü şahıslara (gaiplere)
dayandırılarak "İçinizden biri helâdan
gelmişse." buyuruluyor. Böylece son derece nazik
bir seslenme üslubu son derece ince imalı ifade tarzı
kullanıyor, bu incelikli ve edepli üslubun insanlara; aralarındaki
konuşmaları sırasında örnek olması
isteniyor.
Tıpkı bunun gibi, aynı ayette, bildiğimiz
kadın-erkek ilişkisinden sözedilirken "Ya da
kadınlara dokunmuşsanız..." ifadesi
kullanılıyor.
Bu ifade
son derece ince, muhteşem ve yüksek düzeyli bir ifadedir.
"Dokunmak" deyimi hem bu eylemin ön girişimlerini
ve hem de eylemin kendisini anlatabilir. Bu anlamlardan hangisi
kasdedilmiş olursa olsun, bu anlatım tarzı yüce
Allah'ın insanlara gösterdiği bir edep örneğidir.
İnsanlar bu tür mahrem eylemleri açık açık
anlatmak zorunda olmadıkları durumlarda bu tür dolaylı
anlatım biçimleri kullanmalıdırlar.
Bu açıdan dikkatimizi çeken bir başka ifade
şekli de şudur: Teyemmümün nasıl
alınacağı anlatılırken topraktan "Pâk
toprak" diye sözediliyor. Böylece her temiz şeyin pak
ve her pis şeyin iğrenç olduğu
anlatılıyor ki, bu ifade tarzı gönülleri
etkileyen, nazik bir mesaj veriyor insana.
Ey ruhların yaratıcısı ve ey bu
ruhların içyüzlerinin herkesten iyi bilicisi, sen ne kadar
yücesin!
BİTMEYEN SAVAŞ
Bu sûrenin biraz ilerde okuyacağımız ayetler
grubu, bir bütün olarak, müslümanları savaşa çağırıyor.
Kur'an-ı Kerim'in başta yahudiler olmak üzere
müslüman cemaatı kuşatmış olan cahiliye
toplumunun bütününe karşı, müslümanlar eli ile girişmiş
olduğu bir savaştır bu. Biz bu savaşın
çatışmalarını ve alanlarını daha
önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde de görmüştük.
Savaş yine o savaş olduğu gibi düşman kamplar
aynı kamplardır. Bu düşman kamplardan da gerek
Bakara ve Al-i İmran surelerinin girişlerinde ve gerekse
bu sûrenin girişinde sözetmiştik.
Evet, az ilerde okuyacağımız ayetler grubu müslüman
cemaat eli ile müslümanları kuşatan düşman
kamplara karşı bir dışa dönük savaş
başlatıyorlar. Fakat aslında bu ayetler
savaşın başlangıç çizgisini oluşturmaz.
Sebebini şöyle açıklayalım: bilindiği gibi
bu sûrenin şimdiye kadar incelediğimiz ayetlerinde
İslâm'ın hukukî, ekonomik, ailevî ve ahlâkî
düzenlerine ilişkin birçok hüküm ile karşılaştık.
Bu ilâhi sistemin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı
İslâm toplumunda hâlâ varlığını sürdüren
birçok cahiliye artığının silinmesi
girişimlerine tanık olduk; İslâm'ın yeni
ilkelerinin toplumda kökleşip egemen olmasına
ilişkin yoğun çabaları izledik.
İşte bütün bu çabalar, İslâm toplumunun
genel olarak Arap yarımadasındaki ve özellikle
Medine'deki düşmanlarına karşı vereceği
dışa dönük savaştan uzak ve kopuk faaliyetler
değildir. Tersine sözkonusu içe dönük faaliyetler bu savaşı
karşılamaya yönelik birer .hazırlık ve birer
ön eğitim niteliği taşır. Başka bir
deyimle bu içe dönük düzenlemeler bir kuruluş, bir
yapılanma,
bu
genç toplumu İslâm sistemi uyarınca yeniden
yapılandırma çalışmalarıdır. Ancak
bu yeni yapılanma sayesinde bu genç toplum, çevresini saran
düşmanlara karşı koyabilir, onlara üstün
gelebilirdi.
Bu yüzden, Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde gördüğümüz
gibi, öncelikle bu toplumun iç yapılanmasına önem
veriliyor. Toplumun inanç sistemi, düşünceleri, ahlâkı,
duyguları, hukuk sistemi ve kurumları yeni bir
yapılanmaya kavuşturuluyor. Bu yeniden yapılanma süreci
ile içiçe olarak müslüman topluma düşmanlarının
içyüzü ve mücadele yöntemleri konusunda gerekli bilgiler
verilerek düşmanlarının oyunları ve
tuzakları konusunda uyarılıyorlar. Böylece
müslümanlar kalpleri güvenle dolu, gözleri açık,
iradeleri yoğunlaşmış-bilenmiş,
önlerindeki savaşın niteliği ve kärşılarındaki
düşmanın mahiyeti hususunda bilgi edinmiş olarak
dışa dönük savaşa yöneltiliyorlar. Bu durumun bu
sûrede de tıpatıp aynı olduğunu görüyoruz.
Bütün bu örneklerde Kur'an-ı Kerim, her cephede müslüman
cemaatin yanında savaşa girer. Meselâ müslümanların
vicdanlarında ve duygularında savaşa girer. Bu
savaş sonucunda bu vicdanlarda yeni bir inanç sisteminin yapısını
kurar, yeni bir Allah kavramını yerleştirir, evrene
ve varlık alemine ilişkin yeni bir bakış açısı
geliştirir, yeni ölçüler ve yeni değer
yargıları oluşturur. Vicdanın orijinal
fıtratını cahiliye kültürünün yozlaştırmalarından,
kirlerinden, paslarından arındırır. Böylece
vicdanlarda ve toplumlarda halâ etkili olan cahiliye değerlerini
siler, bunların yerine İslâm'ın
ışıklı ve alımlı değerlerini ve
kurumlarını oluşturup yerleştirir. Bunun
arkasından bu toplumu iç ve dış düşmanlarına
karşı; yani münafıklara, yahudilere ve puta
tapanlara karşı savaşa yöneltir. Yine Kur'an'ın
rehberliği altında savaşa giren bu toplum inanç
sisteminin, ahlâkının, sosyal ve hukukî sisteminin, kısacası
iç yapısının sağlamlığı yüzünden
artık düşmanları ile karşılaşmaya
ve onlara karşı üstünlük kurmaya tam anlamı ile
hazırlıklı durumdadır.
İslâm toplumunun çevresini kuşatan cahiliye
toplumlarına -ki bunların arasında Medine'nin
kalbinde yerleşmiş bulunan yahudi toplumu da vardı
karşı sağladığı üstünlük, Kur'an'ın
biçimlendirdiği ilâhi sistem sayesinde gerçekleşen
ruhî, ahlâkî, sosyal ve hukukî üstünlüğünden
kaynaklanıyordu; yoksa askerî, ekonomik ve maddi üstünlüğünden
ileri gelmiyordu.
Hatta hiçbir zaman bu dönemde Müslümanların askeri,
ekonomik ve maddi üstünlükleri söz konusu olmamıştı.
Çünkü İslâm'ın düşmanları her zaman
sayıca daha çok, daha güçlü, daha zengin ve genel anlamda
maddi imkânlar bakımından daha avantajlı durumda
olmuşlardı: Bu gerek Arap yarımadasındaki
savaşlar sırasında ve gerekse daha sonra
yarımada dışında gerçekleşen büyük
fetihler sırasında böyle idi. İslâm toplumunun
gerçek üstünlüğü öncelikle bu ruhi, ahlâkî, sosyal
yapılanmasından ve bununla bağlantılı
olarak eşsiz İslâm sisteminin ürünü olan siyasi ve
idarî mekanizmasından kaynaklanıyordu.
İşte İslâm öncelikle ruhî, sosyal, ahlâkî
yapılanmasının ve bununla bağlantılı
siyasî ve idarî yapısının cahiliye
toplumları karşısında
sağladığı ezici üstünlük sayesinde düşmanlarını
dize getirebildi. Onları ilk aşamada Arap
yarımadasında dize getirdi. İkinci aşamada ise
çevresinde öteden beri egemen olan iki uygar imparatorluğun,
yani eski Pers-İran İmparatorluğu ile Bizans
İmparatorluğunun kişiliklerinde cahiliye toplumunu
dize getirdi. Daha sonra da yeryüzünün çeşitli yörelerinde
egemen olan birçok cahiliye toplumu İslâm'ın bu ezici
üstünlüğü önünde dize gelmek zorunda kaldı. Bu
sağlam içyapısı sayesinde İslâm, orduları
ve' kılıçları ile olduğu gibi Mushaf'ı
ve ezanı ile de cahiliyeye, önünde diz çöktürmeyi başarıyordu!
Eğer bu ezici üstünlük olmasaydı insanlık
tarihinde başka bir benzeri görülmemiş olan o
olağanüstü başarılar elde edilemez, o eşsiz
harikalar meydana gelemezdi. Bu olağanüstü harikalar eski
dönemlerdeki Moğol istilaları ve yakın
zamanlardaki Hitler operasyonları gibi tarihte nam
salmış askeri harekatlarda bile görülmez. Çünkü
İslâm'ın zaferleri sadece askeri zaferler değildi;
aynı zamanda birer inanç, kültür ve uygarlık zaferi
olmuşlardı. Bu zaferlerde yenilgiye uğrayan
halkların inançlarını, dillerini, adetlerini ve
geleneklerini zor kullanmadan silip süpüren, ezici bir
üstünlük görülür. Bu görüntünün eski-yeni hiç bir başka
askeri zaferde kesinlikle eşi ve benzeri yoktur.
Bu üstünlük dört dörtlük bir "insanî"
ilkelerde kendini gösteren tartışmasız bir
üstünlük. Bu üstünlük insan için bir "Yeniden doğuş"
göstergesi idi; yeryüzünün o güne kadar tanımış
olduğu insan tipi dışında yepyeni bir insan
tipinin doğuşunu müjdeliyordu. Bundan dolayı bu
akıncı hareketi, ele geçirdiği ülkelere kendi
rengini verdi, alınlarına kendine özgü damgasını
vurdu. Yine bundan dolayı bu akıncı hareket
bazı yörelerdeki binlerce yıllık egemenlik geçmişi
olan uygarlıkların kalıntıları üzerinden
silindir gibi geçti. Mısır'daki Firavunlar
uygarlığı, Irak'taki Babil ve Asur
uygarlıkları, Suriye'deki Fenike ve Süryanî uygarlıkları
gibi. Çünkü İslâm uygarlığının bu
eski uygarlıklara göre insan fıtratındaki kökleri
daha derin, insan psikolojisi üzerindeki egemenlik alanı
daha geniş, insanlığın hayatındaki
dayanakları daha sağlam ve bu hayata ilişkin
bakış açısı daha geniş kapsamlı
idi.
Bu akıncı hareketin önünde diz çöken ülkelerdeki
"İslâm dili"nin yerleşmesi ve üstünlüğü,
şaşırtıcı bir olgudur. Bu
şaşırtıcı olgu, henüz gerektirdiği
düzeyde incelenmemiş,
araştırılmamış ve
değerlendirilmemiştir. Bana göre bu üstünlük inanç
üstünlüğünden, inanç egemenliğinden daha
şaşırtıcı bir gelişmedir. Çünkü
dil, insan yapısının o kadar köklü ve insan
toplumunun o kadar karmaşık bir kurumudur ki, onda
meydana gelen bu sarsıcı değişmeyi tam
anlamı ile bir mucize saymak gerekir. Bu inanılmaz
başarı "Arap dili"ne mal edilemez. Mesele
"Arap dili" meselesi değildir. Çünkü Arap dili
daha önce de vardı. Fakat İslâm'dan önceki dönemde
dünyanın hiçbir yöresinde böylesine bir mucizevi yayılışı
gösterememişti. Bundan dolayı bu dile "İslâm
dili" adını verdim. Çünkü Arap dilinde
birdenbire beliren bu yeni güç, bu dilin eli ile meydana gelen
bu mucizevi başarı, kuşku yok ki, "İslâm"dan
kaynaklanıyordu.
Bu mucizenin göstergesi olarak özgürlüğe,
aydınlığa ve serbestliğe açılan
fethedilmiş ülkelerin o güne kadar ortaya çıkamamış
dehâları, kendilerini ana dilleri
aracılığı ile değil bu dil
aracılığı ile ifade etmeye yönelmişlerdir.
Bu dinin dili ile, İslâm'ın dili ile yani. Söz konusu
dehalar bu dil aracılığı ile kültürün her
dalında öyle parlak ve orijinal eserler ürettiler ki,
bunların hiç birinde yabancı dilde yazı
yazmanın, anadil dışındaki bir dili
kullanmanın kaçınılmaz kıldığı
kopyacılığa ve zorlamalı ifadelere
rastlanmamaktadır. Başka bir deyimle "İslâm
dili" pratikte bu dehaların anadili haline
gelmiştir. Çünkü bu dilin taşıdığı
kavram ve kültür birikimi o kadar zengin, o kadar üstün
düzeyli ve o kadar insan fıtratı ile bütünleşmiş
idi ki, insan vicdanları tarafından eski kültürlerinden,
eski dil birikimlerinden daha öze yakın ve daha köklü
olarak algılanıyordu.
Bu birikim yeni inanç sisteminin ve yeni düşünce tarzının
birikimi idi. Bu birikimi İslâm sistemi, çok kısa bir
süre içinde gerçekleştirdiği ruhî, , aklî, ahlâkî
ve sosyal yapılaşmanın ürünü olarak ortaya koymuştu.
Bu birikimin zenginliği, derin boyutluluğu ve
fıtratla bütünleşmişliği o kadar üst
düzeyde idi ki, bu niteliği İslâm diline karşı
durulmaz bir otorite ve önüne geçilmez bir güç sağlamıştı.
Tıpkı aynı kültür birikiminin ordulara, İslâm
ordularına sağladığı karşı
durulmaz güç gibi!
Bu eşsiz tarihi olguyu, yani İslâm dilinin bu sarsıcı
yayılma ve hızlı benimsenme olgusunu başka türlü
açıklamamız zor olur.
Her neyse, bu uzun boylu bir meseledir.
Ayrıntılı açıklaması çok yer tutar. Bu
tefsir kitabının akışını durdurarak
yaptığımız bu kısa açıklama ile
yetinmek istiyoruz.
PUSUDAKİ İSLÂM DÜŞMANLARI
Az sonra incelemeye koyulacağımız ayetler gurubu
ile Medine'de doğan İslâm cemaati ile onun karşısında
pusuya yatan düşman kamplar arasında amansız bir
savaş başlıyor. Bu derste yahudilerin gerek bu yeni
dine ve gerekse bu dini kişiliğinde temsil eden müslüman
cemaate yönelik tutum ve davranışları
şaşkınlıkla karşılanıyor. Onu
izleyen ayetler gurubunda müslüman toplumun görevi, bağlı
olduğu sistemin mahiyeti ve bu toplumun sistemini, hayat
tarzını ve düzenini benzerlerinden ayıran İslâm'ın
ve müminliğin şartı açıklanıyor.
Bunu izleyen ayetler gurubunda bu cemaat sistemini,
varlığını ve kurumsal yapısını
savunmaya çağrılıyor; bu sisteme karşı
sinsice entrikalar çeviren münafıkların yüzündeki
perde açılıyor; ölümün, hayatın ve bu iki
olguya ilişkin ilâhi takdirin mahiyeti irdeleniyor. Bu ders
müslüman cemaate yönelik eğitimin, bu cemaati
dış düşmanları ile savaşma görevine hazırlamanın
bir aşamasını oluşturur.
Onu izleyen ayetler gurubunda münafıklar hakkında
verilecek bilgilerin devamı açıklanmakta, müslümanlar
yahudilere karşı takınılacak tutum konusunda
anlaşmazlığa düşmekten ya da yahudilerin
davranışlarını savunmaktan
sakındırılmakta; arkasından müslüman
toplumun çevresindeki farklı düşmanlar
karşısında nasıl bir tutum
takınacağı, yani uygulayacağı
devletlerarası hukukun ne gibi kurallara
dayandığı anlatılmaktadır.
Onun arkasından gelen ayetler gurubunun konusu İslâm
toplumunda yaşayan bir yahudiye yönelik örnek ve adil
davranış tarzı somut biçimde gözler önüne,
serilir. Bir sonraki derste puta tapıcılık ve puta
tapanlar ile girişilen bir hesaplaşmaya tanık
oluruz. Bu hesaplaşmada Arap yarımadasında
yaşayan putperestlerin dayandıkları temellerin
çürüklüğü vurgulanıyor. Bu dışa dönük
savaşın arasında içe dönük bir yasal düzenleme
bölümü girer; aile hukuku konusunu işleyen bu ara bölüm
ile bu sûrenin başlangıç bölümü arasında
bağ vardır.
Arkasından sıra bu cüzün son dersine gelir. Münafıklığı
ve münafıkları konu edinen bu ders bu iki yüzlüleri
cehennemin en alt katına indirir!
Önümüzde inceleyeceğimiz derslerin içeriklerine ilişkin
bu son derece kısa açıklamalar bize ilk İslâm
toplumunun vermek zorunda kaldığı gerek içe ve
gerekse dışa dönük savaşların
alanlarını ve değişik yönlerini, bunun yanısıra
içe dönük ve dışa dönük savaşın bu
toplumun hayatında nasıl bir uyum ve bütünlük
gösterdiğini açıkca belirtir. Müslüman ümmetin savaşı
hep aynı savaştır; bugün de yarın da özü ve
temel karakteristikleri hiç değişmeyecektir!