ALLAH'A KULLUK
36- Allah'a kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayınız. Ana-babaya akrabalara, yetimlere,
yoksullara, yakın komşulara,uzak
komşulara,yakın arkadaşlara yarı yolda
kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz. Allah
kendini beğenmiş kibirlileri kesinlikle sevmez.
37- Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi
başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah'ın
lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları
gizlerler. Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap
hazırladık.
38- Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye
mal verirler, Allah'a ve ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı
şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!
39- Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe inansalar ve
Allah'ın kendilerine
bağışladığı mallarının bir
bölümünü hayr yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç kuşkusuz
Allah onların yaptıkları her şeyi bilir.
40- Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık
etmez. Eğer bu bir iyilik olursa onu bir kaç kat büyütür
ve karşılığında kendi katından büyük
bir mükâfat verir.
41- Her ümmete karşı birer şahid
tutacağımız ve seni de kendilerine karşı
birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine
karşı şahit göstereceğimiz gün acaba onların
halleri nasıl olacak?
42- Kâfirler ve Peygamberlere karşı gelenler o gün
yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah'tan hiçbir
söz saklayamazlar.
Bu ayetler demeti sırf yüce Allah'a kulluk etmeyi
emrederek ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmayı
yasaklayarak söze giriyor. Ayetin başındaki "ve"
bağlacı bu emir ve yasağı, geçen dersin
sonlarında yer alan ailenin düzenlenmesine ilişkin
emirlere bağlıyor. Bu iki konunun birbirine
bağlanması, İslâm'daki genel, kapsamlı ve bütünleştirici
birliği kanıtlar.
Yani İslâm sırf vicdanda saklı duran bir inanç
sisteminden ve sırf ibadet törenlerinden ibaret olmadığı
gibi bu inanç sistemi ve ibadet amaçlı hareketler ile
ilişkisi olmayan sırf dünyaya dönük yasal
düzenlemelerden ibaret de değildir. İslâm, bütün
faaliyet türlerini içeren, onların çeşitli kesimleri
arasında ilişki kuran ve hepsini en temeldeki ana ilkeye
bağlayan bir dindir. Bu ana ilke yüce Allah'ı bir
bilmek ve bütün bu faaliyet kesimlerinde başka hiçbir
yerden değil, sırf O'ndan talimat almaktır.
Başka bir deyimle bu ilke yüce Allah'ı hem kendisine
ibadet edilen bir ilâh olarak ve hem de bütün insanî
faaliyetlerde yasa koyma ve direktif kaynağı olarak bir
ve ortaksız bilmektir. İslâm'da ve genel anlamı
ile yüce Allah'ın yozlaştırılmamış
dininde Tevhidin bu iki türü birbirinden ayrılmaz.
Bu yüce Allah'ı bir bilme emrini ve O'na ortak koşma
yasağının arkasından önce küçük aileden,
sonra da büyük insanlık ailesinden olan yardıma muhtaç
insan guruplarına iyilik etmeye ilişkin emir geliyor.
Sonra cimrilik, kendini beğenmişlik, böbürlenme, başkalarını
cimriliğe özendirme; yüce Allah'ın verdiği mal,
bilgi ve din gibi nimetleri kıskanma, başkalarından
saklama gibi kötü huylar kınanıyor; şeytanın
izinden gidilmemesi hatırlatılıyor ve yüce Allah'ın
onur kırıcı ve rezil edici azabından
sakınılması vurgulanıyor. Böylece bütün bu
hatırlatmalar yüce Allah'ı bir bilme ilkesine
bağlanıyor; yüce Allah'ı bir bilip O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayanların talimat kaynakları
belirleniyor. İbadet edilecek Allah nasıl bir ise, bu
talimat kaynağı da tektir, birden fazla olamaz. Yüce
Allah'ın, nasıl ilâh bilinmekte ve bütün insanların
ibadetlerine muhatap olmakta ortağı yoksa yasa koymakta
ve direktif vermede de ortağı yoktur.
ALLAH'A ORTAK KOŞMAK
"Allah'a kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayınız. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere,
yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara,
yakın arkadaşlara, yarı yolda kalanlara, elinizin
altındakilere iyilik ediniz."
İslâm sisteminde tüm yasal düzenlemeler ve tüm
direktifler tek kaynağa. dayanır ve tek
ağırlık noktası üzerinde yoğunlaşır.
Söz konusu tek kaynak yüce Allah'a inanmak ve söz konusu ağırlık
merkezi de bu inancın karakteristik göstergesi olan kayıtsız-şartsız
Tevhid ilkesidir. Böyle olduğu içindir ki, bu yasal
düzenlemeler ile direktifler birbirlerine sıkı
sıkıya bağlıdırlar, aralarında uyum
gözlenir, herhangi birini öbüründen ayırmak zordur,
herhangi birini dayandığı ana kaynağa
başvurmaksızın incelemek eksik bir çabadır.
Bir bölümünü uygulayıp diğerlerine sırt
çevirmek ne insana müslüman sıfatını
kazandırma konusunda ve ne de İslâm sisteminin hayata
yönelik meyvelerini elde etme konusunda yeterli olur.
Evren ile, hayat ile ve insanlar ile ilişkileri düzenleyen
bütün temel kavramlar, bütün temel düşünceler yüce.
Allah'a inanma ilkesinden kaynaklanır. Sosyal, ekonomik,
siyasi, ahlâkî ve evrensel bütün sistemler bu temel kavramlara
dayanır. Bu temel kavramlar insanların birbirleri ile
olan bütün ilişkilerini etkilerler. Yeryüzündeki bütün
insani faaliyetlere yön ve biçim verirler; hem fertlerin
vicdanlarına ve hem de toplumsal pratiğe
damgalarını basarlar. Böylece insanlar arasındaki
ilişkilere ibadet niteliği kazandırırlar.
Çünkü bu ilişkiler yüce Allah'ın sistemine ve
denetimine uymayı içerir. İbadetleri, insanlar
arası ilişkilerin dayanağı yaparlar. Çünkü
bu ibadetler insanın vicdanını ve
davranışlarını arındırır. Yine
bu temel kavramlar hayatı son çözümde, sırf Allah tan
kaynaklanan, sırf O'ndan alınmış talimatlara
dayanan, dünyada ve Ahretteki tek merci yüce Allah olan
kenetlenmiş bir bütüne dönüştürürler..
İslâm inancının, İslâm sisteminin, yüce
Allah'ın yozlaştırılmamış dininin bu
temel özelliği taşıdığını
burada şundan anlıyoruz: Daha önce söylediğimiz
gibi ana-babaya, akrabalara ve toplumun diğer bazı
kesimlerine yardım edilmesini emreden ayet, yüce Allah'a
kulluk edilmesi, O'nun bir bilinmesi direktifi ile söze giriyor.
Bunun yanısıra ana-babanın
yakınlığı ile söz konusu toplum kesimlerin
yakınlığı birleştiriliyor. Bu
yakınlıkların her ikisi de yüce Allah'a kulluk
etme, O'nu bir bilme ilkesine bağlanıyor. Üstelik bu
Allah'a kulluk ve Allah'ı bir bilme ilkesi -daha önce değindiğimiz
gibi- geçen dersin sonlarında anlatılan aile hukuku ile
bu derste işlenen geniş çaplı insanlar arası
ilişkiler prensibini birbirine kaynaştıran bir
arakesit görevi yapıyor. Amaç o hukuku ve bu prensibi
bütün bağları birleştiren o ortak bağa
bağlamak ve bu bağlar ile ilgili yasaları koyan ve
direktifleri veren kaynağı tekleştirmektir.
Okuyoruz.
"Allah'a kulluk ediniz, O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayız."
Önce yüce Allah'a kulluk etme emri, ikinci olarak da kendisi
ile birlikte bir başkasına kulluk etme yasağı
ile karşılaşıyoruz. Bu yasak insanoğlunun
öteden beri bildiği bütün ilâhları, bütün putları
içeren geniş kapsamlı ve aynı zamanda kesin
ifadeli bir yasaktır. Tekrarlıyoruz:
"O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız."
Nasıl bir "şey" olursa olsun. Cansız
madde, hayvan, insan, hükümdar veya şeytan fark etmez.
"Şey" deyince akla gelen her şey, bu
geniş kapsamlı kavramın kapsamına giren her
varlık olabilir bu ilâh, ya da put.
Sonra özellikle ana-babaya ve genel olarak tüm akrabalara
iyilik edilmesi emrediliyor. Çoğunlukla evlâtların,
ana-babayı gözetmeleri emir konusu oluyor. Gerçi evlâtlarını
gözetsinler diye ana-babaya yöneltilmiş emirlere de
rastlıyoruz. Ayrıca yüce Allah'ın evlâtlara karşı,
onların ana-babalarından daha merhametli olduğunu
da biliyoruz. Sebebine gelince çocuklar, ana-babaya, yani
kendilerini bakmış ve korumuş olan kuşağa
iyilik etme direktifine muhatap olmaya daha çok muhtaçtırlar.
Çünkü çocuklar genellikle bütün varlıkları ile, bütün
şefkatleri ile, bütün duyguları ve bütün çabaları
ile gelecek kuşağa yönelirler, kendilerinden önceki kuşağı
ihmal ederler. Hayatın akıntısına
kapılarak ileri doğru giderlerken dönüp arkalarına
bakmak akıllarına gelmez. İşte bu gerekçe ile
esirgeyen ve kayıran yüce Allah'ın direktifi ile
sık sık muhatap olurlar. O Allah ki ne ana-baba ve ne de
evlâdı hesap dışı bırakır ve ne de
evlâdı ve ana-babayı unutur. O Allah ki, gerek evlâd
ve gerek ana-baba olsun tüm kullarına, birbirlerine
karşı merhametli davranmalarını öğretiyor.
Bu ayette -ve daha birçok ayette- şunu görüyoruz:
İyilik etme direktifi öncelikle yakın-uzak akrabalardan
işe başlıyor, sonra bu eksen etrafında çapını
büyüterek insanlık ailesinin tüm gözetime muhtaç
kesimlerini kapsamına alacak şekilde genişliyor.
Her şeyden önce bu sistem insan fıtratı ile uyumlu
ve bağdaşıktır. Sebebi ise acıma duygusu
ve katkıda bulunma bilincinin önce evde, yani küçük
ailede gelişmeye başlamasıdır. Aile
yuvasının bağrında bu duyguyu
tatmamış ve bu bilinci geliştirmemiş olan
vicdanlarda sonradan bu duygunun ve bu vicdanının
geliştiği çok az görülür.
Bunun yanısıra insan vicdanı
-fıtratının ve doğal yapısının
gereği olarak yardım etmeye akrabalarından
başlamaya eğilimlidir. Eğer bu noktadan ve bu
eksenden başlanarak gitgide yardımseverlik dairesi
genişletilecek ise bunun bir sakıncası ve bir
zararı yoktur. Ayrıca bu yardımseverlik metodu
İslâm'ın sosyal düzenleme yordamı ile de
uyumludur. İslâm dayanışmayı aile içinde başlatır
ve arkasından sosyal çevreye yayar. Böylece sosyal yardımlaşma
faaliyetlerinin devlet kurumlarının hantal ellerine düşmesine
meydan vermemiş olur. Eğer yerel küçük kurumlar
yetersiz kalırsa o zaman başka. Çünkü normal olarak
küçük yerel birimler sosyal yardımlaşmayı daha
iyi başarır. Bu görevi hem uygun zamanında,
kolaylık ve rahatlıkla ve hem de hayata insana
yaraşır bir nitelik kazandıran sevgi ve merhamet
duygularının eşliğinde yerine getirir.
Ayette iyilik etme görevi ana-babadan başlatılıyor,
sonra akrabaları içerecek şekilde genişletiliyor.
Arkasından evleri komşulardan uzakta da olsa yetimlere
ve yoksullara sıra getiriliyor. Çünkü bu iki kesim, komşulardan
daha çok yardıma muhtaçtır. Sonra akrabadan olan
komşuya sıra geliyor ve onu yabancı komşular
izliyor. Gerek akraba ve gerekse yabancı komşular
yakın arkadaşların önüne geçiriliyor. Çünkü
insan komşusu ile sık sık yüzyüze gelir; oysa yakın
arkadaşı ile ara sıra
karşılaşır. Sonra yakın arkadaşlara
sıra getiriliyor. "Yakın arkadaş" bir
yoruma göre normalde "samimi dost" ve yolculuk sırasında
da "yoldaş" anlamına gelir. Arkasından
sıra ailesinden ve malından uzak kalmış
yolcuya gelir. sonra da çeşitli hayat cilveleri yüzünden,
başkalarının eline düşen kölelere sıra
geliyor. Bunlar gerçi özgürlük nimetinden yoksun kalmışlardır,
ama birbirlerine ortak bağlar ile bağlı tüm insanlık
ailesinin birer üyesidirler.
BÖBÜRLENME ve CİMRİLİK
Ayette iyilik etme emrinin arkasından kendini
beğenmişlik, büyüklenme, cimrilik, başkalarını
cimriliğe özendirme, yüce Allah'ın nimetlerini ve
bağışlarını saklama,
başkalarından kıskanma, gösteriş olsun diye
yardımda bulunma gibi kötü huylar kınanıyor ve bütün
bu kötü huyların ortak sebebi ortaya konuyor:Bu sebep yüce
Allah'a ve Ahiret gününe inanmamak, şeytana uymak ve O'nu
yoldaş edinmektir. Okuyoruz:
"Allah kendini beğenmiş, kibirlileri kesinlikle
sevmez. Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi
başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah'ın
lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları
gizlerler. Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap
hazırladık.
Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal
verirler, Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı
şeytan olanın ne kötü yoldaşı
vardır!"
Bu ayetlerde İslâm sisteminin o temel mesajı bir
kere daha gözler önüne seriliyor. Bu mesaj bütün dış
davranışları, bütün iç duyguları ve bütün
sosyal ilişkileri inanç sistemine bağlamaktır.
Sebebine gelince yüce Allah'ı kullukta ve talimat almakta
tek bilme ilkesini yüce Allah'ın rızasını
kazanmaktan ve ahirette vereceği sevabı beklemekten
başka bir amaca yer vermeyen insanlara iyilik etme
davranışı izliyor. İnsanlara iyilik ederken
edepli ve nazik kavranılacaktır. Bilinecektir ki, kul,
başkalarına yardım ederken sadece yüce Allah'ın
yarattığı rızkın bir bölümünü
vermektedir, rızkın yaratıcısı kendisi
değildir ve bu rızka sırf yüce Allah'ın
bağışlaması sayesinde sahip olabilmektedir.
Buna karşılık yüce Allah'a ve ahiret gününe
inanmamak; böbürlenmeyi, kibirlenmeyi, cimriliği,
başkalarını cimri olmaya teşvik etmeyi, yüce
Allah'ın bağışını ve nimetini
saklamayı, iyilik ve yardım yolu ile bu
bağış ve nimetin izlerini dışa vurmaktan
kaçınmayı ya da ïnsanlara gösteriş yapmak ve
sırf başkalarının övgüsünü kazanabilmek,
yardımseverlik gösterisi yapmayı beraberinde getirir.
Çünkü Allah'a ve ahiret gününe inanmayan insan övünmekten,
halk arasında çalım satmaktan başka bir ödüle
inanmaz!
Böylece "ahlâk"ın niteliği
belirlenmiş olur. "İman ahlâki" ile
"küfür ahlâkı" yani. İyi amelin, iyi ahlâkın
motifi, sürükleyici sebebi, yüce Allah'a ve Ahiret gününe
inanmaktır ve ahiret mükâfatıdır. Bu yüce bir
motiftir, onun sahibi insanlardan ödül beklemez, üstelik bu
motif insanların keyfi değerlendirmelerinden ve
geleneklerinden alınmamıştır.
Ama eğer insan hoşnutluğu aranan,
rızasına yönelik arzuya dayanılarak amel
işlenen bir Allah'a ve yine bu insan, mükâfat ve cezaların
verileceği bir ahiret gününe inanmıyorsa o zaman,
insanların keyfî değerlendirmelerine dayanan
kıymetleri elde etmeye yönelir. Bu keyfï değerlendirmelerde
ise bırakınız her zamana ve dünyanın her
yerine egemen olacak bir değişmezliği, bir
kuşak boyunca aynı ülkede egemen olacak bir değişmezliği
ve belirliliği bile bulamazsınız. İşte bu
inançsızların amellerinin motifleri bu oynak değer
yargıları olur. O zaman da insanların keyfi
arzularında ve değer yargılarında belirecek
değişmelere paralel olarak bu davranış
motiflerinde de değişmeler ve oynamalar olacaktır.
Bu değişmelerin yanısıra da böbürlenme,
büyüklenme, cimrilik, cimriliği özendirme, insanlara
gösteriş yapma gibi çirkin sıfatlar ortalıkta
cirit atacaktır. Böylece yüce Allah'ın
rızasına bağlanmanın ve ihlâsın
zerresine rastlanmayacaktır.
Bu ayet, yüce Allah'ın böylelerini "sevmediğini"
belirtiyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah için "nefret
etme" ve "sevme" gibi duygusal tepkiler söz konusu
değildir. Burada insanların
alışkanlıklarına göre bu duygusal tepkiye eşlik
eden kovma, cezalandırma ve azab etme gibi sonuçlar kasd
edilmiştir. Okuyoruz:
"Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap
hazırladık."
Buradaki "onur kırıcılık
(ihanet)" bu adamların büyüklenmelerinin, haşa
atmalarının karşılığı olan bir
cezadır. Fakat ayette, asıl amaç olan bu anlamın
yanısıra daha düşündürücü bir mesaj veriliyor.
İnsanların zihinlerine işlemesi istenen etkileyici
bir mesaj. Ayette vicdanlarda bu sıfatlara ve bu
davranışlara karşı antipati, küçümseme ve
tiksinme duyguları uyandırılıyor. Özellikle
bu adamların şeytanın yoldaşları
oldukları vurgulanmakla söz konusu nefretin frekansına
yükseklik kazandırılıyor. Okuyoruz:
"Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı
vardır."
Bize kadar gelen bilgilere göre bu ayetler bir gurup Medine
yahudisi hakkında inmiştir. Bu sıfatlar yahudilere
yakışıyor. Aynen onlar gibi münafıklara da
yakışıyor. O günün müslüman toplumunda bu
gurupların her ikisi de vardı.
Buna
göre belki de ayette yer alan "Allah'ın
lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları
gizlemeleri" suçlamasından
maksat yahudilerin İslâm dinine ve bu dinin
"güvenilir" Peygamberi hakkında kitaplarında
bulunan bilgileri gizlemeleridir. Fakat ifade geneldir ve sözün
akışı mâlî yardıma ve insanlar arası
dayanışmaya ilişkindir. Buna göre bu ifadenin
genellik niteliğine dokunmamak gerekir. Çünkü bu nitelik
sözün akışına daha uygun düşüyor.
Ayette bu kimselerin huylarının ve
davranışlarının çirkinliği
belirtildikten ve bu çirkinliklerin asıl sebebinin yüce
Allah'a ve ahiret gününe inanmamaları ve buna
karşılık şeytanı yoldaş edinmeleri,
onun izinden gitmeleri olduğu vurgulandıktan ve bu kötülüklerin
sahipleri için hazırlanmış olan cezanın
"onur kırıcı" bir ceza olacağı
haber verildikten sonra şu kınama ve paylama içerikli
(istinkârî) soru ile karşılaşıyoruz:
"Eğer onlar Allah'a ve Ahiret gününe inansalar ve
Allah'ın kendilerine
bağışladığı mallarının bir
bölümünü hayır yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç
kuşkusuz Allah onların yaptıkları her
şeyi bilir."
"Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık
etmez. Eğer bu bir iyilik olursa onu birkaç kat büyütür
ve karşılığında kendi katından büyük
bir mükâfat verir."
Evet, ne olurdu onlara? Ne kaybederlerdi? Hangi korku,
yüzünden, hangi endişeye dayanarak yüce Allah'a ve ahiret
gününe inanmıyorlar ve yüce Allah'ın kendilerine
bağışladığı malın bir bölümünü
muhtaç kimselere vermiyorlar? Oysa yüce Allah onların
yapacağı yardımları ve kendilerine bu
yardımları yapmaya özendirecek olan iç motifleri
bilir. Ayrıca yüce Allah, hiç kimseye zerre kadar haksızlık
yapmaz. O halde ne imanlarının ve
yardımlarının bilinmez kalması ve ne de
alacakları mükafat konusunda haksızlığa
uğramaları tehlikesi söz konusudur. Tersine
iyiliklerinin katlanarak büyütülmesi ve bu büyütülmüş
iyiliklerine Allah'ın bağışı olarak
hesapsız mükâfat verilmesi fırsatı ile
karşı karşıyadırlar.
Demek ki, iman etme yolu onlar için her ihtimal karşısında,
hatta maddeye dayalı kâr-zarar hesaplarına bel
bağlamaları halinde bile, daha güvenceli ve daha
kazançlıdır. Sebebine gelince, eğer yüce Allah'a
ve ahiret gününe inanarak yüce Allah'ın
bağışladığı malın bir
kısmını güçsüzlere yardım olarak verseler
ne kaybederler? Onlar kendi güçleri ile yarattıkları
bir malı vermiyorlar ki. Verdikleri mal kendilerine Allah
tarafından bağışlanmış
rızkın bir bölümüdür. Buna rağmen, yani
yaptıkları yardımı yüce Allah'ın
bağışladığı rızıktan
yapmalarına rağmen hem iyilikleri kat kat büyütülüyor
ve hem de iyiliklerinin karşılığı
fazlası ile veriliyor. Aman Allah'ım, bu ne kerem, bu ne
lütuf! Zarara uğramaya mahkûm aptallardan başka kim böyle
bir alış-verişe yan çizebilir?
Bu emirler ve yasaklar, bu özendirmeler ve teşvikler bir
Kıyamet günü tablosu ile sona eriyor. Bu tablodä onların
konumu somutlaştırılıyor, Kur'an'ın
Kıyamet sahnelerine ilişkin bilinen üslubu uyarınca;
adamların hareketlerinin ve duyguların
dalgalanmalarının sanki resimleri çizilerek canlı
bir kesit halinde gözlerimizin önüne seriliyor. Okuyalım:
ŞAHİDLİK
"Her ümmete karşı birer şahid
tutacağımız ve seni de kendilerine karşı
şahid göstereceğimiz gün acaba onların halleri
nasıl olacak?"
"Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün
yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah'tan hiçbir
söz saklayamazlar."
Bir önceki ayette "yüce Allah'ın zerre kadar
haksızlık yapmadığı" vurgulanarak
zihinler bu Kıyamet tablosuna
hazırlanmıştı. Demek ki, terazisi bir kıl
ucu kadar oynaklık göstermeyen katıksız adaletle
karşı karşıyayız. Ayrıca iyilikler büyütülmekte
ve ödülleri yüce Allah'ın karşılıksız
bağışı eklenerek fazla fazla verilmektedir.
Bu, rahmeti hakketmiş olanlara yönelik bir ihsandan ve
imanları ve iyi amelleri ile Allah'ın lütfunu istemiş
olanlara dönük katıksız bir lütuftan başka bir
şey değildir.
Ama gelelim şu adamlara. Hani şu yanlarında ne
iman ve ne de iyi amel birikimi getirmemiş olanlara. Hani
yanlarında sadece küfür ve kötü amel getirmiş
nasipsizlere. Acaba o gün onların hali nice olacak? Evet, "Her
ümmete karşı birer şahid
tutacağımız -Her ümmetin peygamberini o
ümmetin aleyhinde tanıklık yapmaya çağıracağımız-
ve seni de kendilerine karşı şahid göstereceğimiz
gün" acaba ne yapacaklar?
İşte o anda tablonun
canlandırdığı manzara, tüm somutluğu ile
karşımıza dikiliyor. Uçsuz-bucaksız bir
toplantı, bir hesap verme alanı. Her ümmet orada. Her
ümmetin başına işledikleri ameller hakkında
tanıklık edecek bir şahid dikilmiş. Şu kâfirler;
hani şu kendini beğenmişler, hava atanlar,
cimriler, pintilik teşvikçileri, yüce Allah'ın
bağışladığı nimetlerin
gizleyicileri, gösterişçiler ve yüce Allah'ın
rızasını hiç umursamayanlar. İşte onlar.
Satırların kelimeleri arasında neredeyse
kendilerini görür gibi oluyoruz. Bu uçsuz-bucaksız alanda
ayakta dikiliyorlar. Peygamberleri yanı başlarında,
aleyhlerinde şahitlik yapmak için tetikte bekliyor.
İşte onlar. Bütün gizledikleri ve açığa
vurdukları amelleri ile, bütün kâfirlikleri ve inkârcılıkları
ile, bütün gururları ve çalımları ile, bütün
cimrilikleri ve cimrilik telkinleri ile, bütün gösterişçilikleri
ve göz boyayıcılıkları ile işte onlar.
Varlığını inkâr ettikleri Yaratıcının;
bağışlarını sakladıkları,
kıymığını bile vermeye
kıyamadıkları rızkın sahibinin huzurunda
duruyorlar. Hiç inanmamış oldukları bir günde ve
direktiflerine karşı geldikleri Peygamberin yanı
başında. Acaba halleri nicedir?!
Bu manzarada yoğun bir aşağılanma,
horlanma, perişanlık, utanç ve pişmanlık görüntüleri
karşısındayız. Yanısıra acı
itirafların titrek sesleri geliyor kulaklarımıza.
Çünkü inkârcılığın artık hiçbir
yararı yok burada.
Ayet bu söylediklerimizi tek tek sayıp tasvir etmiyor.
Fakat o insan ruhunun derinliklerine işleyen "psikolojik
bir tablo" çiziyor,bu çizgiler işte o tabloda
beliriyor, bu gölgelerin tümü bu çizgilerin yanlarında
oynaşıyor. Perişanlık
horlanmışlık,
aşağılanmışlık, utanç ve pişmanlık
gölgeleri. Okuyoruz:
`Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle
bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz
saklayamazlar:"
Bütün bu anlamları, bütün bu duygusal reaksiyonları
bu canlı tablonun duygulandırıcı imajları
aracılığı ile algılıyoruz. Bu
anlamlar, bu duygular bu insanların üzerinde oynaşıyor
ve titreşiyor. Onları başka hiçbir tasvirci ya da
analitik ifade tarzının kelimelerinden
algılayamayacağımız bir somutlukla, bir
derinlikle, bir canlılık ve etkileyicilikle
algılıyoruz. İşte Kur'an-ı Kerim'in
Kıyamet sahnelerine ve tasvirli anlatımın
kullanıldığı diğer tablolarına
ilişkin canlandırma üslûbu böyledir.
İÇKİ HASTALIĞI
Bu ayetler gurubu yüce Allah'a kulluk etmeyi emretmek ve O'na
herhangi bir şeyi ortak koşmayı yasaklamakla söze
girmişti. Namaz, Allah'a kulluğun en ayrılmaz göstergesidir.
Bu yüzden aşağıdaki ayette bu ibadetin ve O'na
hazırlık niteliği taşıyan temizlenmenin
bazı hükümleri anlatılıyor. Okuyoruz: