Bilindiği gibi bu dersin daha önceki kısmında
gerek Allah katındaki ödül ve sevap konusu gerek mülkiyet
ve miras hakkına sahip olması noktası ve gerekse
bağımsız hukukî kişilik
taşıması yönünden 'kadının erkekle
eşit olduğunu belirtmiştik. Kadının bu
onurlandırılmışlığı ve bu kanun
önündeki eşitliği aynı özün iki parçasını
oluşturan bu iki insan cinsinin yüce Allah katındaki
eşitliğinden ve yüce Allah'ın bir bütün olarak
insanı onurlandırmış olmasından
kaynaklanır.
Aynı insan bütününün iki parçasını bir aile
kurumu oluşturmak amacı ile bir araya gelmesinin önemi
ve bu kurumun sorumluluğunun büyüklüğü, öncelikle
iki nokta üzerinde yoğunlaşır. Bu iki nokta
şunlardır:
1- Aynı insan bütününün her iki yarısına huzûr,
güven, örtü ve korunmuşluk sağlamak,
2- Uygun üreme ve gelişme faktörlerini devreye sokarak
insan toplumunun sürekliliğini teminat altına almak.
İşte bu kurumun bütün ayrıntılı
ihtiyaçlarını garantiye bağlayan bütün kesin ve
ince içerikli yasal düzenlemeler bu amaçlara yöneliktir.
Bu sûre sözünü ettiğimiz düzenlemelerin önemli bir .bölümünü
içerir. Bunları önce dördüncü cüzde, arkasından
elimizdeki beşinci cüzün ilk sayfalarında
incelemiştik. Bu yasal düzenlemelerin diğer bir bölümünü
Bakara suresi içerir ki, bunlara da ikinci cüzde değindik.
Diğerleri de çeşitli surelere
serpiştirilmiştir. Özellikle onsekizinci cüzdeki Nûr
suresinde yirmi birinci ve yirmi ikinci cüzlerdeki Ahzab
sûresinde ve yirmi sekizinci cüzdeki Talâk ve Tahrim
sûrelerinde bu hükümlerle yoğun biçimde karşılaşırız.
Bu parça parça hükümler bir araya getirilince bu temel insanî
kurumu düzenleyen eksiksiz, geniş kapsamlı ve
ayrıntılı bir aile hukuku meydana çıkar. Bu hükümlerin
sayıca çokluğu, çeşitliliği,
ayrıntılılığı ve geniş
kapsamlılığı İslâm sisteminin bu son
derece ağırlıklı kuruma dayalı insan
hayatına ne kadar büyük bir önem verdiğini
kanıtlar.
Şu satırların okuyucusunun bu konuda bu cüzün
daha önceki bölümlerinde yazmış
olduklarımızı okumuş olmasını
temenni ederiz. O sayfalarda şu noktalara parmak
basmıştık: İnsan yavrusunun çocukluk dönemi,
diğèr canlı yavrularının yavruluk döneminden
bir hayli uzundur. İnsan yavrusunun bu dönemde her
şeyden önce kendisini, besinini kendi gücü ile sağlayacak
yaşa gelinceye dek koruyacak bir yuvaya ihtiyacı
vardır. Bundan da daha önemlisi, bu yuva insan yavrusunu eğiterek
onu sosyal fonksiyonunu yerine getirmeye, insan toplumunun
gelişiminde kendine düşen görevi yapmaya, insan
toplumunu devraldığından daha ilerlemiş bir düzeyde
kendinden sonraki kuşağa teslim etmeye
hazırlamaktır. Aile kurumunun değerini
anlatırken, İslâm'ın onun fonksiyonlarına yönelik
bakış açısını, bu kuruma ilişkin
beklentilerini irdelerken; onu uzak-yakın her türlü yıkıcı
faktörden nasıl
sakındırdığını, her türlü muhtemel
tehlikeden nasıl koruduğunu ortaya koyarken de bu
noktaları hatırda tutmanın özel bir önemi vardır.
Kısaca değindiğimiz bu noktalar İslâm'ın
aile kurumunu hangi gözle gördüğünü, ona niçin önem
verdiğini; onun kalıcılığına
istikrarına ve iç huzuruna yönelik güvenceleri sağlamak
hususunda ne kadar titiz olduğunu açıkça ortaya koyar.
Az yukarda da bu ilâhi sistemin kadını
onurlandırdığını, ona
bağımsız bir kişilik
kazandırdığını, onu saygın konuma yükselttiğini,
ona kendi insiyatifi ile geçmişte örneği olmayan birçok
haklar verdiğini, bütün bunları kadını
kandırmak için değil; tümü ile insanı
onurlandırarak ve böylece insan hayatının düzeyini
yükseltmek gibi büyük amaçlarını gerçekleştirmek
için yaptığını anlatmıştık.
İşte yukardaki noktalar ile bu
anlattıklarımızın ortak
ışığı altında, bu kısa ön açıklamadan
sonra okuduğumuz son ayeti incelemeye girişebiliriz:
Bu ayetin amacı; evlilik kurumunu düzene koymak, bu
kurumdaki iş ve görev bölümünü yasal kurallara bağlamak
ve böylece aile fertleri arasında çıkabilecek çatışmaları,
sürtüşmeleri önlemektir. Bunun için tüm aile fertlerini
ihtiraslarının, psikolojik reaksiyonlarının ve
bencilliklerinin tutsaklığından sıyırarak
yüce Allah'ın hükmüne bağlamaktır.
İşte temel amacını böylece vurguladığımız
bu ayet aile kurumunun yönetim yetkisini erkeğe veriyor,
aile reisinin erkek olduğunu belirliyor ve bu tercihini
şu sebeplere bağlıyor: Yüce Allah, erkeği bu
yöneticiliğin, bu amirliğin dayanakları
bakımından üstün kılmış, onu bu yöneticiliğin
yetenek ve maharetleri ile donatmıştır. Bunun
yanısıra erkek, aile kurumunun maddî ihtiyaçlarını
karşılamakla yükümlü tutulmuştur. Erkeğe
verilen bu yöneticilik yetkisine dayalı olarak, bu yetkinin
aile kurumunu bozulmaktan kurtarmaya, onu gelip geçici taşkınlıklara
karşı korumaya, ortaya çıkacak bu
taşkınlıklara nasıl karşı
konacağına ilişkin imtiyazlar da belirleniyor. Son
olarak da iç önlemler bu konuda başarısız
kalınca başvurulabilecek dış önlemlerin neler
olduğu açıklanıyor, yuvaya yönelik somut
tehlikeye dikkat çekiliyor, bu tehlikenin sadece aynı insan
biriminin iki yarısını oluşturan
karı-kocayı tehdit etmediği, aynı zamanda bu
yuvanın sıcak kucağında gelişen ve son
derece korumaya muhtaç olan yavruyu da tehdit ettiği
vurgulanıyor. Şimdi bu önlemlerin gereklerini ve
gerekçelerini görebildiğimiz kadarı ile anlatmaya çalışalım.
Önce ayetin baş tarafını tekrarlayalım:
"Allah'ın erkekleri kadınlardan üstün yaratmış
olması ve erkeklerin mâli harcamaları
karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları
yönetmeye yetkilidir."
Daha önce söylediğimiz gibi aile, insanlık
hayatının ilk kurumudur. Bir defa hayat yolunun her
aşamasını etkileyen bir başlangıç noktası
olması açısından "ilk"dir. . Bunun
yanısıra önem açısından da
"ilk"dir. Çünkü insan unsurun üretim ve geliştirme
alanıdır. İnsan unsuru ise, İslâm düşüncesine
göre, bu evrenin en onurlu unsurudur.
Toplumda; hepsi de aileden daha az önemli, daha düşük
değerli bir çok kurumlar vardır. Mâlî, sinaî,
ticarî ve benzeri kurumlar gibi. Bu kurumlar, normalde rast gele
kimselerin eline teslim edilmez, tersine bu işlere aday
olanların en yeterlilerinin ellerine verilirler. Bu adaylar
da yöneticilik ve işletmecilik yeteneklerinin ötesinde
alanlarında uzman olmaları ve bilimsel bir
eğitimden geçmiş olmaları şartı
aranır.
Aileden daha az önemli ve daha düşük değerli
sosyal kurumlarda durum böyle olunca şu evrenin paha biçilmez
unsuru olan insanı yetiştiren aile kurumunun bu ilkeye
haydi haydi uyması gerekir.
İlâhî sistem bu ilkeyi ve bu ilkenin
ışığında kadınla erkeğin görevleri
ile uyumlu olan yeteneklerini göz önünde bulundurur. Bunun yanısıra
kadın ile erkek arasında yükümlülükleri adaletli
biçimde bölüştürme ilkesini, her iki tarafa doğuştan
getirdikleri yetenekler uyarınca yatkın ve
hazırlıklı oldukları sorumlulukları
dengeli biçimde dağıtma prensibini de gözetir.
Her şeyden önce şurası
tartışmasız bir gerçektir ki, erkek de kadın
da yüce Allah'ın yaratıklarındandırlar. Yüce
Allah, belirli bir görev için hazırladığı,
yatkınlık kazandırdığı, bu görevi
en iyi şekilde yapması için gerekli olan yetenekler ile
donattığı yaratıklarının hiç birine
haksızlık ve zulüm yapmak istemez.
Yüce Allah, insanları evrenin tümüne egemen olan genel
kanuna uygun olarak kadın-erkek çiftlerinden oluşmuş
olarak yarattı ve kadına, er kek ile arasındaki
ilişkinin ürünü olarak meydana gelen yavruyu karnında
taşıma, doğurma, emzirme ve bakma görevini verdi.
Bu görev hem büyük, hem de önemlidir. Bu görev, kadının
yapısında kök salan derin organik, psikolojik ve aklî
yatkınlıklar ve ön hazırlıklar
olmaksızın yerine getirilebilecek kolay ve basit bir görev
değildir. Bu yüzden evin ekonomik ihtiyaçlarını
karşılama ve kadını koruma görevinin karşı
cinse, yani erkeğe yüklenmesi adalet gereğidir. Böylece
kadın, kendini tamamen öz görevine adasın, bir yandan
karnında çocuk taşır, onu doğurur, emzirir ve
bakarken öte yandan kendini ve çocuğunu geçindirmek için
çalışmak, çabalamak ve gece-gündüz demeden emek
harcamak zorunda kalmasın. Bunun yanısıra
erkeğin organik, sinirsel, aklî ve psikolojik yapısını
bu görevi yerine getirmesini sağlayacak yetenekler ile
donatmak da adalet gereğidir. Kadını da kendi görevini
yerine getirmesini mümkün kılacak organik, psikolojik,
sinirsel ve akli yetenekler ile donatmak da bu adalet terazisinin
öbür kefesini oluşturur.
İşte fiilen gerçekleşen, pratiğe
yansıyan oluşum da budur. Çünkü "Rabbin hiç
kimseye haksızlık etmez." (Kehf Suresi, 149)
Yüce Allah, bu gerekçe ile, kadına -diğer
özellikleri yanında- incelik, şefkat, hızla
reaksiyon, çocuğun isteklerini bilinçsiz ve düşüncesiz
bir refleks ile hemen karşılama yetenekleri ile
donatmıştır. Çünkü insanın kaçınılmaz,
köklü ihtiyaçları tümü ile -tek tek fertlerde bile-
bilincin, düşüncenin zaman alan tercihlerine bırakılmamış,
bunların irade-dışı bir tepki ile
karşılanması sağlanmıştır. Böylece
bu ihtiyaçlar, hemen ve zorlamayı andıran bir irade ile
karşılansın diye. Fakat bu zorlama içten gelen bir
zorlamadır, yoksa dıştan kaynaklanan bir dayatma
değildir. Böyle olduğu için çoğunlukla haz veren
ve hoşlanılan bir zorlamadır. Bu sayede
ihtiyacı karşılama için harcanacak çaba ne kadar
sıkıntı verici olsa ve ne kadar fedakârlık
gerektirse de bir yandan hızlı bir refleks ile
harcanmakta ve öbür yandan da bu iş gönüllü olarak yapılmaktadır.
"Bu herşeyi en titiz şekilde ortaya koyan
Allah'ın yaratış üslûbu... " (Neml Suresi,
88)
Bu özel yetenekler yüzeysel değildir. Tersine
kadının biyolojik, organik, sinirsel, psikolojik ve aklî
yapısının derinliklerinde kök salmışlardır.
Hatta bu alanın büyük uzmanlarının söylediklerine
göre bu özel yeteneklerin özleri kadın
organizmasının her hücresinde vardır. Çünkü bu
yetenek özleri, bütün ana karakteristikleri ile bölünüp çoğalması,
insan yavrusunu meydana getiren ilk anaç hücrede gizlidir.
Kadının yanısıra erkek de -diğer bir
çok özel yetenekleri yanında- sertlik, katılık,
reaksiyon ve tepki ağırlığı, harekete geçmeden
ve uyarılara karşılık vermeden önce düşünme,
bilinç süzgecinden geçirme yetenekleri ile donatıldı.
Çünkü hayatının ilk aşamasında
yaşadığı ilk avlanma tecrübesinden tutun da eşini
ve çocuklarını korumak için sürekli biçimde verdiği
savaşın her aşamasına kadar, ailenin geçimini
sağlamadan tutun da diğer bütün yükümlülüklerine
varıncaya kadar omuzlarında
taşıdığı bütün görevler, genellikle
ileri atılmadan önce soğukkanlı bir iç değerlendirme
yapmayı, düşünüp taşınmayı ve
ölçülü reaksiyonlar göstermeyi gerektiren görevlerdir. Bu
özel yetenekler de, tıpkı kadının mukabil
yetenekleri gibi, erkeğin yapısının
derinliklerine kök salmışlardır.
Erkeğin bu özel yetenekleri onu yöneticilikte kadından
daha güçlü ve daha üstün bir konuma getiriyor. Bunun yanısıra
iş bölümünün gereği olarak omuzlarına yüklenen
evi geçindirme yükümlülüğü de ona yöneticilikte ve
reislikte öncelik sağlıyor. Çünkü aile kurumunun
geçimini sağlamak bu yöneticilik, reislik konumunun içinde
vardır ve ailenin malî tasarruflarına yön verme
sorumluluğunu üstlenmek, erkeğin karakteristik
yapısına ve aile içindeki fonksiyonuna kadına göre
daha uygundur.
İşte Kur'an-ı Kerim, İslâm toplumunda
erkeklerin, kadınları yönetecek,
onlara reis olacak konumda olduklarını belirlerken bu
iki gerekçeyi vurguluyor ve bu iki faktöre özel yeteneklerden
kaynaklanan yapısal sebepleri olduğu gibi görev ve
yetenek bölüşümüne dayanan sebepleri vardır.
Bunların yanısıra adaletli iş bölümünün
gerektirdiği, görevleri bölüştürürken her iki cinse
yapabilecekleri, fıtrî yatkınlıkları ile gerçekleştirmeye
hazır oldukları fonksiyonları yükleme tutarlılığının
ön plâna çıkardığı sebepleri de mevcuttur.
Erkeğe tanınan aileyi yönetme yetkisi, reisliğe
ilişkin yeteneklerin ve ön yatkınlığın
varlığına dayanması sebebiyle yerindedir. Bu görevi
onun omuzlarına yüklemeyi, gerektiren. sebepler vardır;
çünkü aileden daha az önemli ve daha düşük değerli
diğer sosyal kurumlar başsız
bırakılmazken ailenin reissiz olması, yöneticisiz
yürümesi düşünülemez. Bunun yanında erkek bu göreve
hazırlıklıdır, yaratılış
özellikleri bu görevde ona destekçidir ve bu görevin
yükümlülüklerini taşımaya elverişlidir. Buna
karşılık öbür cins, yani kadın bu göreve
hazırlıklı değildir,
yaratılıştan getirdiği yetenekler ona bu görevde
destek sağlamaz. Eğer kadına, diğer kendinë
özgü sorumlulukları yanında bir de evi yönetme
görevi yüklenirse bu zulüm olur. Eğer kadın,
potansiyel yetenekleri harekete geçirilerek, bilimsel ve
uygulamalı eğitimden geçirilerek evi yönetme görevine
hazırlanacak olursa, bu defa analık görevine ilişkin
yetenekleri körelir, dumûra uğrar. Çünkü analık görevinin
kendine has gerekleri ve yetenekleri vardır. Bunların
başında reaksiyon çabukluğu ve uyarılara
hemen cevap verme yatkınlığı gelir.
Bunların arka plânında da biyolojik ve sinirsel
yapıda kökleri olan özel yetenekler ile bu yeteneklerin
davranışlara ve reaksiyonlara yansıyan izleri
bulunmalıdır.
Bunlar önemli meselelerdir, insan arzularının
egemenliğine bırakılmayacak kadar, insanların
bilinçsiz deneme-yanılma girişimlerine havale
edilemeyecek kadar önemli meselelerdir. Bu konular gerek eski
cahiliye dönemlerinde ve gerekse şimdiki cahiliye
sistemlerinde insanların keyiflerine
bırakılınca bu umursamazlık, gerek
varlığının özü bakımından gerekse
insan hayatına anlam ve üstünlük sağlayan
insancıl özellikler ve yetenekler bakımından
insanlığı büyük bir tehlikenin tehdidi altına
sokmuştur.
Erkeğin aile reisi olması ilkesinin
varlığına, etkinliğine ve insanlar üzerinde
yürürlükte olan kanunları bulunduğuna bizzat insan
fıtratı tanıklık ediyor. İnsanlar bu
ilkeye karşı da çıksalar, onu kabul de etmeseler
ve onu tanımazlıktan da gelseler bu realite ortadan
kalkmaz. Bu fıtrî kuralın varlığını
gösteren kanıtların bir bölümü şunlardır:
Ne zaman bu kurala yan çizilmiş ise, ne zaman ailede otorite
sarsılmış ise, ne zaman bu otorite çarpıtılmış
ise ve ne zaman bu otoritenin köklü ve fıtrî ilkesine sırt
çevrilmiş ise insanlık hayatı
yozlaşmış, bozulmuş, sarsılmış,
gerilemiş; hatta yok olma ve mahvolma tehlikesi ile yüzyüze
gelmiştir.
Yine bu kanıtlardan biri de belki şudur: Bizzat
kadının vicdanı, fıtrî yapısına
ters düşen aile reisliği görevini üstlenmekten kaçınıyor
ve bundan hoşlanmıyor. Aile reisliği görevini
üstlenmeyen, bu görevin gerektirdiği nitelikler konusunda
eksiği olan, bu yüzden bu görevi eşinin üzerine yıkan
erkekle bir arada yaşamak durumunda kalan kadın;
eksiklik, boşluk, endişe ve mutsuzluk duygusuna
kapılıyor. Bu sosyal hayattä somut izlerine rastlanan
bir realitedir. Öyle ki, bunun böyle olduğunu, gerçeklere
ters düşmüşlüğün karanlıklarında
bocalayan sapıtmış kadınlar bile itiraf
ediyorlar.
Bu kuralın köklülüğünü gösteren bir başka
kanıt da şu olabilir: Baba tarafından yönetilmeyen
ailelerde büyüyen bazı çocuklar görülür. Ailenin baba
yönetiminden yoksun oluşu çeşitli sebeplerden
kaynaklanır. Ya babanın kişiliği
zayıftır, bu yüzden ananın kişiliği ona
baskın çıkar ve evin dizginlerini kadın ele
alır. Yahut ailede baba yoktur. Ya öldüğü için
yoktur, ya da ortada meşrû bir baba olmadığı
için yoktur. Bu tür ortamlarda büyüyen çocuklar ender olarak
normal olurlar. Genellikle bu tür çocuklarda, ya sinirsel ya
psikolojik yapılarında veya davranışları
ve ahlâklarında mutlaka anormallikler, sapıklıklar
görülür.
Bütün bunlar, ailede erkeğin reisliği ilkesinin
varlığına, etkinliğine ve insanlara egemen
kanunlarının bulunduğuna, işaret eder. Bunlar,
insanlar karşı da çıksa red de etse ve
tanımazlıktan da gelse bu realitenin geçerli olduğunu
gösteren somut kanıtların bazılarıdır.
Erkeğin yöneticilik yetkisine, bunun dayanaklarına,
gerekçelerine, zorunluluklarına ve insan fıtratına
dayandığına ilişkin
yaptığımız bu açıklamayı burada
noktalamamız yerinde olur. Fakat sözü bağlarken
şu gerçeği bir kere daha vurgulamalıyız.
Erkeğin yöneticilik yetkisi -daha önce belirttiğimiz
gibi kadının ne ev içinde ve toplumdaki kişiliğini
ve ne de hukukî kişiliğini ortadan kaldırma
niteliği taşımaz. Bu ilke sadece aile-içi iş-bölümüne
ilişkin bir uygulamadır; amacı bu son derece
önemli kurumu yönetmek, korumak ve ayakta tutmaktır.
Herhangi bir kurumun bir yöneticiye sahip olması ne o
kurumun ortaklarının ve ne de çeşitli
kademelerinde çalışanların
varlıklarını ve kişiliklerini ortadan
kaldırır. Ayrıca İslâm, Kur'an-ı
Kerim'in başka ayetlerinde bu erkek reisliğinin
nasıl olması gerektiğini açıklamıştır.
Bu yöneticilik yetkisinin erkeğe; eşine ve çocuklarına
karşı acıma, gözetme, koruma, kanat germe,
kendinden ve malından fedakârlıklarda bulunma yükümlülükleri
getirdiğini belirlemiş ve ev-içi davranışlarda
uyacağı edep kurallarını açıklığa
kavuşturmuştur.'
SALİHA (İYİ) KADINLAR
Erkeğin aile reisliğine ilişkin görevleri,
yetkileri, sorumlulukları ve yükümlülükleri anlatıldıktan
sonra ideal mümin kadının nasıl olması
gerektiği, aile içindeki imana dayalı
davranış ve uygulamalarının niteliği
konusuna geçiliyor. Okuyalım:
"Buna göre iyi kadınlar, saygılı olanlar
ve kocalarının yokluğunda Allah'ın
korunmasını emrettiği mahremiyetleri
koruyanlardır."
Demek ki ideal mümin kadın gerçek müminliğinin
gereği olarak mutlaka kocasına karşı
saygılı olmalıdır ve bu sıfat onun
ayrılmaz niteliğini oluşturmalıdır.
"Saygılı olmak", ayetin deyimi ile "Kunût";
baskı altında, zorlamalı, isteksiz ve baştan
savmacı bir itaat demek değildir. Aksine isteyerek,
benimseyerek, gönüllü ve arzulu bir şekilde gösterilen
itaat anlamına gelir. Bundan dolayı yüce Allah "İtaat
edenler" dememiş, "saygılı olanlar"
buyurmuştur. Çünkü ikinci deyimin anlamı
psikolojiktir, insan ruhuna ılık esintiler
yansıtıcı bir içerik taşır. Bir tek
insan bütününün iki yarısı arasında
bulunması gereken dirlik, sevgi, örtü ve korunak oluşturma
havasına uygun düşen; bağrında büyüyen
yavrulara havasının, nefeslerinin, esintilerinin ve
meltemlerinin damgasını vuran insan yuvasına
yakışan tutum budur.
İdeal mümin kadının, müminliğinin ve
idealliğinin gereği olan kişiliğinin
başka bir sıfatı da kocası ile arasındaki
kutsal ilişkinin dokunulmazlığını, sadece
kocasının varlığında değil,
yokluğunda da titizlikle korumasıdır. Aynı
insan bütününün yarısını
oluşturmaları hasebiyle sırf kocasına açık
olan mahremiyetlerini başkalarının gözlerinden ve
dokunmalarından kesinlikle uzak tutmalıdır.
Kadının, yabancılara kapalı tutması
gereken mahremiyetlerinin neler olduklarını ne
kadın ve ne de erkek belirliyor. Bunları belirleyen, yüce
Allah'ın bizzat kendisidir; ayetteki "Allah'ın
korunmasını emrettiği" ifadesi bu gerçeği
ortaya koyar.
Demek ki, ideal kadın için mesele sadece kocasının
rızası meselesi değildir. Kocasının gerek
yanında ve gerekse yokluğunda yabancılara açılmasına
izin verdiği, açılışına
kızmadığı mahremiyetleri konusunda kadın,
sorumluluğu kocasının sırtına
yıkarak işin içinden çıkamaz. Bu konuda yüce
Allah'ın sisteminden sapmış bir toplumun
gelenekleri ve modaları da kadın için geçerli bir
mazeret olamaz.
Sözünü ettiğimiz "mahremiyetleri koruma"
noktasına sınırlama getiren bir tek geçerli
hüküm vardır. Kadın, mahremiyetlerini bu hüküm uyarınca,
yani "Allah'ın korunmasını
emrettiği" biçimde korumalıdır.
Kur'an-ı Kerim, bu mahremiyetleri koruma zorunluluğunu
emir kipi ile dile getirmiyor. Bu zorunluluğu emir kipinden
daha derin anlamlı ve daha vurgulayıcı bir dille
ifade ediyor; "Allah'ın korunmasını
emrettiği şekildeki muhafaza titizliği ideal
kadınların karakteristik özelliklerinin ve ideal olma
niteliklerinin vazgeçilmez gereğidir" diyor.
Durum böyle olunca sapık toplumun baskısı
karşısında boyun eğen, bozguna uğrayan müslüman
erkek ve kadınların bütün mazeretleri suya düşer
ve "Allah'ın korunmasını
emrettiği" prensibi uyarınca salih (ideal)
kadınların gönüllü, istekli ve arzulu itaatleri eşliğinde
koruma altında tutacakları mahremiyetlerin
sınırları meydana çıkar.
İdeal (saliha) kadınların dışında
kalan kadınlara gelince bunlar dik kafalı ve serkeş
kadınlardır. Kur'an'da bu sıfatı ifade etmek için
kullanılan "Neşz" kelimesi "yüksek yerde
durmak" anlamına gelir. Bu ifade belirli bir psikolojik
durumu kelimelere yansıtan somut bir ifadedir. Gerçekten dik
kafalı, serkeş insan baş kaldırma ve kafa
tutma konusunda sivrilen, göze batan insan demektir.
İslâm sistemi ailede dik kafalılığın
gerçekten uygulamaya girmesini, isyan bayrağının
çekilmesini, reislik otoritesinin kaybolmasını ve sonuç
olarak yuvanın iki kampa bölünmesini pasif bir şekilde
karşılamaz. Çünkü iş bu raddeye varınca çoğunlukla,
problem çözülemez. Buna göre dik kafalılığın
ve isyanın tohumları henüz filiz vermeden bunlara karşı
önlem almak gerekir. Yoksa eğer bu tohumlar yeşermeye
bırakılacak olursa iş, bu önemli kurumun bozulmasına
ve yozlaşmasına varır. Artık orada huzur ve güven
kalmaz. Artık yuva yavruların yetişmelerine uygun
sıcaklığını ve
korunaklığını yitirir. Daha beteri de var. Böyle
gide gide birgün bu yuva dağılır, çöker ve
temelli mahvolur. O zaman genç yavrular ya başıboş
kalır; ya da psikolojik, sinirsel, organik hastalıklara,
belki de türlü sapıklıklara yol açacak şartlar içinde
büyümek zorunda kalırlar.
Demek durum son derece ciddi. O halde sözünü ettiğimiz
dik kafalılığın ve isyankârlığın
belirtileri ortaya çıkar-çıkmaz hemen bunları
tedavi etmenin aşamalı önlemlerine başvurmak
gerekir. İşte aile kurumunu sarsılmaktan ve
yıkılmaktan korumak için kurumun bir numaralı
sorumlusu olan kocaya çoğunlukla uslandırıcı
sonuç veren bazı terbiye yöntemlerini kullanma yetkisi tanınıyor.
Bu yöntemleri kullanmaktan maksat karşı taraftan
intikam almak, onu küçük düşürmek ya da ona acı
çektirmek değildir. Amaç; yola getirmek, dik kafalılığın
bu başlangıç aşamasında yuvada açtığı
deliği tıkamak ve gediği sıvamaktır.
Şöylece:
"Dik kafalılık edeceklerinden endişe
ettiğiniz kadınlära öğüt veriniz, onları
yataklarında yalnız bırakınız 've dövünüz.
Eğer uslanıp size itaat ederler ise kendilerine
karşı başka bir tedbire
başvurmayınız. Hiç kuşkusuz Allah yücedir,
büyüktür."
Şimdi önce yukarda söylediklerimizi tekrar hatırlayalım:
Yüce Allah (celle celaluhu) insan bütününün her iki yarısını,
yani kadını ve erkeği ile insanı onurlu
kılmıştır. Kadın hakları, onun insan
olmasından kaynaklanan temel haklardır. Müslüman kadın,
tüm vatandaşlık haklarına sahiptir. Bunların
yanısıra erkeğin yönetimi altında
olacağı ilkesi, kadının kendi hayat
arkadaşını seçme özgürlüğünü,
şahsı ve malı ile ilgili tasarruf yetkisini ortadan
kaldırmaz. Gerek bunları ve gerekse İslâm
sisteminin içerdiği diğer belli-başlı
ilkeleri göz önüne getirelim. Bu arada aile kurumunun önemi
hakkında yapmaya çalıştığımız
açıklamaları da zihnimizde canlandıralım.
O zaman kalplerimiz şahsi ihtirasların
tutsağı olmamış ve başlarımız
şımarıklıktan dönmüş değil ise
önce bu uslandırma amaçlı önlemlerin niçin ortaya
konduğunu, sonra da bunların nasıl bir yöntem uyarınca
uygulanmaları gerektiğini kolayca anlarız.
Bu önlemler, -dik kafalılık tehlikesi belirince-
koruyucu birer tedbir olsunlar diye yürürlüğe
konmuşlardır. Amaçları nefisleri islâh etmek ve
problemleri kaynaklarında çözmektir. Yoksa bu önlemler
kalpleri daha çok kırmak, kin ve nefretle doldurmak, yahut
aşağılık kompleksine ve öc duygularına
yuva yapmak için ortaya konmamıştır.
Burada söz konusu olan şey kadın-erkek
savaşı değildir ki, bu önlemler aracılığı
ile dik kafalılığa kalkışmak isteyen
kadının burnu kırılsın veya kuduz köpek
gibi zincire vurulsun!
Böyle bir şey asla İslâmî değildir. Böyle
bir uygulama bazı dönemlerin toplumsal geleneği
olabilir. Bu sadece erkeğin ya da sadece kadının alçalmasından,
yozlaşmasından değil, bir bütün olarak
"insan"ın alçalmasından ve izzet erozyonuna
uğramasından kaynaklanan onur kırıcı bir
gelenektir. Fakat İslâm gündeme gelince mesele hem biçim,
hem yöntem hem de amaç bakımından farklılık
kazanır. Ayeti inceleyelim.
"Dik kafalılık edeceklerinden endişe
ettiğiniz kadınlara öğüt ve
Fakat ayetin anlattığı endişe
karşısında erkek, bu önleme belirli bir amaca ulaşmak
için başvurur. Bu belirli amaç; dik kafalılık
hastalığını henüz palazlanmadan, henüz tam
anlamı ile açığa çıkmadan tedavi etmektir.
Fakat kimi zaman öğüt vermek işe yaramayabilir.
Kadın kontrolsüz bir bencilliğe veya bilinçsiz bir
burnu büyüklük kompleksine kapılmış olabilir. Güzelliğine,
malına, soyluluğuna, ya da bir imtiyazına güvenerek
aile kurumunun ortak üyesi olduğunu; kapris yapacak, böbürlenecek
ya da çatışmaya girişecek bir rakibi
olmadığını unutabilir. İşte o zaman
sıra ikinci önleme gelir. Bu önlem kadının kof
gururunu kırma amacı taşır. Kadının
güzellik, çekicilik gibi erkeğe hava atmak için koz olarak
kullanmaya kalkıştığı ya da yönetilen
konumunda olduğu bu kurumun üyesi olmayı içine
sindirememesine sebep olan bütün üstünlüklerine yöneliktir.
Okuyoruz:
"Onları (eşlerinizi) yataklarında
yalnız bırakınız."
Yatak, bir tahrik ve cazibe yeridir.
Şımarmış, dik kafalı kadın burada
egemenliğinin doruğuna ulaşır. Eğer erkek
bu tahrik karşısında arzularını
frenleyebilirse şımarık karısının en
etkili silâhını elinden almış olur.
Erkeğin en kritik anda ortaya koyacağı bu güçlü
irade ve kişilik tezahürü karşısında ve bu
kararlı direniş önünde genellikle kadının
geri çekildiği, yumuşadığı görülür.
Yalnız bu önlemin, yani erkeğin
karısını yatağında yalnız
bırakışı tedbirinin uygulanışı
sırasında gözetilmesi gereken belirli bir âdâbı
vardır. Bu da bu yatakta yalnız bırakma eyleminin
yatak odasının dışına
taşırılmaması, karı-koca arasında
kalmasıdır. Olay çocukların önünde cereyan eden
bir yatak boykotuna dönüşmemelidir. Dönüşürse onların
gönüllerine kötü ve yıkıcı duyguların
tohumlarını eker. Bunun yanısıra bu önlem
yabancıların gözleri önüne serilen gösterişli
bir eylem şekline de bürünmemelidir. Yoksa kadının
onurunu rencide eder ve onun dik
kafalılığını azdırır. Amaç kadını
küçük düşürmek ya da çocukların zihinlerini
bulandırmak değil, dik kafalılık kompleksini
tedavi etmektir. Hem dik kafalılığa karşı
bir ders vermenin ve hem de bu işi kadını
başkaları önünde küçük düşürmeden yapmanın
konu edilen önlemin ortak amaçları oldukları açıkça
görülür.
Fakat bu önlem de başarılı olmayabilir. O zaman
ne olacak? Aile kurumu yıkıma mı terk edilecek?
Hayır. Sırada bir üçüncü önlem var. Belki öbür
ikisine göre biraz sert, ama kadının dik
kafalılık kompleksi yüzünden aile yuvasının
tamamen yıkılmasından daha kolay göze alınır
ve daha az risklidir kuşkusuz. Okuyoruz:
"Onları (eşlerinizi) dövünüz."
Eğer bu önlemi yukardaki inceliklerin ve bu tedbirlerin
ortak amacının ışığı
altında ele alırsak söz konusu dövmenin öc alma,
sadist duyguları tatmin etme amacı güden bir acı
çektirme ya da kadının onurunu kırma,
kişiliğini hırpalama eylemi anlamına
gelmeyeceği, bunların yanısıra
kadının istemediği bir hayatı zorla,
baskı ile yaşatma aracı olarak
kullanılamayacağı açıkça anlaşılır.
Bu eylem terbiye edicinin sevecen duygularına eşlik eden
bir uslandırma girişimi olmakla
sınırlıdır. Tıpkı babanın
çocuklarına ve öğretmenin öğrencilerine yönelik
aynı türden uygulamalarında olduğu gibi.
Söylemeye gerek yok ki, eğer bu önemli kurumun ortakları
arasında uyum varsa bu önlemlerin hiç birine yer yoktur. Bu
önlemlere ancak sarsıntı ve bozulma tehlikesi
karşısında başvurulur. Bu sarsıntı
ve bozulma tehlikesi de ancak bu önlemler aracılığı
ile tedavi edilmeye çalışılan bir sapmadan
kaynaklanır.
Eğer ne öğüt verme ve ne de yatakta yalnız
bırakma önlemleri işe yaramaz ise o zaman ortada
başka türden ve başka düzeyde bir sapma var demektir
ki ona karşı diğer önlemler çare olamazken bu
önlem çıkar yol olabilir.
Bazı sapma türlerine ilişkin pratik deneyimler ve
psikolojik araştırmalar bu dövme önleminin belirli bir
psikolojik anormalliği tedavi edecek, aynı zamanda bu
anormalliğin sahibinin davranışlarını düzeltecek
ve onu tatmin edecek en uygun çare olduğunu söylüyorlar.
Yalnız burada sözünü ettiğimiz patolojik (marazi)
sapma, psikanalizin belirleyerek isim taktığı
anormallik olmayabilir. Çünkü biz psikolojinin ortaya koyduğu
sonuçlara kesin bilimsel veriler gözü ile bakmıyoruz.
Sebebine gelince psikoloji, Dr. Alexis Carrel'in de
belirttiği gibi henüz bilimsel anlamda bir "bilim"
dalı haline gelmiş değildir. Öyle kadınlar
var ki, ancak pazu gücü ile kendilerini alt eden erkeklerin
otoritesine sığınmak isterler ve ancak gücünü bu
yolla kendilerine kanıtlayan erkeklerin eşleri olmaktan
hoşlanırlar. Kuşkusuz bütün kadınların
tabiatı böyle değildir. Fakat böyle kadınlar da
vardır. İşte bu tür kadınları hizaya
getirebilmek ve bunun sonucunda da bu önemli kurumun barış
ve güvenliğini koruyabilmek için bu sön önleme başvurmak
gerekli olabilir.
Ayrıca bu önlemleri belirleyen merci, tüm varlıkların
yaratıcısıdır. O yarattığı
insanları herkesten iyi tanır. Bu herşeyi bilen ve
her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce merciin
sözünden sonra yapılacak her tartışma
dayanaksız bir demogojidir; yaratanın bu tercihine yönelik
her inatlaşma ve boyun eğmeme girişimi, insanı
iman alanının dışına çıkmaya sürükleyen
bir adım olur.
Yüce Allah bu önlemleri niteliklerini, beraberlerinde taşıdıkları
niyeti ve güttükleri amacı belirleyecek tarzda nitelikte
ortaya koyuyor. Öyle ki, cahiliye dönemleri insanlarının
yanlış anlamalarını, yüce Allah'ın
sistemine yakıştırmaya imkân bırakılmıyor.
Çeşitli cahiliye dönemlerinde erkeğin din adına
cellat kesildiği, yine din adına kadının köleye
dönüştürüldüğü, erkeğin kadına ve
kadının erkeğe özendiği, karşı
cinslerin birbirlerine benzemeye yeltenerek kişiliklerinden
uzaklaştıkları, ya da ilerici bir din
anlayışı adı altında her iki cinsin
kadın ile erkek arası üçüncü bir karmaşık
cinse dönüşmeye giriştikleri sık sık görülür.
Fakat müminlerin vicdanlarında bu sapık
akımları katıksız İslâm'dan ve onun
gerektirdiği uygulamalardan ayırd etmek hiç de zor değildir.
Bu önlemler dik kafalılık kompleksinin belirtilerini
henüz bu kompleks palazlanmadan, tedavi etmek için ortaya kondu
ve hemen arkasından kötüye kullanılmalarını
önleyecek uyarılar gündeme getirildi. Bunun yanısıra
Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) gerek eşlerine
yönelik pratik uygulamaları ile ve gerekse sözlü
direktifleri ile bu konudaki yanlış anlamaları düzeltmeye
ve orada-burada görülen aşırı uygulamaları
frenlemeye yöneldi.
Nitekim Muaviye b. Hıdet-ül Huşeyri'nin; "Ya
Resulullah, eşlerimizin üzerimizdeki hakları
nelerdir?" diye sorması üzerine Peygamberimiz şöyle
buyurdu:
"Kendin yiyince ona da yedirmen, kendin giyince ona da
giydirmendir. Ayrıca yüzüne vurmazsın, ona hakaret
etmezsin ve kendisini yatakta yalnız bırakmayı evin
dışına taşırmazsın." (Müsned,
Ashabussünen)
Yine bir keresinde Peygamberimiz
bu durum sadece bu alanda görülen
bir manzara değildi. İslâm'ın direktifleri ile
cahiliye kültürünün tortuları hayatın diğer birçok
alanında da çatışıyordu. Bu çatışma
İslâm toplumunda yeni değerler ve kurumlar iyice
yerleşinceye ve müslümanların vicdanlarının
ve bilinçlerinin derinliklerinde kök salıncaya kadar sürmüştür.
Her neyse, yüce Allah bu önlemlerin önüne aşılmaması
ve önlerinde durulması gereken sınırlar
koymuştur. Bu önlemlerin herhangi bir aşamasında
amaç gerçekleşince artık ötesine geçilemeyecektir.
Okuyoruz:
"Eğer (kadınlarınız) uslanıp size
itaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire
başvurmayınız."
Amaç gerçekleşince araca başvurma girişimi
durduruluyor. Bu da varılmak istenen sonucun söz konusu
amaç -yani kadının kocasına itaat etmesini
sağlama amacı- olduğunu açıkça gösteriyor.
Sağlanması istenen itaat zorlamalı itaat
değil, gönüllü itaattir. Çünkü zorlamalı itaat,
toplumun temeli olan aile kurumu için sağlıklı bir
dayanak oluşturamaz.
Ayetin aşağıdaki cümlesi bize açıkça
gösteriyor ki, itaat amacı gerçekleştikten sonra bu
önlemleri uygulamaya devam etmek aşırılık,
keyfî uygulama ve ölçüyü çiğnemektir. Okuyoruz:
"...İtaat ederlerse kendilerine karşı
başka bir tedbire başvurmayınız."
Bu yasaklamanın arkasından gelen uyarı cümlesinde
yüce Allah'ın yüceliği ve ululuğu
vurgulanıyor. Böylece Kur'an'ın bilinen özendirme ve
caydırma üslubu uyarınca kalplere su serpiliyor,
mağrur başlar eğdiriliyor, bazı gönüllerden
geçmesi muhtemel aşırılık ve bencillik
duygularının kökü kazınıyor. Okuyalım:
"Hiç şüphesiz Allah yücedir, büyüktür."
Bu önlemler dik kafalılığın açığa
vurulmadığı, sadece ön belirtilerinin görüldüğü
durumlar içindirler. Bir de bu dik kafalılığın
açığa vurulduğunu düşünelim. O zaman bu
saydığımız önlemlere başvurulmaz.
Çünkü o durumda bunların hiç bir yararı, hiçbir
olumlu sonucu olmaz. O durumda karı-koca
anlaşmazlığı, birbirinin başını
ezmeyi amaçlayan bir çatışmaya ve bir savaşa dönüşmüş
demektir. Oysa amaç ve istenen şey bu değildir.
Ayrıca erkek, bu önlemlere başvurmanın hiçbir
yarar getirmeyeceğini, tersine yuvanın dirliğinde
meydana gelen çatlağı daha da
genişleteceğini, dik kafalılığı açığa
vurduracağını ve henüz kopmamış duran
evlilik bağlarının da kopmasına yol açacağını
düşünebilir ve bu önlemleri yürürlüğe koymadan
önce yapacağı durum değerlendirmesinde bu görüşe
varabilir. Ya da bu önlemleri fiilen uygular da hiç bir olumlu
sonuç elde edemez.
Bu durumlarda hikmetli İslâm sistemi bu önemli kurumu yıkımdan
kurtarmak için, kenara çekilerek onu yıkıma
bırakmak zorunda kalmadan önceki son girişimi olmak
üzere başka bir önlem öneriyor. Okuyoruz:
"Eğer karı-kocanın arasının açılmasından
endişe ederseniz onlara biri erkeğin ve öbürü kadının
akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu
arabulucular karı-kocayı barıştırmak
isterler ise Allah onların arasını bulur. Hiç
şüphesiz Allah herşeyi bilir ve her şeyden
haberdardır."
Görüldüğü gibi İslâm sistemi, dik kafalılığın
ve gerginliğin olumsuz sonuçlarına teslim olmayı
uygun görmediği gibi hemen evlilik bağını
çözmeye ve aile kurumunu, içinde yaşayan küçük-büyük
herkesin; dirliğin bozulması konusunda hiç bir rolü,
hiçbir günahı ve hiçbir engel olma gücü olmayan zavallı
aile fertlerinin başına yıkmaya
kalkışılmasını uygun bulmuyor. Çünkü
aile kurumu İslâm'ın gözünde değerlidir. Bu
değerlilik, bu kurumun toplumun yapılanmasındaki
önem ile, topluma sağladığı gerekli
tuğlalar aracılığı ile onun
varlığının sürdürülmesine, gelişmesine,
ilerlemesine sağladığı katkı ile
doğru orantılıdır.
Bu gerekçe ile İslâm ayrılık tehlikesi
baş gösterince bu ayrılık fiilen gerçekleşmeden
önce davranarak şu son önlemini devreye sokar: Biri kadının
ve öbürü erkeğin akrabası olan, taraflarca
onaylanacak iki hakemin işe el koymasını önerir.
Bu hakemler karı-koca ilişkilerini gölgeleyen
psikolojik gerginliklerden, bilinçlerde çöreklenmiş
tatsız hatıralardan ve ortak hayatın olumsuz
şartlarından uzak bir soğukkanlılık içinde
bir araya gelirler. Bu hakemler, aile yuvasının
havasını zehirleyen, işi çıkmaza sokan ve pençesine
düştükleri için karı-kocaya, ortak
hayatlarının iyi taraflarından daha baskın
gelen bütün olumsuz ve yıkıcı etkilerden
uzaktırlar. Her ikisi de ailelerinin adı kötüye çıksın
istemez ve yuvasız kalma tehlikesi ile karşı
karşıya olan küçük çocuklara karşı
şefkat duyguları ile doludurlar. Böylesine tatsız
bir duruma düşmüş karı-kocaya egemen olabilecek
olan karşı tarafı alta düşürme kompleksinden
uzaktırlar. İstedikleri tek şey dargın
karı-kocanın, çocuklarının ve
yıkılma tehlikesi ile yüzyüze gelen yuvalarının
iyiliğidir, mutluluğudur. Bunların
yanısıra karı-koca bu hakemlerin önünde gizli sırlarını
açmaktan çekinmezler. Çünkü bunlar tarafların
akrabalarıdırlar. Bu sırları
yayacaklarından korkulmaz. Sebebine gelince bu
sırları ortalığa yaymak kendilerinin de
yararına değildir. Hatta onların yararı bu
sırların saklanmasında ve çözüme kavuşturulmasındadır.
İşte bu iki hakem bir araya gelerek dargın
karı-kocanın arasını bulmaya koyulurlar.
Eğer tarafların gönlünde barışma
eğilimi var da bu eğilimi frenleyen tek faktör karşılıklı
öfke ise bu hakemlerin barıştırmaya yönelik
güçlü arzuları sayesinde yüce Allah, bu dargın
çifte barışmayı ve uyuşmayı nasip eder.
Okuyalım:
"Eğer bu arabulucular karı-kocayı
barıştırmak isterler ise Allah onların
arasını bulur."
Arabulucular barıştırmayı isteyecekler,
Allah da onların dileğini kabul edecek ve
girişimlerini başarıya
ulaştıracaktır.
İşte insanların kalpleri ve çabaları ile yüce
Allah'ın dilemesi ve takdiri arasındaki ilişki
budur. İnsanların hayatında yer alan
gelişmeleri yüce Allah'ın takdiri gerçekleştirir.
Fakat insanların elinde adım atmak ve girişimde
bulunmak yetkisi vardır. Bundan sonra olacak olan şey, yüce
Allah'ın takdiri ile olur. Üstelik bu olacak olan şey
sırları bilen ve her şeyin en
yararlısından haberdar olan yüce Allah'ın bilgisi
altında gerçekleşir. Okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir, her
şeyden haberdardır."
Böylece -bu bölümde- İslâm'ın; kadına,
karşıt cinsler arasındaki ilişkilere, aile
kurumuna ve aile-toplum ilişkilerine ne kadar ciddi ve önem
verici bir gözle baktığını görmüş
olduk. İslâm sisteminin insan hayatının bu
kesimini yasal düzenlemeler ile donatmak için ne kadar yoğun
bir çaba harcadığına tanık olduk. Bunun
yanısıra İslâm cemaatını, cahiliye
bataklığından alarak kendisinden başka hidayet
olmayan İlâhi hidayetin doruğuna
tırmandırmaya çalışan bu yüce sistemin bu
yolda harcadığı çabaların pratik örnekleri
ile karşılaşmış olduk.