O

 

O

   

24- Savaş tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında evli kadınlar ile evlenmeniz haramdır. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır. Bunların dışında kalan kadınları iffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile mehirlerini vererek nikahlamanız size helâl kılındı. Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen mehri eşinizle anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.

Dördüncü cüzün sonunda yer alan aşağıdaki ayette, nikâhlanmaları doğrudan doğruya, yani hiçbir yan sebebe bağlı olmaksızın yasak olan kadınların kimler olduklarını açıklamıştık. Şimdi bu ayeti bir kere daha okuyalım:

"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin bir gelenektir." (Nisa Suresi, 22)

"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz, kaynanalarınız, cinsel ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız, -eğer anaları ile cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlar ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikâhınız altında bulundurmanız size haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir." (Nisa suresi, 23)

Yukarıda okuduğumuz "Evli kadınlar..." ifadesi ile başlayan ayet, bu konuda ek bir yasaklama getiriyor. Çünkü bu kadınlar başka erkeklerin (kocalarının) ırz korunağı içindedirler. Erkekler ile evli oldukları için bu korunağın sınırları içine girerek dokunulmaz olmuşlardır. Bu yüzden bu kadınlar kocaları dışındaki erkeklere haramdırlar, başka erkeklerin onlarla evlenmeleri helâl değildir.

Bu yasak; İslâmî toplum düzeninin ana ilkesini gerçekleştirme amacı güder. Bu ana kurala göre, İslâm toplumu aile temeline dayanır, aile kurumu bu toplumun birimidir. Buna göre aileyi, gerek "ortaklaşmalı" cinsel ilişkilerden ve gerekse toplumu kirletecek yaygın fuhuş alışkanlıklarından kaynaklanabilecek neseb karışıklığı, soy belirsizliği gibi lekeleyici uygulamalara karşı korumak gerekir.

Belirli bir kadının belirli bir erkeğe ait olduğunu resmîleştiren ve sözünü ettiğimiz "ırz koruma"sını gerçekleştiren açık evliliğe dayalı aile, "insan" fıtratı ile, insanın insan olmasından doğan gerçek ihtiyaçları ile uğraşan, bağdaşan en mükemmel sistemdir. Çünkü insan hayatının, hayvan hayatını aşan ondan çok daha yüce bir amacı vardır. Gerçi bu yüce amaç, söz konusu hayvanî amacı da içerir. Açık evliliğe dayalı aile yuvası bunun yanısıra, insan toplumunun amaçlarını da gerçekleştirir. Aynı zamanda vicdan huzuru, aile dirliği ve son çözümde toplumsal barış güvencesi getirir.

Şurası açıkça gözlenen bir gerçektir ki, insan yavrusu, diğer bütün canlı yavrularından çok daha uzun süren bir bakım ve gözetim dönemine muhtaçtır. Bunun yanısıra insan yavrusu, insanı diğer canlılardan ayırarak imtiyazlı bir konuma yükselten, ileri düzeyli bir sosyal hayatın gereklerini kavrayabilmek için, yine hayli uzun zaman alan bir eğitim dönemine de muhtaçtır.

Bilindiği gibi hayvanlardaki cinsiyet içgüdüsü, cinsel birleşmeyi, üremeyi ve çoğalmayı sağlamakla hedefine ulaşmış olur. Fakat insandaki cinsiyet içgüdüsü bu fonksiyonları gerçekleştirmekle amacına ulaşamaz, onun amacı daha da ötelere uzar. Bu aşkın amaç, erkek ile kadın arasında sürekli ve uzun ömürlü bir ilişkiyi gerekli kılar. Çünkü bu sürekli ana-baba ilişkisi, beraberliği sayesinde insan yavrusunun varlığı ve hayatı korunacak, onun beslenmesi ve diğer zaruri ihtiyaçları karşılanacaktır. Bunun yanısıra insan hayatının gerekleri açısından bundan daha önemli olmak üzere; bu yavrunun eğitilmesi, insanlığın ortak deney birikimi ve bilgi hazinesi ile donatılması gerekir. İnsan yavrusu, ancak bu eğitim sayesinde toplumsal hayata katılabilecek, ardarda gelecek kuşaklar ile gerçekleştirilmesi gereken gelişme süreci içindeki ortak yükümlülük payını taşıyabilecektir.

İşte bundan dolayı, karşıt insan cinslerinin temel hayat dayanağı "cinsel haz" değildir. Cinsel haz, insan hayatının sadece bir aracıdır, amacı değildir. İnsan hamuruna bu mayanın katılmış olmasının sebebi, erkek ile kadını bir araya getirmek, sonra bu ilişkiyi devam ettirerek insan türünün ortak gelişme sürecine katkıda bulunma görevini yerine getirmektir. Demek ki, karşıt insan cinslerinin temel hayat dayanağı "sorumluluk"tur. Eşler; buluşmalarının ve birleşmelerinin ürünü olarak meydana gelen güçsüz yavrularının bakımı ve gözetimi ile yükümlüdürler. Bunun yanısıra bu konuda insanlık toplumunun omuzlarına bindirdiği bir başka yükümlülükleri daha vardır: Yavrularına ilerde insânî sorumluluklarının gereğini yerine getirme, insan varoluşunun amacını gerçekleştirme gücü ve yeteneği sağlayacak düzeyde bir eğitim vereceklerdir.

Bütün bu faktörler bizi şu kaçınılmaz sonuçlara götürür: Erkek-kadın ilişkisini aile temeli üzerine oturtmak tek sağlıklı sistemdir. Belirli bir kadının belirli bir erkeğe ait olmasını resmileştirmek, karşıt cinsler arasındaki bu ilişkiye devamlılık sağlayacak en sağlıklı çözümdür. Gerek aile yuvasının kurulmasında ve sürdürülmesinde gerek ortak hayat boyunca baş gösterebilecek problemlerin çözümünde ve gerekse -kesin bir kaçınılmazlık haline gelince- bu yuvanın dağılmasında birinci derecede rol oynayacak faktör "sorumluluk duygusu" olacak, sırf cinsel haz ya da şahsî arzular olmayacaktır.

Buna göre aile ilişkilerine ve bu ilişkilerin temel dayanağına yönelik her zayıflatma girişimi, ağır bir suç niteliği taşır. Ki bu ilişkileri zayıflatma girişimi, "sorumluluk duygusu"nu bu ilişkilerin temeli olmaktan çıkarıp onun yerine ya değişken karakterli "şahsi arzular"ı ya gelip geçici "içgüdüler"i ya da bilinçsiz "şehvet"i geçirmek anlamına gelir. Bu zayıflatma girişimlerinin ağır bir insanlık suçu olmaları sadece cinsel anarşiye, fuhuşa ve toplumsal çözülüşe sebep olmaları ile değil, aynı zamanda toplumun temel dayanaklarını dinamitleyerek onu kesin bir yıkıma götürmeleri yüzündendir.

İşte bu gerçeği kavrayınca, kendilerini aile ilişkilerini zayıflatmaya, evlilik bağını küçümsemeye, bu bağı gölgelemeye ve horlamaya, buna karşılık sırf değişken karakterli arzulara yanar-döner heyecanlara ve şuursuz içgüdülere dayalı kadın-erkek ilişkilerini yücelten bunlara, evlilik bağını ortadan kaldırmaya yol açacak derecede övgüler düzmeye adayan iğrenç kalemlerin ve propaganda kurumlarının ne büyük çapta bir insanlık suçu işlediklerini iyi anlarız.

Aynı zamanda eşini eskisi gibi sevmediğini ileri sürerek onu boşamayı düşündüğünü söyleyen müslümana cevap olarak Hz. Ömer'in (Allah ondan razı olsun) söylediği şu sözün ne kadar derin bir hikmet içerdiğini iyi anlarız; "Yazıklar olsun sana! Aile yuvalarının temeli sevgi midir? Karşılıklı bağlılık duygusu; sorumluluk duygusu nerede kaldı?" Hz. Ömer'in bu sözü, yüce Allah'ın şu direktifine, Allah'ın seçkin kulları olan müminlere yönelik şu eğitici Kur'an buyruğuna dayanıyordu: "Kadınlara karşı iyi davranınız, onlarla iyi geçininiz. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." (Nisa Suresi, 19)

Bu ilâhi telkinin amacı; mümkün olduğu oranda yuvaları ayakta tutmak, yıkıcı duygusal parlamalara karşı koymak, onları yatıştırmak, genç kuşağın muhtaç olduğu gözetimi güvence altına alabilmek için -bütün yapıcı çabalar iflas etmedikçe- evlilik bağının koparılmasına meydan vermemek; bu kutsal bağı değişken heyecanların, bilinçsiz içgüdülerin ve havada uçuşan arzuların sarsıntılarına karşı korumaktır.

Bu yüce ve derin anlamlı bakış açısının ışığı altında, az önce sözünü ettiğimiz yıkıcı yaygaraların ne kadar yüzeysel ve basit olduğu gerçeği meydana çıkar. Bu sorumsuz yaygaracılar, sorumluluk duygusunun egemen olduğu ve insan soyunun omuzlarındaki kutsal emaneti gözetmeyi amaçlayan evlilik ilişkisi dışındaki bütün kadın-erkek ilişkilerine methiye düzerler. Sözünü ettiğimiz kutsal emanet; faziletli insanlık hayatının gereklerini yerine getirecek genç kuşaklar yetiştirmek ve bu kuşakların yararını güvenceye almaktır. Yoksa kısa ömürlü, gelip geçici heyecanların yararını gözetmek değildir.

Bu ucuz ve iğrenç kalemler, kirli ve alçak propaganda kurumları ile kalbi kocasından hafifçe soğuyan her kadına derhal bir kadın avcısının gayri meşru kucağına atılmayı telkin ederler. Kadının böyle bir erkekle arasındaki ilişkiye "kutsal ilişki" yaftası takarlar. Oysa aynı kadının hafif kırgın olduğu kendi erkeği ile sürdüreceği ilişkiye "Vücudunu maddî çıkar karşılığında satışa çıkarma" sözleşmesi adını takarlar.

Yüce Allah, nikâhlanması yasak olan kadınları anlatırken "Evli kadınlar ile evlenmeniz haramdır" buyurarak nikâhlı kadınların "İlişki kurulması yasak" kadınlar olduklarını belirtiyor. Bu yüce Allah'ın sözü. Yukarda değindiğimiz yıkıcı propaganda ise, kendilerini toplumun temellerini dinamitlemeye, fuhşu yaygınlaştırmaya adamış olan yaygaracıların sözleri. "Hiç şüphesiz Allah gerçeği söyler ve doğru yola eriştiren sadece O'dur." (Ahzab Suresi, 7)

Toplumda yüce Allah'ın diledikleri dışında, başka kriterler, değer yargıları ve düşünceler oluşturmaya yönelik sistematik çabalarla karşı-karşıyayız. Yüce Allah'ın koydukları dışında başka hayat prensipleri ve insanlar arası ilişki türleri ortaya koymak için yoğun gayretler harcanıyor. İnsanları ve hayatı yüce Allah'ın belirlediği istikametin dışında başka yönlere sürüklemek uğruna gece-gündüz çalışılıyor. Bu amansız kampanyayı yönlendirip yürütenlerin hesabı şùdur: İslâm toplumunun temel dayanaklarını dinamitlemek, müslüman ülkelerde yaşanan İslâmî hayat tarzını yıkmaktır. Böylece, İslâm'ın inanç sistemini, ahlâkını ve toplum yapısını çökerttikten sonra bu ülkelere yönelik tarihi emperyalist emelleri önünde hiçbir engel kalmayacak diye düşünüyorlar. Fakat hazırlanan felaketin çapı ve etki alanı onların bu sinsî maksatlarını fazlası ile aşmaktadır. Çünkü hazırladıkları felâket sadece İslam toplumunun temellerini değil, bütünüyle insanlık toplumunun temellerini dinamitliyor. İnsan hayatının dayanağını oluşturan fıtratın temellerini yıkıyor, insan toplumunu, büyük emaneti taşıyacak unsurlardan yoksun bırakıyor. Bu büyük emanet faziletlerle dolu insanca hayat tarzıdır. Çünkü bu felaketli kampanya insanlığı, istikrarlı, sağlıklı; azgın şehvetlerin, değişken içgüdülerin ve rüzgârda uçuşan arzuların kasırgalarından emin bir aile yuvasının sıcak ortamında yetişecek analı-babalı çocuklardan yoksun bırakıyor. Oysa tümüyle insan soyunun omuzlarındaki emaneti ancak böyle kuşaklar taşıyabilir. Bu nitelikteki kuşakları yetiştirme amacı; sırf hayvansal üremeden, sırf "içgüdüler"e dayalı şehvet motivasyonlu çiftleşmelerden, dengeli değişmez ve soğukkanlı "sorumluluk duygusu" ilkesini kadın-erkek ilişkilerinin temel dayanağı olmaktan çıkarma girişiminden bambaşka bir şeydir.

Böylece bütün insan soyu yüce Allah'ın lânetine çarpılmış oluyor. Çünkü insanlık, kendi kendini mahvediyor, bugünkü kuşaklar ilerdeki kuşakların geleceğini yıkıma uğratıyorlar. Bunu kendi hazlarını, kendi şehvetlerini tatmin etmek ve gelecek kuşakları İlâhî lanete müstehak kılmak için yapıyorlar. Tabii ki, yüce Allah'ın sözünün, yönlendirmesinin ve istediği fıtratın dışına çıkanlar O'nun tehditkâr hükmünün kapsamına girmekten kendilerini kurtaramayacaklar ve böylece insanlık soyu tümü ile yaptıklarının cezasını tadacaktır.

Bunun tek kurtuluş yolu vardır: Yüce Allah, sözünü ve yeryüzüne ilişkin hayat sistemini onaylayan mümin cemaat aracılığı ile insanlığa acıyacak, bu cemaat insanlığın elinden tutarak onu Allah'ın hayat sistemine yöneltecek ve böylece müminler insanlığı, onların kendi elleri ile hazırladıkları yok edici felâketlerin şerrinden kurtaracaklardır. Demek oluyor ki, sadece İslâm dünyasının temellerini çökerteceğini ve böylece emelleri önünde engelsiz ve savunmasız bir sömürge alanı oluşturacağını sandıkları bu yolda kaleyi içerden fethedebilmek için kiralık kalemlerini ve iğrenç propaganda kurumlarını seferberliğine koştukları felâketlerinin, cinayetlerinin şerrinden onları yine ancak müslümanlar kurtarabileceklerdir.

"Savaş tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında, evli kadınlar ile evlenmeniz haramdır."

Buradaki istisna İslâm uğruna cihad etmek amacı ile girişilmiş savaşlarda esir olarak alınmış cariyeler ile ilgilidir. Bu kadınlar, müslümanlar için "Darü'l-Küfr" ve "Daru'l-Harb" olan kendi yurtlarında evlidirler. Fakat yurtları ile ilişkileri kesilince oradaki kâfir kocaları ile ilişkileri kopar ve artık korumasız, serbest kadınlar haline gelirler. Bunların İslâm yurdunda da kocaları yoktur. Bundan dolayı rahimlerinin boş olduğunu anlamak için bir defa âdet görmeleri yeterlidir. Böylece hamile olmadıkları meydana çıkmış olur. Bu durumda eğer müslüman olurlarsa nikâhlanmaları helâl olur. Bunun yanısıra ister müslüman olsunlar ister olmasınlar esir paylaşımı sırasında payına düştükleri müslüman savaşçı arada nikâh sözleşmesi olmaksızın cariye sıfatı ile bunlarla cinsel ilişkide bulunabilir.

Daha önce ikinci cüzde İslâm'ın genel olarak kölelik konusuna ilişkin tutumunu anlatmıştık. Ayrıca yirmialtıncı cüzde yer alan Muhammed suresinin "Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurunuz, sonunda üstün geldiğinizde onları esir alınız, savaş sona erince bu esirleri ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığında salıveriniz" ayeti açıklanırken bu konu bir kere daha ele alındı. (Muhammed Suresi, 4) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu söylediğimiz yerlere başvurabilirler.

Burada sadece şu kadarını söylemekle yetinelim: İslâm blokunun savaş tutsaklarını köleleştirme konusundaki tutumu ilke olarak düşmanlarının bu konudaki kendisine yönelik tutumu gibidir. Fakat köleleştirme noktasındaki bu tutum benzerliğinin yanında İslâm'ın kölelere karşı takındığı tavır ve onların insanlıklarına gösterdiği saygı bakımından düşmanlarından çok üstün olduğu kesindir.

İslâm'ın savaş esirlerini köleleştirme uygulamasına katılmaktan başka çaresi yoktu. Çünkü, tutsakları köleleştirmek o günün dünyasında milletlerarası geçerliliği olan bir düzendi. İslâm, bu uygulamayı tek yanlı olarak ortadan kaldıramazdı. Çünkü o zaman kâfirlerin eline tutsak düşen müslümanlar köle olurlarken müslümanların ellerine düşen kâfir tutsaklar, özgür kalacaklardı. Bu durumda kâfirler bloğu, müslüman bloğu karşısında aradaki dengeyi müslümanlar aleyhine değiştirecek nitelikte önemli bir avantaj elde edecekti. Bunun sonucu olarak kâfirler, müslümanlara karşı cesaretlendirilmiş olacak ve onlara saldırılarının akıbetini düşünmeden pervasızca saldırma, hatta bu saldırılardan her zaman kazançlı ve ganimetli çıkma imkânı verilmiş olacaktı.

Bundan dolayı İslâm toplumunda tutsak kâfir kadınlardan oluşmuş cariyelerin bulunması kaçınılmazdı. Peki İslâm bunlara karşı nasıl davranacaktı? Fıtrî istekler, sadece yemek ve içmekle bitmez. Fıtratın bunlar dışında bir cinsel içgüdüsü de var ki, kadınların mutlaka onu da tatmin etmeleri gerekiyordu. Yoksa fuhuş yoluna başvurarak toplumun tümünün ahlâkını bozacaklar, yapısını kirleteceklerdi. Öte yandan müslüman erkekler, bu kadınlar ile kâfir kaldıkları sürece evlenemezlerdi. Çünkü müslüman erkek ile kâfir kadın arasında evlilik ilişkisi kurmak haramdı. (Bir cariye müslüman olunca onunla cinsel ilişkide bulunabilmek için mutlaka kendisini nikâhlama zorunlucu yoktur. Bu durumda onunla evlenmek caiz hale gelir, o kadar.) Bu durumda bir tek çözüm yolu kalıyor. O da bu kadınlar kâfir kaldıkları sürece nikâhsız olarak kendileri ile cinsel ilişkide bulunulmasını serbest bırakmak. Yalnız bunun için daha önce ülkelerinde evli olan cariyelerin gebe olmadıklarından emin olmak ve kâfir kocaları ile ilişkilerinin koptuğunu tespit etmek şarttır.

Bu ayette, nikâhlanması haram olan kadınlar belirtildikten sonra, nikâhlanması helal kadınlardan söz edilmeden önce helâl ve haram kılma ilkesi ile helâl ve haram kılma kaynağı arasındaki sıkı ilişkiye parmak basılıyor. O kaynak ki, O'nun dışında hiçbir mercî herhangi bir şeyi, haram ya da helâl yapamaz, O'ndan başka hiç bir merci insanların hayatına ilişkin herhangi bir hüküm kovamaz. Ayetin bu cümleciğini birlikte okuyalım:

"Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır."

Yani bu yasaklar, yüce Allah'ın sizi uymakla yükümlü tuttuğu taahhütler, sözleşmeler ve yazılı talimatlardır. Burada ne keyfï arzulara uymak ne herhangi bir geleneğe bağlı kalmak ve ne de geçmişten miras kalan toplumsal birikimin önerdiği uygulamaları sürdürmek mümkündür. Söz konusu olan yüce Allah'ın direktifi, taahhüdü ve sözleşmesidir. Helâllik ya da haramlık hükümlerini dayandıracağınız, tek kaynak budur. Sadece bu kaynağın size dikte ettiği, emir ve yasak olarak bildirdiği direktiflere uyacak, yalnız O'nun emirleri ve taahhütleri konusunda hesaba çekileceksiniz.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir gerçek var ki o da şudur: Bir önceki ayette nikâhlanması yasaklanan kadınların çoğunluğu cahiliye döneminde de yasak evlilikler olarak sayılıyordu. Bunların içinde sadece babanın eski eşlerini nikâhlamak ile aynı anda iki kız kardeşi nikâh altında bulundurmak serbestti. Üstelik üvey anneler ile evlenmek o dönemin gelenekleri tarafından da hoş karşılanmıyor, "şiddetle kınanacak bir hareket" olarak anılıyordu. Fakat İslâm gelip bu yasak evliliklerin yasaklığını onaylayınca yasaklama hükmünü söz konusu cahiliye geleneklerine dayandırmadı. Bunun yerine yüce Allah "Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır" buyurdu.

Gerek İslâm inancının ve gerekse İslâm hukukunun kaynağının ne olduğunu açıklığa kavuşturmak için bu ince nokta üzerinde biraz durmamız gerekir. Ayetin bu ifadesi pratik hayatımızın birçok meselesinin çözümünde bize yol gösterecektir.

İslâm'a göre insanların uyacağı kanunların tek kaynağı yüce Allah'ın emri ve iznidir. Çünkü bu emirler ve müsaadeler ilk ve son otorite kaynağını oluştururlar. Buna göre başlangıçta bu kaynağa dayalı olarak ortaya çıkmayan her hüküm, kökeni bakımından batıldır, geçersizdir. Bu yüzden sonradan düzeltilmeye elverişli değildir. "Varlığını bu biricik doğru kaynağa dayandırmayan bütün hükümler ve uygulamalar" anlamına gelen cahiliye düzeni bütünüyle kökten batıldır, geçersizdir. Bütün düşünceleri ile, bütün değer yargıları ile, bütün kriterleri ile, bütün adetleri ve gelenekleri ile, bütün kanunları ve hükümleri ile batıldır, geçersizdir.

İslâm hayata egemen olup ona yön vermeye girişince onu bütünüyle ele alır. İlk iş olarak cahiliye düzeninin bütün kurumlarını, bütün değer yargılarını, bütün geleneklerini ve bütün yasal düzenlemelerini yürürlükten kaldırır. Çünkü bunların tümü kökenleri itibarı ile batıldırlar, düzeltilip sürdürülmeye elverişli değildirler. Eğer İslâm, cahiliye düzeninde geçerli olan bir geleneği onaylıyorsa onu bu cahiliye kökeni ile, bu kaynağa dayalı olarak onaylamaz: İslâm o geleneği, yüce Allah'ın emrinden ve izninden kaynaklanan başlangıç otoritesine dayandırarak onaylar. Cahiliye döneminde geçerli olan o eski geleneğe gelince o artık yürürlükten kalkmıştır, artık hiçbir yasal nitelik taşımamaktadır.

Bu arada, eğer İslâm hukuku, (fıkıh) bazı meselelerde "geleneği (örfü)" dayanak olarak kabul ediyorsa daha baştan yüce Allah'ın izni ile geleneğe kendinden kaynaklanan bir yetki vermesinden ötürüdür. O zaman söz konusu meselelerde gelenek, kanun koyma gücü kazanmış oluyor. Ama bu gücünü, asıl kanun koyucu olan yüce Allah'tan alıyor, yoksa bu gücü insanlardan, daha önce o geleneği uygulaya gelmiş olan sosyal yapıdan almıyor. Yani bu geleneğe yasal dayanak olma gücünü, yetkisini veren faktör onun o sosyal yapıdaki uygulanışı değildir, asla. Ona yasal dayanak olma yetkisini veren faktör, asıl kanun koyucu olan yüce Allah'ın onu kaynak olarak kabul etmesidir. Yoksa o temeldeki batıl, geçersiz olma niteliğini sürdürecektir. Çünkü yüce Allah'ın emrine dayanmayacaktı. Oysa tek yetki kaynağı Allah'tır. O, daha sonra kendi iznine bağlanmamış olan cahiliye kaynaklı yasa koyma girişimleri hakkında bize şöyle buyuruyor:

"Yoksa onların Allah'tan başka ilâhları var da bu ortaklar dini konularda Allah'ın iznine dayanmayan yasalar mı koyuyorlar?" (Şura Suresi, 21)

Bu ayet kanun koyma yetkisinin yüce Allah'ın tekelinde olduğunu vurguluyor. Yani "Onların Allah'ın izin vermemiş olduğu hükmü yasal ilan eden, Allah dışında başka ilahları mı var?"

"Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır" cümlesinin dile getirdiği bu önemli temel ilkeyi, Kur'an'ın kanun koymadan söz eden bütün ayetleri ısrarla vurguluyor. Kur'an-ı Kerim ne zaman bir yasa koyma olgusundan bahsederse mutlaka bu kanun koyma olayına yetki kazandıran kaynağa parmak basar. Buna karşılık cahiliye yasalarından, cahiliye geleneklerinden ve cahiliye düşüncelerinden söz ettiğinde çoğunlukla hemen arkasından "Allah, onların doğruluğu hakkında hiç bir delil, hiçbir güç gerekçesi indirmiş değildir" (Yusuf Suresi, 40) ifadesini kullanır. Böylece daha baştan söz konusu yasaları, gelenekleri ve düşünceleri otorite dayanağından soyutlar, onların batıl olma ve geçersiz olma gerekçelerini açıklar. Bu gerçekçe; o yasaların, geleneklerin ve düşüncelerin O tek doğru kaynağa dayanmamalarıdır.

Anlatmaya çalıştığımız bu temel ilkeyi İslâm hukukunun kanun koyma usulüne ilişkin şu ünlü kuralı ile karıştırmamak gerekir. Bu kurala göre "Nesnelerde aslolan nitelik helâl olmaktır, haram olduğuna dair delil bulunmayan herşey helâldir". Bu iki ilke birbiri ile çelişmez. Çünkü nesnelerin asıl niteliklerinin helal oluşu kuralı yüce Allah'ın emrinin ve izninin bir sonucudur. Buna göre bu kural, anlattığımız temel ilkenin kendisine dayanıyor. Biz cahiliye toplumunun yüce Allah'ın şeriatına başvurmaksızın koyduğu yasalardan ve hükümlerden söz ediyoruz. Bunların temel niteliği, tümü ile ve top yekün anlamda batıllık ve geçersizliktir. Yalnız yüce Allah'ın şeriatı bu yasalar ve gelenekler içinden dilediğini yeni baştan onaylayabilir. O takdirde bu yasa ya da gelenek Allah'ın şeriatının kapsamına girdiği andan itibaren meşrûluk ve yaptırım gücü kazanır.

CAHİLİYET DÖNEMİNDE KADIN

Haram evlilikler anlatıldıktan ve bu yasaklama yüce Allah'ın emrine ve direktifine bağlandıktan sonra insanların evlenme yolu ile fıtrî içgüdülerini tatmin edebilecekleri alanın anlatımına, yüce Allah'ın erkek ve kadınların hangi yoldan bir araya gelerek yuvalar oluşturmalarım, ev-bark kurmalarını sevdiğinin belirtilmesine ve yine O'nun bu kurumun önemine yaraşır temizlik, namusluluk ve ciddiyet içinde erkek ve kadının birbirinden yararlanmalarına ilişkin direktiflerinin irdelenmesine geçiliyor:

"Bunların dışında kalan kadınları, iffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile mehirlerini vererek nikâhlamanız size helâl kılındı. Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen mehri eşinizle anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."

Yani, belirtilen bu yasak evlilikler dışında kalan evlilikler helâldir, serbesttir. Yalnız evlenmek isteyenler, kadınlara mehirlerini vereceklerdir, yoksa onların ırzlarını nikâhsız olarak para karşılığında satın almaya başvurmayacaklardır. İşte bu noktayı vurgulamak amacı ile ayette "İffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile..." buyuruluyor

Ayet, cümleyi tamamlamadan, sözün devamını getirmeden önce mehir vererek evlenme isteğini bu şarta bağlıyor, bu kayıtla sınırlandırıyor. Üstelik bu şartı sadece olumlu biçimde, yani "İffetli yaşamanız" şeklinde ifade etmekle yetinmemiş, bu anlamı bir de olumsuz biçimde dile getirerek "zina işlememeniz..." diye buyurmuştur. Maksat yasal düzenlemenin, hüküm getirmenin eşiğinde bu şartı daha da pekiştirmek, daha da açıklığa kavuşturmaktır. Diğer bir amaç da, yüce Allah'ın, gerek sevdiği ve gerekse nefret ettiği kadın-erkek ilişkilerinin somut biçimlerini iki zıt tablo halinde zihinlere işlemektir. O'nun sevdiği ve istediği kadın erkek arası ilişki biçimi evlilik, buna karşılık nefret ettiği ve kendisinden kaçınılmasını istediği kadın-erkek ilişki şekli de dost edinme ve metresliktir. Bu ilişkilerin her ikisi de cahiliye toplumunda bilinen ve normal karşılanan ilişkilerdi. Nitekim Hz. Ayşe (Allah ondan razı olsun) bu konuda şöyle diyor:

"Cahiliye döneminde dört türlü nikâh vardı:

1- Bunlardan biri insanların günümüzde de bilip uyguladıkları nikâhtır. Yani adam, birinin kızına ya da evlatlığına talip olur, arkasından mihrini vererek onu nikâhlardı.

2- Cahiliye döneminde geçerli olan bir başka nikah şekli şöyle idi: Erkek, aybaşı kanaması kesilen karısına "Falancaya haber gönder de döl almak amacı ile kendisi ile cinsel ilişkide bulun" derdi. Karısının o erkekten gebe kaldığı anlaşılıncaya kadar ondan uzak durur ve kendisi ile cinsel ilişkide bulunmazdı. Kadının gebe kaldığı anlaşılınca adam, isterse karısı ile yatıp kalkmaya başlardı. Erkekler bu yola, soylu çocuk edinmek amacı ile başvuruyorlardı. Bu erkek kadın birleşmesine "Döl alma amaçlı birleşme" denirdi.

3- Bir başka kadın-erkek arası birleşme biçimi de şöyle idi: On kişiden az sayıda bir erkek grubu bir arada bir kadına gider ve ayrı ayrı onunla cinsel ilişkide bulunurlardı. Kadın hamile kaldığı taktirde doğum yaptıktan birkaç gece sonra o erkeklere haber salarak kendilerini çağırırdı. Bu çağrıyı alan erkekler gelmemezlik edemezlerdi. Adamlar yanına gelince kadın "Marifetinizin ürününü tanımış oldunuz, onu doğurdum" şeklinde, bir giriş yaptıktan sonra o erkekler arasında kimi seviyorsa ona döner ve kendisine adı ile seslenerek "Ey falanca, bu çocuk senindir" derdi. Bunun üzerine çocuk o erkeğin sayılırdı ve adam bu işe itiraz edemezdi.

4- Cahiliye döneminde geçerli olan diğer bir kadın-erkek arası birleşme biçimi de şöyle idi:

Çok sayıda erkek bir arada bir kadının yanına giderlerdi. Kadın kendisine gelen erkeklerden hiç birini geri çevirmezdi. Bunlar kapılarına özel işaret olsun diye bir bez parçası asan genelev fahişeleri idi. İsteyen herkes onlarla yatmaya gidebilirdi. Bu tür kadınlardan biri gebe kaldığı takdirde doğum yapınca söz konusu erkekler bu kadın için bir toplantı yaparlar ve bu işi bir uzmanlar (bilirkişiler) gurubuna havale ederler, onlar da bu erkekler arasında kimi uygun görürlerse onu bu çocuğun babası ilan ederlerdi. Böylece çocuk o adamın soyuna katılır, onun oğlu olarak anılırdı. Adam bu karara karşı çıkamazdı." (Sahih-i Buhari ve Tercemesi)

Bu kadın-erkek birleşmelerinin üçüncü ve dördüncü biçimleri ayetin açıkça yasakladığı "zina" türünde ilişkilerdir. İster dost tutulan bir kadınla ve isterse bir genelev fahişesi ile yatıp kalkma biçiminde olsun, fark etmez. Bu ilişkilerin birincisi ise ayetin erkekleri teşvik ettiği namuslu evlenme biçimidir. Bu birleşme türlerinin ikincisine ise ne isim vereceğimizi bilemiyoruz!

Kur'an, burada yüce Allah'ın istediği kadın-erkek ilişki biçimini "koruma", `kollama", "sağlama alma" ve "gözetme" anlamlarına gelen "ihsan" kavramı ile tanımlıyor. Burada her erkeğin korunması ve gözetim altına alınması söz konusudur. Bu kavram bizim de benimsediğimiz kıraat şeklinde ism-i fail olarak "muhsanîne" ve başka bir kıraat şeklinde ism-i mefûl olarak "muhsanîne" biçiminde okunuyor. Sözünü ettiğimiz namuslu, sağlıklı ve iffetli birleşme biçimi bu okuyuşların her ikisinin de verdiği anlamı içerir. Bu anlam evin, aile yuvasının, çocukların; bu değişmez, köklü ye temelli esasa dayanan sosyal kurumun korunması, gözetim altında tutulmasıdır.

İkinci şekil de zinadır. Ayette kadın-erkek ilişkisini tanımlamak amacı ile kullanılan öbür terim "Sifah"tır. Bu terim "Suyun eğimli bir yatak, bir çukur boyunca akıtılması" anlamına gelen "safh" kökünün işteşlik (müşareket) ifade eden kalıbıdır. Yani burada erkek ile kadının ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir eylem meydana geliyor. Bu eylemde kadın ile erkeğin ortak katkısı altında, temiz soylu çocuk meydana getirmek, bu çocuğu gözetmek, eğitmek ve büyütmek amacı ile kullanılsın diye Allah tarafından verilmiş olan "hayat suyu"nu geçici bir haz, içgüdüsel bir dürtü uğruna "Eğimli bir toprak parçası bir çukur boyunca akıtılması" söz konusudur. Bu başıboş aldatma eylemi ne bu çifti kirlenmekten, ne ortaya çıkacak çocuğu telef olmaktan ve ne de aile yuvasını yıkımdan kurtaramaz.

Burada Kur'an-ı Kerim, iki kelime aracılığı ile iki ayrı hayat tarzını iki eksiksiz tablo halinde gözlerimizin önünde canlandırıyor. Bir yandan bu iki ilişki biçiminin pratik hayattaki mahiyetlerini tasvir ederken öbür yandan beğendiği ilişki biçimini övme ve hoşlanmadığı ilişki biçimini yerme amacını gerçekleştiriyor. Bu ifade, Kur'an üslûbunun en sanatsal örneklerinden birini oluşturur."

Mal vererek eş edinilmesi işleminin öncesinde yer alan şart açıklandıktan sonra mal vererek eş edinme işleminin nasıl olacağının anlatımına geçiliyor.

"Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz."

Bu ifade, kadınların mehrini, onlardan yararlanmanın karşılığı olan bir hak, ödenmesi zorunlu olan bir borç olarak belirliyor. Erkek, daha önceki bir ayette tek tek sayılan yasaklı kadınlar dışındaki bütün kadınlardan yararlanabilir. Fakat bunun yolu, bu kadınlarla "ihsan" şartına bağlı kalarak, yani nikaha dayalı evlenme aracılığı ile eşleşmektir, başka bir şekilde onlara el sürmeye kalkışmamalıdır. Ayrıca erkek, evleneceği kadının mehrini de vermelidir. Mehir, kadının kesin ve belirli bir hakkıdır. Yoksä erkeğin kadına vereceği bir bağış, bir hediye, "Olmasa da olur" türünden bir cömertlik tezahürü değildir. Tersine yüce Allah tarafından verilmesi farz kılınmış bir kadın hakkıdır. Bunun yanısıra erkek kadına, cahiliye döneminin bazı uygulamalarında görüldüğü gibi, karşılıksız bir miras biçiminde sahip olamaz. Ayrıca erkek, cahiliye döneminin takas esasına dayalı evlilikleri gibi değiş-tokuş nitelikli bir yolla da evlilik yapamaz. Bu tür cahiliye dönemi evliliklerinde "Ben sana istediğin bir kızı ya-da kadını vereyim, karşılığında sen de bana kızını ya da evlâtlarını ver" şeklinde pazarlık yapılırdı. Başka bir deyimle kadınlar ya da kızlar birer hayvan ya da ticaret malıymışlarcasına birbiri ile takas edilirlerdi.

Ayet, mehrin kadının hakkı olan bir farz olduğunu belirttikten sonra karı ile kocanın, ortak hayatlarının gerekleri, karşılıklı duygularının bütünleştiriciliği uyarınca bu konuda yeni bir uyuşmaya varmalarının önündeki kapıyı açık bırakıyor. Şöyle ki:

"Daha önce belirlenen mehri eşiniz ile anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur."

Mehrin miktarı belirlendikten ve açıklandıktan, kadının diğer malları gibi istediği şekilde kullanabileceği öz malı ve hakkı olduğu kesinliğe kavuştuktan sonra kendisi isterse bu hakkının tümünden ya da bir bölümünden vazgeçebilir. Ayrıca erkek de daha önce belirlenen mehir miktarını arttırabilir. Bu onun arzusuna kalmış bir şey. Kısacası bu konuda karı ile kocanın karşılıklı özgürlük ve hoşgörü içinde diledikleri yeni bir karara varmalarının hiçbir sakıncası yoktur.

Bu cümlenin arkasından ayetteki bütün bu hükümleri ana kaynağına bağlayan ve dikkatlerimizi bu hükümlerin arkasındaki engin bilgiye ve ufuk açıcı hikmete çeken yorum cümlesi geliyor. Okuyalım:

"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."

Bu hükümleri yasallaştıran, onları bilgiye ve hikmete dayalı olarak ortaya koyan O'dur. O halde müminin vicdanı, özellikle eşi ile arasındaki meseleleri ve genel olarak hayatının tüm gelişmelerini düzenleyen hükümleri nereden alacağını bilir. Bunun yanısıra bilgiden ve hikmetten kaynaklanan bu hükümler ile tatmin olur. Çünkü "Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir."

CARİYELİK OLAYI

Eğer müslüman erkeğin özel şartları özgür bir kadın ile evlenmesine elverişli değil ise özgür olmayan bir kadın ile yani bir cariye ile evlenebilir. Özgür bir kadın ile evlenebileceği güne kadar sabredemeyen, sıkıntı çekmekten ya da kötü yola sapmaktan çekinen erkeklere böyle bir kolaylık tanınmıştır. Okuyalım:

 

 

O

 

O