25- İçinizden mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla
evlenmeye elverişli olmayanlar. ellerini;,de bulunan mümin
cariyeler ile evlensinler. Hanginizin imanı olduğunu en
iyi Allah bilir. Hepiniz aynı soydansınız. Onlarla;
namuslu olmaları, zinadan uzak durmaları ve gizli dost
tutmamış olmaları halinde velilerinden izin alarak
evleniniz. Ve kendilerine geleneğe uyacak miktarda mehir
veriniz. Eğer evli iken zina islerler ise kendilerine özgür
kadınlara verilecek cezanın yarısını
uygulayınız. Bu, içinizden günaha gireceklerinden
korkanlara tanınan bir imkândır. Yoksa eğer
sabrederseniz sizin için daha iyi olur. Allah affedici ve
merhametlidir.
İslam dini "insan"a, onun fıtratına, gücüne,
pratik şartlarına ve gerçek ihtiyaçlarına göre
davranır: O, insanın elinden tutup onu, cahiliye
bataklığından çıkararak İslâmî hayatın
doruğuna tırmandırırken
fıtratını, gücünü, pratik
şartlarını ve gerçek ihtiyaçlarını göz
ardı etmez. Tersine bu yüce doruğa
tırmandırıcı yolu boyunca bu faktörlerin gereğine
uyar.
Fakat İslâm, cahiliye realitesini alternatifi olmayan
vazgeçilmez bir realite olarak kabul etmez. Cahiliye realitesi
geriye götürücü, düşük düzeyli bir realitedir.
İslâm, insanlığı bu realitenin
bataklığından çıkarmak için geldi. İslâm
"İnsan realitesi"ni onun fıtratına ve
özüne bağlı olarak düşünür ve bu realiteden
daha yüksek aşamalı bir seviyeye çıkmaya
yetenekli olduğunu hareket noktası kabul eder.
Başka bir deyimle insan realitesi, sadece cahiliye
bataklığından her hangi bir cahiliye
bataklığına bağımlı kalınarak,
bu bataklığın içinde debelenmek değildir. Yüce
Allah tarafından fıtratına katılmış
yetenekleri sayesinde bu bataklıktan çıkarak yüceliklere
doğru tırmanabilmesi de onun realitesinin bir parçasıdır.
"İnsanın realitesi"ni tümü ile bilen yüce
Allah'tır. Çünkü "İnsanın özünü, gerçek
mahiyetini" O bilir; insanı yaratan ve içinde cirit atıp
duran tüm duyguları tanıyan O'dur. Nitekim O, bize
şöyle buyuruyor:
"Yaratan bilmez mi hiç? O lâtiftir ve herşeyden
haberdardır." (Mülk Suresi, 14)
İlk İslâm toplumunda savaşlardan kalma esirler
vardı. Bunlar için daha sonra gerekli önlemler alınacaktı.
Bu önlem, ya onları karşılıksız olarak
tek taraflı bir kararla salıvermek ya kendilerini müslüman
esirlere karşılık serbest bırakmak veya müslümanlar
ile savaşçı düşmanlarının
arasındaki şartların türüne bağlı
olarak para karşılığında
özgürlüklerine kavuşturma şıklarından biri
idi.
İslâmiyet bu pratik probleme, efendinin sahibi olduğu
cariyesi ile cinsel ilişkide bulunmasını serbest
bırakarak çözüm getirdi. Daha önce söylediğimiz
üzere cariyelerin fıtrî realitelerini gerçekçi bir yaklaşımla
ele almak için bu çareye başvuruldu. Cariyeler ile cinsel
ilişkide bulunmak onların müslüman olanları ile
evlenmek yolu ile olabileceği gibi kendilerini nikâhlamaksızın
da mümkün idi. Bu konudaki tek şart, bir adet görme
dönemi geçirmeleri ve böylece karınlarında "Daru'l-Harb"de
kalan kocalarının çocuğunu
taşımadıklarının ortaya çıkması
idi. Fakat İslâm, bu cinsel ilişkide bulunma
serbestisini sadece bu cariyelerin efendilerine
tanımıştı. Diğer erkekler onlarla ancak
evlilik yolu ile böyle bir ilişki kurabilirlerdi. Bu arada
İslâm bu kadınlara toplumda namuslarını
satarak para kazanmayı yasakladığı gibi
efendileri tarafından yine para
karşılığında kendi rızaları ile
Pazarlaşmalarına da izin vermemişti.
İşte bu ayette bu cariyeler ile nasıl
evlenileceği, nikâhlanmalarının hangi şartlar
altında serbest olduğu anlatılıyor:
"İçinizden mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla
evlenmeye elverişli olmayanlar. ellerinde bulunan cariyeler
ile evlen
sinler."
İslâm, erkeğin mâlî imkânları elverdiği
takdirde özgür kadın ile evlenmesini tercilı eder.
Çünkü özgür kadının özgür niteliği onun için
koruyucu bir zırh oluşturur, bu sayede o
ırzını nasıl koruyacağını,
kocasının namusunu nasıl gözeteceğini öğrenir.
Burada bu kadınların "Korumalı" olmakla
nitelenmeleri, hiç kuşkusuz evli olmaları
anlamında değildir. Çünkü evli kadınları
nikâhlamanın yasak olduğu daha önce belirtilmişti.
Buradaki "Korumalı"lık terimi, bu
kadınların özgür olmaları, özgürlük zırhının
koruması altında bulunmaları, özgürlüğün
vicdanlarına sağladığı ..nurluluğun
ve hayatlarına kazandırdığı güvencelerin
sakındırıcılığından
yararlandıkları anlamını taşır.
Gerçekten özgür kadının bir ailesi, bir
yuvası, bir çevresi, bakımını üstlenen yakınları
vardır. Bu yüzden namusunun lekelenmesinden çekinir. İçinde,
vicdanında şeref ve onurluluk duyguları egemendir.
Bundan dolayı fuhuştan ve başıboş cinsel
ilişkilerden kaçınır. Fakat özgür olmayan cariye
üzerinde bu faktörlerin hiç biri etkili değildir. Bundan
dolayı o evlendiği takdirde bile "Koruma
zırhı içinde" değildir. Çünkü içinde
kölelik günlerinin tortularını,
kalıntılarını taşır. Bundan
dolayı özgür kadın için varolan korunmuşluk,
iffet ve onur onda bulunmaz. Üstelik lekelemekten çekineceği
bir aile şerefi de yoktur. Bütün bunlara ek olarak bir
cariyenin hür bir kocadan edineceği çocuklara şu ya da
bu oranda köleliğin
aşağılayıcılığı
bulaşır. Bu ayetin koyduğu yasaya muhatap olan
toplumda bütün bu faktörler geçerlidir.
İşte bütün bu faktörler yüzünden İslâm,
özgür kadınlarla evlenebilecek imkânlara sahip olan
müslüman erkeklerin cariyeler ile evlenmemelerini tercih etti ve
cariyeler ile evlenmeyi maddî durumu normal evlilik yapmaya
elverişli olmadığı gibi bekâr kalmanın
sıkıntısına da katlanamayan erkeklerin
yararlanabilecekleri bir kolaylık kabul etti.
Eğer müslüman erkekler bekârlıktan
sıkılmışlar ise, gerek bu
sıkıntının ve gerekse kötü yola sapma endişesinin
baskısını içlerinde duyuyorlarsa İslâm
önlerine dikilip kendilerini kolaylıktan, rahatlamaktan ve
tatmin olmaktan yoksun tutmuyor. Bunun yerine böyle erkeklerin,
başkalarının sahip olduğu mümin cariyelerle
evlenmelerini serbest bırakıyor.
Fakat İslâm söz konusu özgür erkekler ile cariyeler
arasında kurulmasını tercih ettiği tek
ilişki biçimini belirliyor. Bu ilişki biçimi, daha
önce özgür kadınların evlenmesinde öngörülen ilişki
biçiminin aynısıdır ve şu şartları
içerir:
1- Her şeyden önce bu cariyelerin mümin olmaları
gerekir. Okuyalım:
"...ellerinizde bulunan mümin cariyeler ile
evlensinler."
2- Bu cariyelerin hakları olan mehir, efendilerine
değil, doğrudan doğruya kendilerine verilecektir.
Çünkü bu onların öz haklarıdır. Okuyoruz:
"Kendilerine geleneğe uygun miktarda bir mehir
veriniz."
3- Cariyelere ödenecek bu meblağın mutlaka mehir
adı altında ödenmesi gerekir. Bunun yanısıra
onlardan metres ya da fahişe olarak değil, nikahlı
eş olarak yararlanılacaktır.
Ayette geçen "Metres (hıdn)" deyimi belli bir
erkekle gayri meşru ilişki kuran kadın
anlamına gelirken "fahişe (sefiha)" deyimi
isteyen her erkek ile yatıp kalkan kadın için kullanılır.
Okuyoruz:
"Onlar ile namuslu olmaları, zinadan (fuhuştan)
uzak durmaları ve gizli dost tutmamış olmaları
halinde velilerinden izin alarak evleniniz."
Yukarda okuduğumuz Hz. Aişe'nin hadisinde
belirtildiği gibi o günlerin Arap toplumunda özgür erkek
ve kadınlar arasında bu tür gayri meşrû ilişkiler
oldukça yaygındı. Ayrıca köleler arasında da
birçok fuhuş türleri yaygındı. O günün ileri
gelenleri sahip oldukları cariyelerini bu iğrenç yoldan
kendi hesaplarına para kazanmak için kullanıyorlardı.
Meselâ aynı zamanda kabilesinin şefi olan Medine münafıklarının
başı Abdullah b. Ubeyy b. Selul'un bu yoldan kendisine
para kazandıran dört kadın kölesi vardı. Bu gayri
meşrû cinsel ilişkiler cahiliye dönemi iğrençliklerinin
kalıntıları idi. İslâm önce arapları ve
arkasından insanlığın tümünü bu iğrençliklerin
bataklığından çekip çıkarmak,
arıtıp temizlemek için gelmişti.
Bunun yanısıra İslâm, hür erkekler ile bu
"Kadın" köleler arasındaki ilişkiyi tek
bir yola bağlamıştı. Bu yol evlenmek, aile
yuvası oluşturmak amacı ile kadını belli
bir erkeğe bağlayan nikâhlama yoludur. Hayvanlarda olduğu
gibi cinsel içgüdülerin başıboş biçimde tatmin
aramaları yolu tıkanmıştır. Yine İslâm,
kadınlara hakları olan mihri versinler diye malı
erkeklerin ellerine verdi. Yoksa bu mallar, metreslere ya, da
fahişelere peşkeş çekilmek için verilmiş
değildir.
İslâmiyet cinsel ilişkileri, köleler dünyasında
da cahiliye bataklığının iğrençliklerinden
arındırmıştır. İnsanlık her
cahiliye geriliğinin pençesine düştüğünde bu
bataklıkta debelenmektedir. Nitekim günümüzde dünyanın
her yerinde insanların bu debelenişine tanık
oluyoruz. Çünkü her yerde dalgalanan cahiliye bayrağıdır,
İslâm sancağı değil.
Okuduğumuz ayetin gündeme getirdiği bu konuyu
noktalamadan önce İslâm toplumunda özgür insanlar ile
köleler arasındaki ilişkilerin özüne
ışık tutan Kur'an üslubuna, bu dinin bu mesele karşısında
daha onunla yüzyüze geldiği ilk günlerde nasıl bir
tutum takındığına parmak basmalıyız.
Âyet köle kadınlardan "kadın köleler",
"cariyeler" ya da "dişi tutsaklar" diye söz
etmiyor, onlardan söz ederken "kızlarınız
(kadınlarınız)" ifadesini kullanıyor.
Tekrar okuyalım:
"...ellerinizde bulunan mümin kızlarınızdan
(kadınlarınızdan)..."
Görüldüğü gibi ayet, özgür olan ve olmayan insanlar
arasında insanlık tabanına inecek şekilde köklü
bir ayırım gözetmiyor. Oysa o günün dünyasında
egemen olan inanç sistemleri, o çağın
toplumlarında geçerli olan görüşler bu konuda böylesine
köklü bir ayırımı olabildiğince ortaya
koyuyorlardı. Bunun tam tersine ayet, özgür olan ve olmayan
insanların aynı kaynaktan türediklerini hatırlatıyor,
bu iki insan kesimi arasındaki irtibatın eksenini ortak
insanlık bağı ile inanç bağının
oluşturduğunu vurguluyor:
"Hanginizin imanlı olduğunu Allah bilir. Hepiniz
aynı soydansınız." Ayrıca İslâm,
bu tutsak kadınların sahiplerinden "efendi"
diye değil, "aile, veli" diye söz ediyor. Okuyalım:
"Ailelerinin (velilerinin) izni ile onlarla evleniniz.'
Yine İslâm, bu kadınların mehrini efendilerine
vermiyor, mehri kendilerinin öz hakkı sayıyor. "Kölenin
tüm kazancı efendisinindir" kuralı bu noktada geçerli
değil. Çünkü mehir, bir kazanç türü değil,
kadının kocasına bağlanmasından
doğan bir haktır. Okuyalım:
"Kendilerine geleneğe uygun miktarda bir mehir
veriniz"
Bunların yanısıra İslâm, bu cariyeleri
ırzlarını para
karşılığında satma
aşağılığına düşürmüyor,
tersine onları nikâhın, evliliğin koruyucu
zırhı altına alarak onurlandırıyor.
Okuyoruz:
"Cariyeler ile namuslu olmaları, fuhuştan uzak
durmaları ve gizli dost tutmamış olmaları
halinde... evleniniz."
Görüldüğü gibi ayette yer alan bu dokunaklı
direktiflerin tümü; bu konuda kadıncağızların
insanlık onurunu okşama niteliği taşır.
Özel şartların kendilerine empoze ettiği geçici
konumları yüzünden insan olmaktan kaynaklanan temel haklarının
zedelenmemesi gerektiği mesajını verir.
Oysa İslâm'ın geldiği günlerde dünyanın
her tarafındaki yaygın cahiliye
uygarlığının geçerli mantığına
göre "insan" olma onuru sadece efendilere özgü bir
imtiyazdı. Köleler bu onuru paylaşmaktan yoksundu.
Bununla bağlantılı olarak onlar
"İnsan" olmanın gerektirdiği diğer
temel haklardan ve dokunulmazlıklardan da mahrumdu. Eğer
İslâm'ın kölelere onur kazandırma çabasını,
o günkü cahiliye zihniyetinin bu aşağılayıcı
tutumu ile karşılaştırırsanız, bu
dinin "İnsan"a onur kazandırma alanında
ne büyük bir aşama gerçekleştirdiğini görürsünüz.
Üstelik İslâm insana sağladığı bu
saygınlığı her durumda gözetir, bu konuda
kölelik gibi bazı insanların konumunu
aşağı indiren geçici şartları engel
saymaz.
Eğer İslâm'ın köleliğe ilişkin bu
tutumu, savaş şartlarının doğurduğu
bu geçici insanlık problemine yönelik yaklaşımı,
günümüzün istilâcı ordularının ele geçirdikleri
ülkelerin kızlarına ve kadınlarına
karşı reva gördükleri iğrenç muamelelerle karşılaştırılırsa
bu dinin bu alanda ne büyük bir aşama gerçekleştirdiği
daha açıklıkla görülür. Dünyanın her
tarafındaki istilâcı cahiliye ordularının
kendilerine çektikleri "kadın-kız
ziyafetleri"nin hikâyelerini, bu saldırgan güçlerin
yerli halkın ırz ve namusuna yönelik pervasız
cinayetlerini, maceralarını hepiniz duymuşsunuzdur.
Öyle ki, bu pervasız saldırılara hedef olan
toplumlar bu saldırganların işgalleri ortadan
kalktıktan sonra uzun yıllar boyunca bu iğrenç
cinayetlerin sosyal sarsıntılarına katlanmak
zorunda kalıyorlar.
Sonra İslâm, bu tutsak kadınların evlilik
zırhına büründükten sonra işleyecekleri
fuhuş suçları için, normal kadınların bu tür
suçlarına göre daha hafif bir ceza öngörüyor. Bu tutumu
benimserken bu kadınların özel
şartlarını göz önüne alıyor. Bu özel
şartlar bu kadınları özgür kadınlara göre
kötü yola düşmeye daha yatkın,
kışkırtıcı faktörlere karşı
daha az dirençli bir duruma düşürür. İslâm,
kölelik konumunun, kadındaki psikolojik korunma refleksini
zayıflattığı gerçeğini hesaba katar.
Çünkü cariyeler kişisel onurdan ve aile şerefi
bilincinden büyük oranda yoksundurlar. Oysa bu iki faktör
özgür kadınları fuhuş işlemekten
caydırma konusunda çok etkin bir rol oynar. Ayrıca
İslâm, köle kadınların sosyal ve ekonomik
şartlarını, bu şartların özgür kadınlarınkinden
daha büyük oranda farklı olduğunu da göz önünde
bulundurur. Bu farklı sosyal ve ekonomik şartlar
cariyeleri, ırzları konusunda daha cömert davranmaya
iter; kendilerine para ve doğacak çocuklarına soylu bir
baba vaad eden erkeklerin ayartmalarına karşı
onları daha dirençsiz duruma düşürür.
İşte bütün bu faktörleri hesaba katan İslâm,
evlilik zırhı içine alınan cariyelerin
işleyebilecekleri zina suçlarını, özgür
bakirelerin evlenmeden önce işleyebilecekleri zina suçlarının
cezasının yarısına çarptırmayı
uygun görmüştür:
"Eğer (cariyeler) evli iken zina işlerler ise
kendilerine özgür kadınlara verilecek cezanın
yarısı verilir."
Besbelli ki, bu "yarı ceza", bölünebilen ceza
için geçerlidir. Bu da sopa vurma cezasıdır. Taşa
tutarak öldürme (recm) cezasında böyle yarıya indirme
söz konusu değildir. Çünkü bu cezanın bölünmesi
mümkün değildir. Buna göre eğer evli ve mümin bir
cariye zina ederse bekâr bir özgür kadının çarptırılacağı
cezanın yarısına çarptırılır. Bekâr
bir cariye bu suçu işlediği zaman nasıl bir cezaya
çarptırılacağı konusu ise fıkıh
bilginleri arasında tartışmalıdır. Acaba
bu durumdaki cariyeye yine özgür ve bekâr kadınlara
verilecek cezanın yarısı mı verilecek ve bu
ceza devlet başkanının (imamın) gözetimi altında
mı uygulanacak, yoksa ona uslandırma amacı güden,
evli cariyelerin cezasından daha hafif
caydırıcı bir ceza mı biçilecek ve bu cezayı
uygulamada efendisi mi yetkili olacak? Bunlar fıkıh
kitaplarında ayrıntılarına başvurulacak
tartışmalı konulardır.
Bu arada, "Kur'an'ın Gölgesinde" İslâm'ın,
insanların ellerinden tutup onları doruğa
doğru çıkarırken içinde bulundukları pratik
şartları nasıl bir titizlikle göz önüne aldığına
parmak basmak istiyoruz.
Dediğimiz gibi bu din, insanların içinde bulunduğu
pratiği göz önünde bulundurur, fakat pratiklik ve
gerçekçilik bahanesine sığınarak onları
bataklıkta debelenmekle baş başa bırakmaz.
Yine, cariyelerin hayatını etkileyen çevre
faktörlerini, bu faktörlerin evli cariyeleri bile erkeklerin
ayartıcı vaadleri karşısında kötü yola
düşmeye yatkın ve dirençsiz duruma düştüğünü
hiç kuşkusuz biliyor. Bu yüzden bu pratik gerçeği göz
ardı edip onların zina suçu işleyenlerine özgür
kadınlarınki kadar ceza biçmiyor. Fakat bu pratik
gerçeğe kesin bir egemenlik tanıyarak onları suçlarının
cezasından tamamen muaf tutmayı da uygun görmüyor.
Burada bütün faktörleri ve bütün şartları hesaba
katan dengeli bir tutumla, orta yolu benimseyen bir uygulama
karşısındayız.
Bunun yanısıra İslâm, kölelerin sosyal statü
düşüklüğünü, onlara verilecek cezaları
ağırlaştırıcı bir gerekçe olarak
kullanmaya da yanaşmamıştır. Oysa o günün
cahiliye dünyasının her tarafındaki tutum ve
uygulama bu yolda idi. Yani o zamanın yaygın ceza
anlayışı toplumun alt sınıfları ile
üst sınıfları arasında ayırım güdüyor,
üst sınıfların suçlarını hafif cezalar
ile geçiştirirken alt sınıfların garip suçlularına
katmerli ve ağır cezalar veriyordu.
Meselâ ünlü Roma kanunlarındaki uygulamaya göre sınıf
düzeyi düştükçe yani aşağı
sınıflara doğru inildikçe cezalar ağırlaşıyordu.
Nitekim bu kanunların bir maddesinde şöyle deniyordu;
"Kim bir namuslu dulu ya da bir bakireyi baştan çıkarırsa
eğer yüksek sınıftansa cezası
malının yarısına el konulması ve
eğer aşağı sınıftan ise sopalanarak
dövülmesi ya da sürgün edilmesidir."
Öte yandan "Manuşastr" kanunları diye
bilinen ve "Manu" adlı bir mitolojik Hind düşünürü
tarafından düzenlenen Hind kanunlarına göre "Eğer
Brahman kastına mensup bir seçkin, ölümü gerektirecek bir
suç işlerse hakim onun sadece başını
traş edebilir, ama eğer ölüm cezasını hak
eden suçlu Brahman kastından değilse öldürülür. Eğer
bir parça bir Brahmana şiddet amacı ile el ya da sopa
kaldırırsa eli kesilir."
Bu arada yahudiler arasında egemen olan ceza hukuku
anlayışına göre eğer eşraftan biri
hırsızlık ederse kendisine ilişilmez, buna
karşılık aşağı sınıftan
biri hırsızlık ederse suçunun gerektirdiği
cezaya çarptırılırdı." (Buhari, Müslim,
Tirmizî, Neseî ve İbn-i Davud'un ortaklaşa
kaydettikleri hadis')
İslâm ise hakkı yerine oturtmak ilkesi ile geldi.
Bunun sonucu olarak bütün pratik etkenleri göz önüne almak
şartı ile kimliğine bakmaksızın her suçluya
hakkettiği cezayı verme prensibini
yasallaştırdı. İşte bu düşünce ile
evlendikten sonra zina işleyen cariyeler için, aynı suçu
işleyen özgür ve bekar kadınlara verilecek
cezanın yarısını öngördü. Böylece onları
tamamen cezadan muaf tutmadı. Eğer öyle yapsaydı,
onları yaptıkları her davranışı
dış şartların baskısı altında
yapanı ortaya koyan yoksun robotlar gibi kabul etmiş
olurdu ki, bu yaklaşım gerçeğe aykırı
olurdu. Buna karşılık onların özel
şartlarını görmezlikten gelerek kendilerini
özgür kadınlarınki ile aynı olan bir cezaya
çarptırmayı da uygun görmedi. Çünkü cariyelerin
içinde bulundukları şartlar ile özgür kadınların
şartları birbirinden farklı idi. Ayrıca
cahiliye uygulamalarında görülen zavallılara
ağır cezalar verip seçkinleri kayırma
adaletsizliğinden de titizlikle uzak durdu.
Günümüzde Amerika'da, Güney Afrika'da ve dünyanın
daha bir çok ülkesinde egemen olan modern cahiliye uygarlığında
.aynı ayırımcı mantığın geçerli
olduğunu görüyoruz. Bu toplumlarda "beyaz"lar
tarafından işlendikleri takdirde hoşgörü ile karşılanan
nice suçlar "siyah"lar tarafından işlenince
ağır cezalara çarptırılır. Demek ki,
cahiliye her zaman ve her yerde aynı cahiliye olduğu
gibi İslâm da her yerde ve her zaman da yine aynı
İslâm'dır.
Okuduğumuz ayet, cariyeler ile evlenme izninin bekârlık
sıkıntısından ya da kötü yola sapmaktan
çekinen erkeklere tanınmış bir kolaylık
olduğunu vurgulayarak sona eriyor. Buna göre bekârlık
bunalımına düşmeksizin ve kötü yola sapmaksızın
özgür ve mümin bir kadınla evlenme imkânı
doğacak güne kadar sabretmek daha hayırlıdır.
Çünkü daha önce değindiğimiz gibi cariyeler ile
evlenmenin, beraberinde getirdiği birçok olumsuz sonuçlar
vardır. Okuyoruz:
"Bu içinizden günaha gireceklerinden ve bunalıma düşeceklerinden
korkanlara tanınan bir imkândır. Yoksa eğer
sabrederseniz sizin için daha iyi olur. Allah affedici ve
merhametlidir."
Yüce Allah, kullarını baskı altında
tutmak, sıkıntıya sokmak ve kötü yollara düşürmek
istemez. Gerçi kulları için uygun gördüğü din onların
yücelmelerini, hayvansal içgüdüleri aşmalarını,
yüksek doruğa tırmanmalarını ister, ama O, bütün
bunları onlardan fıtratlarının, potansiyel güçlerinin
ve gerçek ihtiyaçlarının sınırları içinde
ister. Bundan dolayı İslâm kolay uygulanabilir bir
hayat sistemidir. Fıtratın kapasitesini göz önünde
bulundurur, ihtiyacı bilir ve kaçınılmazlığı
takdir eder. Püf noktası şurası ki, İslâm
hayvanlık düzeyine doğru alçalmakta olanlara alkış
tutmaz, bataklığa doğru baş
aşağı inmekte olan bu tür zavallıların
karşısına geçerek "Bravo size, geri gitmekle
ne iyi ediyorsunuz" demez, onların seviye
kaybetmelerine, aşağılaşmalarına övgü
düzmez; onları yükselmek, yukarılara çıkmak için
sürekli çaba göstermekten, içgüdülerin ayartıcılığı
karşısında yeterince direnç göstermemenin
sorumluluğundan muaf tutmaz.
Görülüyor ki, İslâm, burada erkekleri, özgür kadınlarla
evlenecek imkânlara kavuşacakları güne kadar
sabretmeye teşvik ediyor. çünkü özgür kadınlar,
psikolojik bakımdan evlilik zırhının
koruması içine girmeye daha yatkındırlar, ideal
yuva kurmaya daha elverişlidirler. Doğacak çocuklarına
onur bahşetmeye, genç kuşakların
bakımına özen göstermeye, kocalarının yatak
namusunu korumaya daha yeteneklidirler. Fakat eğer erkek böyle
bir sabrın yol açacağı baskının
sıkıntısından, bunalımından
çekiniyorsa, ya da içgüdülerinin baskısı:.n
katlanamayarak gayri meşrû cinsel tatmin yollarına
sapacağından korkuyorsa, önünde anlattığımız
bu kolaylık-vardır.
Bu arada ayette cariyelerin itibarlarını yükseltmeye
büyük çapta özen gösteriliyor, onlar için onur kazandırıcı
ifadeler kullanılıyor. Meselâ ayete göre bu cariyeler
"Sizin kızlarınız"dır. Efendileri
onların "Aileleri, velileri"dir. Bütün insanlar,
özgür-köle ayırımı söz konusu olmaksızın
aynı soydan geliyor. İnsanlar arasındaki ortak bir
bağ imandır. İmanı da en iyi bilen
Allah'tır. Cariye;er;, mehirlerini vermek farzdır.
Onlarla ilişki kurmanın yolu evlenmektir, metres tutmak
ya da paralı fuhuş yoluna sapmak değildir.
Ayrıca bu kadınlar, yuvalarının namusuna yönelik
suçlarından dolayı sorumlu tutulacaklardır. Fakat
kendilerine yumuşak, hafifletici ve özel
şartlarını göz ardı etmeyen bir hoşgörü
ile yaklaşılacaktır. Şimdi de ayetin son cümlesini
okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah affedicidir,
merhametlidir."
Bu uyarıcı sonuç cümlesi bir yandan cariyelerle
evlenmeyi zorunlu kılan psikolojik duruma, öbür yandan da
bu kadınların cezalarını hafifletme
uygulamasına yorum getiriyor. Çünkü yüce Allah'ın
affediciliği ve merhameti her suçun ve her zorunlu durumun
arkasındadır.
ALLAH'IN HÜKMÜ
Arkasından yüce Allah'ın bu İslâm sisteminde
evlilik ve aile kurumuna ilişkin tüm hükümlerini kapsayan
birbirine bağlı üç tane ayeti geliyor. Yüce Allah'ın
bu hükümleri yasallaştırmaktaki amacı müslüman
toplumu daha önce içinde debelendiği cahiliye
bataklığından çıkarmak, bu toplumu
psikolojik, ahlâki, sosyal yönlerden sonraları görülen
yüksek, parlak ve temiz doruğa
tırmandırmaktır. Okuyacağımız bu
yorum ayetleri, yüce Allah'ın bu hayat sistemini, bu hükümleri,
bu yasal düzenlemeleri ve bu sosyal kurumları ortaya
koymakla dilediklerinin mahiyetini, bunun yanısıra
şehevî içgüdülerine uyarak yüce Allah'ın sistemine
sırt çevirenlerin asıl maksatlarının ne
olduğunu açıklıyor: