baskı yapmayınız.
Onlara karşı iyi davranınız. Eğer
onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki;
hoşlanmadığınız birşeyi Allah
hakkınızda çok hayırlı kılmış
olabilir.
20- Eğer eşinizi bırakıp başka bir
kadınla evlenmek isterseniz önceki eşinize gayet yüklü
miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir
şey geri almayınız. Yoksa kadına iftira atarak
ve apaçık bir günaha girerek mi verdiğinizi geri
alacaksınız?
21- Verdiğinizi nasıl geri alırsınız
ki, sizler birbirinizle içli-dışlı olmuşsunuz
ve onlar sizden güçlü bir güvence almışlardır.
22- Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın
evlenmiş olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir
edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin bir
gelenektir.
İslâm tarafından içinde debelendikleri bataklıktan
kurtarılarak o onurlu düzeye yükseltilmeden önceki
dönemlerinde Araplar arasında şöyle bir gelenek vardı:
Herhangi bir kadın öldüğünde adamın yakın
akrabalarına kadın üzerinde öncelik hakkı
tanınırdı. Başka bir deyimle bu kadın,
ölen akrabalarının hayvanları ve diğer
malları gibi kendilerine miras kalırdı.
İsterse aralarından biri kadınla evlenir,
isterlerse onu everip başlık parasını
alırlar -tıpkı hayvan ya da başka bir mal
satar gibi- isterse de onu, fidye ödeyip kendini serbest bıraktırıncaya
kadar evlenmesine izin vermezler, evlerinde tutarlardı.
Yine aralarındaki bir başka geleneğe göre kadının
kocası ölünce adamın mirası üzerinde yetkili
olan en yakın akrabası eve gelir, dul kadının
üzerine elbisesini atardı, böylece hiç kimse o kadına
yanaşamaz, adam ona tıpkı bir haraca, bir ganimet
malına konar gibi konardı! Eğer kadın güzelse
adam onunla evlenir, çirkin ise ölünceye kadar yanında
tutar, sonra mirasını yerdi. Bir üçüncü ihtimâlde
kadının fidye ödeyerek kendini kurtarması idi.
Yalnız eğer kocası ölen kadın yakayı ele
verip başına elbise geçirilmeden önce davranarak
ailesinin yanına kaçarsa bu işlemden kurtulmuş,
özgürlüğünü kazanmış, kocasının
mirasçısından paçayı sıyırmış
sayılırdı.
Bazı Araplarda karılarını boşarlar.
Fakat arkasından eski eşlerinin sadece kendi istedikleri
erkekle evlenmesi şartını koşarlardı. Bu
yükümlülükten kurtulmak isteyen boşanmış
kadın, eski kocasından vaktiyle aldığı
başlık parasının ya tamamını ya da
bir bölümünü geri ödemek zorunda tutulurdu.
Bazı cahiliye Arapları da ölen akrabalarının
dul eşini ailesinin küçük yaştaki bir erkek çocuğu
adına alı koyarlardı, zavallı dul kadın
bu çocuğun büyümesini bekleyecek ve yaşı tutunca
onun karısı olacaktı.
Bu arada gözetimi altında yetim bir kız bulunduran
kimse, kimi zaman, kızın yaşı kemâle erince
evlenmesine izin vermez, o sıra yaşı tutmayan
oğlu adına onu bekletir, ilerde bu yetimi oğlu ile
evlendirerek malına el koyardı.
Cahiliye döneminde Araplar arasında bunlara benzer daha
nice gelenekler vardı. Bu geleneklerin tümü İslâm'ın
kadına, yani insanlığın oluşum
kaynağı olan "tek nefs"in eşine yönelik
onurlu bakış açısı ile ters düşüyor,
kadınınki kadar erkeğin de insanlık düzeyini
düşürüyor, bu iki cins arasındaki ilişkiyi mal
alım satımı ya da hayvanlar arası
ilişkiler düzeyine indirgiyorlardı.
İşte İslâm kadın-erkek ilişkilerini
bu sıfır-altı çukurdan çıkararak o yüce ve
onurlu düzeye, insan onuruna yaraşır düzeye çıkardı.
O insan ki, yüce Allah ona özel bir şeref
bağışlamış, kendisini diğer
alemlerin çoğundan üstün tutmuştur. Şunu hemen
vurgulayalım ki, İslâm'ın insana ilişkin düşüncesi,
insan hayatına yönelik bakış açısı o
kadar yüksek düzeylidir ki, insanlık bu düzey yüksekliğine
bu saygın kaynak dışında hiçbir yerde
rastlamamıştır.
İslâm, kadının mal ve hayvan gibi miras konusu
olmasını yasakladı. Ayrıca kadını
evlenme hakkından yoksun bırakıp evde
alıkoymayı, onu mutsuzluğa mahkûm etme, zararlı
duruma düşürme aracı olarak kullanılan bu
haksız uygulamayı da yasakladı. Yalnız zina suçu
işleyen kadınlar hakkında böyle bir uygulamaya
izin verdi. O da şimdi bildiğimiz zina haddi,
belirleninceye kadar yürürlükte kaldı: Kadına
istediği erkek ile evlenebilme özgürlüğü tanıdı.
Bu özgürlüğü hem ilk evlilikte hem daha sonraki
evliliklerde hem bakireler için hem boşanmışlar için
hem de dullar için, kısacası bütün meşru
evlilikler için geçerli saydı. Kadın ile iyi geçinmeyi,
kadına karşı iyi davranmayı erkeğe farz
kıldı. Hatta eşlerinden hoşlanmayan erkekleri
bile, bir arada yaşamayı imkansız hale getirecek
istisnai durumlar dışında, bu zorunluğun
kapsamı içinde tuttu. Bu durumdaki erkeklere ilk duygusal
reaksiyonlarının etkisi altında kalarak aziz
yuvalarını yıkmamayı tavsiye etti. Böyle
yapacakları yerde gayb alemine, yüce Allah'ın bilgisine
dikkatlerini yöneltmelerini, umut bağlamalarını
önerdi. Çünkü eşlerini sevmeyen erkekler ne bileceklerdi.
Belki yüce Allah o kadınları kendi haklarında
hayırlı kılmıştı. Bu telkin ile
onların soğuk gönüllerine ılık bir meltemin
esintilerini yansıtmıştı. Gerçekten hoşlarına
gitmeyen bu eşlerinde kendileri hesabına hayır
gizlenmiş olabilirdi. Eğer ilk duygusal
reaksiyonlarını bastırarak eşleri
aralarındaki ortak hayatı sürdürdükleri takdirde
ilerde bu saklı hayr ile karşılaşabilirlerdi.
"Ey müminler, akrabalarınızın
eşlerini zorla nikâhlamanız helâl değildir.
İspatlanmış bir edepsizlik yapmadıkları sürece
kendilerine vermiş olduğunuz mehrin bir
kısmını geri almak amacı ile onlara baskı
yapmayınız. Onlara karşı iyi
davranınız. Eğer onlardan
hoşlanmıyorsanız, bilesiniz ki, Allah
hoşlanmadığınız bir şey
şiddetini
yatıştırıyor, antipatinin sertliğini
yumuşatıyor. İnsan kendini soğuk-kanlı
bir şekilde yeniden değerlendirsin diye. Karı-koca
ilişkileri rüzgârda uçuşan bir tüy parçasına dönüşmesin
diye. Bunun yerine bu ilişkilerin ilmeği en kopmaz kulpa,
varlığı sürekli kulpa, müminin kalbini yüce
Allah'ına bağlayan kulpa, bu kulpların en güvenlisine
ve en kalıcısına bağlansın diye.
İslâm, aile ocağına huzur, güven ve barış
yuvası gözü ile bakar. Karı-koca ilişkilerini de
karşılıklı sevgi, merhamet ve dirlik temeline
oturtur. Eşler arasındaki ilişkiye
karşılıklı anlayış, sempati ve sevgi
egemen olsun diye bu ilişkinin
başlangıcını özgür iradeye ve serbest
tercihe dayandırır. İşte bu İslâm
kocalara "Eğer onlardan (eşlerinizden)
hoşlanmıyorsanız, biliniz ki, Allah
hoşlanmadığımız bir şeyi
hakkınızda çok hayırlı kılmış
olabilir." buyuruyor. Nikâh bağını
ciddiye alsın, onu aklına ilk estiğinde kesmesin
diye. Karı-koca ilişkisine sımsıkı
yapışsın, ilk duygusal parlamada ondan
kopmasın diye. Bu son derece önemli insanlar arası
kuruma gereken ciddiyeti atfetsin, onu değişken
duyguların ani parlamalarına ve bir oraya, bir buraya
konan hercai karakterli isteklerin budalalığına
kurban etmesin diye.
Eşini "sevmediği" gerekçesi ile boşamak
istediğini söyleyen birine Hz. Ömer'in verdiği şu
cevap ne kadar güzel ve ne kadar anlamlıdır!; "Yazık
sana! Yuvalar sadece sevgi temeline mi dayanır? Sorumluluk,
vefakârlık duyguları nerede?"
İnsanların dillerinde geveledikleri şu "sevgi"
sözü ne kadar ucuz ve kof bir sözdür! Onlar bu söz aracılığı
ile değişken bir içgüdüsel duyguyu dile getirmek
istiyorlar ve bu yanar-döner duygu adına
karı-kocanın ayrılmasını, aile
yuvasının yıkılmasını, hatta
kadının kocasını boynuzlamasını
-kocasını sevmiyor ya!ve erkeğin eşini
aldatmasını -karısını sevmiyor ya,
değil mi?- mubah görüyorlar, normal sayıyorlar.
Bu kof ve basit vicdanlarda bu ucuz ve değişken içgüdüsel
duygudan, bu doyumsuz hayvanî ihtirastan daha üstün ve anlamlı
bir duyguya rastlanmaz. Onların şu hayatta mertlik,
soyluluk, erdemlilik, nezaket ve vefakârlık gibi yüce
duyguların da varolduğunu ve bu duyguların şu
kavramsal planda basitleştirdikleri, ayağa düşürdükleri
ve durmadan dillerine doladıkları sevgiden daha önemli
olduğunu hiç akıllarından geçirmedikleri kesin.
Başka bir kesin olan gerçek de onların yüce Allah'ı
hiç düşünmedikleri, hiç hatırlarına
getirmedikleri. Onlar göz boyayıcı cahiliye
sarhoşluğu içinde O'ndan uzak yaşıyorlar. Bu
yüzden yüce Allah'ın müminlere yönelttiği "Eğer
onlardan (eşlerinizden) hoşlanmıyorsanız,
biliniz ki Allah hoşlanmadığınız bir
şeyi hakkınızda çok hayırlı
kılmış olabilir." uyarıcı telkin
onlara hiçbir şey söylemez, kendileri için hiçbir anlam
taşımaz.
Çünkü vicdanları yüksek düzeylere çıkaran,
ideallere seviye kazandıran; insanın hayatını
hayvansal içgüdülerin, tüccar hırsının ve
başıboşluk kofluğunun
aşağılığından kurtararak üst
düzeylere çıkaran tek faktör, hakka bağlı inanç
sistemidir.
Erkeğin göstereceği bunca sabır, nezaket, çırpınma
ve ümit dolu bekleyişe rağmen eğer bu ortak
hayatın artık devam edemeyeceği, mutlaka
eşinden ayrılıp başka biri ile evlenmek
zorunda olduğu sonucuna kesinlikle varılırsa o
zaman kadına yol verilebilir. Yalnız giderken vaktiyle
almış olduğu mehri ve kendisine miras alarak düşen
malları yanında götürecektir. Bunlar külçelerle altın
tutarında bile olsalar hiçbir parçasını geri
almak caiz değildir. Bunlardan herhangi birşey almak açık
vebal ve şüphe götürmez bir günahtır. Okuyalım:
"Eğer eşinizi bırakıp başka bir
kadın ile evlenmek isterseniz, önceki eşinize gayet yüklü
miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir
şey geri almayınız. Yoksa kadına iftira atarak
ve apaçık bir günaha girerek mi verdiğinizi geri
alacaksınız?"
Şimdi şaşırtıcı ve duyurucu bir
ifadede derin bir vicdan okşayışı ile, evlilik
hayatının ılık ve yeşillikli bir meltemi
ile karşı karşıyayız:
"Verdiğinizi nasıl geri alırsınız
ki, sizler birbiriniz ile içli-dışlı
olmuşsunuz ve eşleriniz sizden güçlü bir güvence almışlardır."
Buradaki "girmek, bütünleşmek" anlamına
gelen "Efda" fiili tümleçsiz bırakılıyor.
Yani sözün önü açık tutuluyor. Bütün muhtemel anlamlarını
düşündürsün, bütün esintilerini yansıtsın, bütün
mesajlarını duyursun diye. Bu fiil sadece vücudların
birbirine girmesi, bütünleşmesi kavramı ile
sınırlandırılamaz. Bu yolda duyguları,
sezgileri, düşünceleri, aile sırlarını ortak
arzuları ve her anlamdaki iletişim biçimlerini de
içerir. Fiilin genel anlamlı oluşu bu ortak
hayatın gecelerine ve gündüzlerine ilişkin birçok
manzarayı gözler önüne getirir ve karıkocayı
uzun süre bir arada tutan bu kuruma ilişkin birçok hatıra
akla getirir. Bu açıdan bakınca her sevgi
parlayışı bir bütünleşmedir, her sevgi dolu
bakış bir bütünleşmedir, her el ele dokunuş,
her bedeni temas bir bütünleşmedir, her ortak acı ya
da ortak emel bir bütünleşmedir, her anlık ya da
geleceğe ilişkin ortak düşünce bir bütünleşmedir,
her geçmişe yönelik ortak özlem bir bütünleşmedir,
her yeni 'çocuktaki buluşma bir bütünleşmedir...
İşte "Birbiriniz ile içli-dışlı
olmuşsunuz" ifadesi bu
şaşırtıcı ve duygu yüklü ifade, bütün
bu düşünce, duygu, esinti, heyecan ve imaj birikimini
gözler önünde canlandırıyor. O zaman bu
manzaranın yanında sözü edilen basit maddi endişe
küçülüyor, ayrılık anının üzüntüsü
içinde bütün bu kesik kesik imaj birikimini, bütün bu hatıra
yığınını hayalinde ve vicdanında
canlandıran koca, evlenirken karısına verdiklerinin
bir bölümünü geri istemekten utanır.
Arkasından bu imaj, hatıra ve duygu birikimine
değişik renkte başka bir faktörün daha eklendiğini
görüyoruz:
"Eşleriniz 'sizden güçlü bir güvence almışlardır."
Bu güvence Allah adına, Allah'ın yasası
uyarınca verilen nikah sözüdür. Bu hiçbir mümin kalbin
hafife alamayacağı güçlü ve son derece önemli bir
güvencedir. İşte o müminleri muhatap tutan bu ayet, bu
sıfatlarına dayanarak onları bu ağır
sorumluluklu söze, bu sağlam güvenceye saygı göstermeye
çağırmaktadır.
Bu bölümün sonunda oğulların, babaların eski
eşleri ile evlenmeleri, ayıplama ve kınama yüklü
bïr dille, yasaklanıyor. Arapların cahiliye döneminde
serbest olan bu duygularına kimi zaman dul
kadınların evlenmelerini engellemenin sebebini
oluşturuyordu. Ya ölmüş babanın küçük yaştaki
oğlu büyüsün de babasının dul eşi ile
evlensin ya da eğer erkek çocuğu evlilik çağında
ise babasının eski eşine herhangi bir eşya
gibi mirasçı olsun diye böyle bir gelenek vardı.
İslâm gelince bu uygulamayı son derece kesin ve
ağır bir dille yasakladı. Okuyoruz:
"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın
evlenmiş olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir
edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin bir
gelenektir."
Biz bu yasağın arkasında üç önemli sebep
görüyoruz. Gerçi biz insanlar şeriat hükümlerinin
bütün hikmetlerini kavrayamayız. Fakat bu hükümlere boyun
eğmemiz, onlara isteyerek teslim olmamız, onların
hikmetlerini anlayıp anlayamamıza bağlı
değildir. Bu hükümlerin mutlaka bir hikmete dayandıklarından,
insanların yararına olduklarından emin olmamız
için onların yüce Allah tarafından
yasallaştırdıklarını bilmemiz yeterlidir.
Evet, dediğimiz gibi biz bu yasağın
arkasında şu üç hikmetin bulunduğunu görüyoruz:
1- Her şeyden önce babanın eşi ana
konumundadır.
2- Bu yasak babanın yerine geçecek olan evladın
babasını bir rakip olarak hayalinde
canlandırmasını önleme endişesi
taşır. Çünkü erkek, karısının eski
kocasına karşı fıtri olarak, doğal bir
eğilimle antipati duyar. Eğer bu tür bir evlilik olursa
o zaman evlat babasına karşı antipati duyacak, ona
nefret besleyecek demektir!
3- Bu yasak, baba eşine basit bir miras malı gibi
konma kuşkusunu kökünden silme amacı taşır.
Daha önce söylediğimiz gibi bu anlayış ve ona
bağlı uygulama cahiliye döneminde geçerli idi. Oysa bu
anlayış ve bu uygulama hem kadının hem de
erkeğin insanlık değerini düşüren bir ayıptır.
Çünkü kadın ile erkek bir tek ortak insandan türemişlerdir.
Buna göre birinin küçük düşürülmesi, horlanması,
hiç kuşkusuz diğerinin de küçük düşmesi,
onurunun zedelenmesi anlamına gelir.
İşte gerek bu görebildiğimiz ve gerekse
kavrayamadığımız diğer başka
sebepler yüzünden İslâm, bu evlilik türünü son derece
çirkin saydı, onu iğrenç bir rezillik ve çok kötü
bir gelenek kabul etti. Yalnız İslâm'ın bu
yasaklamayı getirmeden önceki geçmiş cahiliye dönemi
uygulamaları hariç. Onlar bağışlanmış
ve hesapları noksanlıkların her türlüsünden
münezzeh olan yüce Allah'ın iradesine
kalmıştır.
EVLENİLMESİ YASAK OLANLAR
Bu derste yer alan üçüncü bölüm, evlenilmesi yasak olan
diğer kadınları ele almaktadır. Kuşkusuz
bu, gerek ailenin gerekse toplumun düzenlenmesinde atılan
bir adımdır.