17- Allah, kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla
geç kalmaksızın tevbe edenlerin tevbelerini kabul
edeceğini vaad etmiştir. Hiç kuşkusuz Allah
herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.
18- Yoksa sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine
gelince "Şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir
olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir. Biz böyleleri
için acı bir azap hazırladık.
Bu cüzün daha önceki sayfalarında Al-i İmran
suresinde geçen
"Onlar ki,
bir kötülük işlediklerinde ya
da nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak
O'ndan günahlarının affedilmesini dilerler..." ayetini
açıklarken tevbe konusuna değinmiştik. Orada söylediğimiz
sözler tümü ile buraya aktarılabilir. (Al-i İmran
suresi; 135) Fakat yukarıdaki ayetler başka bir amaç taşıyorlar,
tevbenin mahiyetinin ve özünün açıklanmasını gündeme
getirmek istiyorlar.
Yüce Allah'ın kabul edeceği, hatta lutfederek kabul
edeceğine ilişkin güvence verdiği tevbe, yürekten
yapılan tevbedir. Böyle bir tevbe pişmanlık
duygusu ile derinden sarsılmış, şiddetli bir
ürpertiye tutulmuş, bunun sonucunda toparlanarak dönüş
yapmış, bu dönüşü iyimser arzuların
kucağında ömrünün rahat yıllarını
yaşarken yapan, içinde gerçek bir arınma arzusu duyan
ve sahiden yeni bir yola girmeye niyetli olan insan nefsi için
bir tür "yeniden doğuş" anlamına gelir.
Okuyalım:
"Allah, kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla
geç kalmadan tevbe edenlerin tevbelerini kabul edeceğini
vaad etmiştir. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir
ve hikmet sahibidir."
"Bilmeyerek kötülük işleyenler"den maksat günah
işleyenler, suçlulardır. Yalnız burada sözü
edilen "bilmezliğin (cehaletin)" uzun ya da
kısa süreli, fakat canın boğaza
dayanacağı ana kadar uzamamış olan bir
sapıtma, doğru yolu şaşırma anlamına
geldiğine ilişkin bilginleri arasında hemen hemen görüş
birliği vardır. "Fazla geç kalmadan tevbe
edenlerden maksat ise ölecekleri belli olmadan, henüz komaya
girmeden, ölümün eşiğine geldiklerini hissetmeden
önce Allah'a dönenlerdir. Böyle bir tevbe pişmanlık
duygusundan, günahtan sıyrılmak, tan, iyi amel
işleyerek geçmiş kötülükleri telafi etme niyetinden
kaynaklanmış kabul edilir. İşte o zaman tevbe
insan nefsi için bir yeniden doğuş, insan vicdanı
için bir uyanış olur. İşte:
"Allah böylelerinin tevbelerini kabul edeceğini vaad
etmiştir. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve
hikmet sahibidir."
Yani O'nun bütün tasarrufları bilgiye ve hikmete
dayanır. O, zayıf iradeli kullarına yeniden temiz
kullarının saflarına katılma fırsatı
tanır. Güvenli sığınağına ve
esirgeyici himayesine kucak atma arzusu gösteren kullarının
asla bu sığınağının surları
dışına atmaz.
Yüce Allah rahmetine yönelen, yaptıklarına
pişman olup dergahına sığınmak isteyen
zayıf iradeli kullarını geri kovmaz,
dışlamaz. Aslında yüce Allah'ın onlara
ihtiyacı yoktur, yaptıkları tevbenin de O'na
sağlayacağı hiçbir yarardan söz edilmez. Yaptıkları
tevbenin yarar görecek olanlar kendileridir. Böylece hem kişisel
hayatları ve hem de içinde yaşadıkları
toplumun hayatı düzene girecek, sağlıklı bir
niteliğe kavuşacaktır. İşte bu gerekçe
ile, yüce Allah, onların önünde, tevbe edip arınmışların
saflarına katılmalarının yolunu açık
tutaktadır. Fakat:
"Yoksa sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine
gelince `Şimdi tevbe ettim' diyenlerin tevbesi geçerli değildir."
Çünkü bu tevbe sapıklığı ısrarla sürdürmüş
ve kötülükleri tarafından çepeçevre kuşatılmış
günahlarından mecburiyet altında yaptıkları
bir tevbedir. Artık günah işleme olanağı
kalmamış, bütün kötülük işleme
fırsatlarını pervasızca kullandıktan
sonra köşeye sıkışmış kimselerin
tevbesidir bu tevbe. Bu yüzden yüce Allah bu tevbeyi kabul etmez.
Çünkü böyle bir tevbe ne kalbin tekrar ıslâh olmasını
sağlar ne hayata düzelme, iyileşme getirir ve ne de
kişilikte ve gidişatta olumlu bir değişimin göstergesidir.
Acaba tevbe niçin kabul olunuyor? Yoldan çıkmışlar
ona sığınarak yüce Allah'ın güvenlik
bölgesine geçsinler, şaşkınlık çölünde
taban tepmekten kendilerini kurtarsınlar, şeytanın
sancağı altındaki sapıklar sürüsünden
kurtularak insanlık ailesinin onurlu saflarına
katılsınlar, böylece eğer tevbe ettikten sonra ki
ömür dilimleri yeterli olursa iyi ameller işlesinler, yok
eğer nerede ve ne zaman
çıkageleceklerini
bilmedikleri, günü belirli ölüm kapılarının
eşiğinde kendilerini yakalamayı bekliyorsa hiç değilse
doğruluğun sapıklığa karşı
üstünlüğünü ilan etsinler diye kabul olunuyor. Devam
ediyoruz:
"Bir de kafir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir."
Çünkü onlarla tevbe arasındaki bütün ipler kopmuş,
bütün bağlar kesilmiştir. Onlar yüce Allah'ın
affediciliği ile aralarında varolan bütün fırsatları
kaçırmışlardır. Dahası var:
"Böyleleri için acıklı bir azap
hazırladık."
Yani bu azabı şimdiden onlar için kotarıp düzenledik.
O onları bekliyor. Başkaca bir hazırlığa,
kotarma işlemine ihtiyacı yok.
Görülüyor ki, ilahi sistem, bir yandan tevbe kapısını
ardına kadar açık tutarken öte yandan da ceza
şıkkını ısrarla vurguluyor. Böylece bu eşsiz
ilahi sistemde denge kuruluyor. Bu iki kutuplu denge hayatın
pratiği üzerindeki etkisini meydana getirmekten geri kalmıyor.
Bu pratik etkili dengeyi İslâm'dan başka hiçbir
şey ya da yeni sistem kuramaz.
KADIN
Bu bölümün ikinci konusu kadın meselesidir.
Cahiliye dönemi Arap toplumunda -çevredeki diğer
cahiliye toplumları gibi kadına son derece kötü
muamele edilirdi. Ona insan haklarının hiçbiri tanınmazdı.
Erkeğe göre konumu utanılacak düzeyde düşük
tutulurdu. Bu konum insandan çok bir eşya konumu idi. Bunun
yanında toplum kadını bir gönül eğlencesi,
bir zevk aracı olarak kullanıyor, onu erkekleri
baştan çıkaran bir fitne unsuru, bir
ayartma faktörü, çıplak ve
hayasız bir şehvet aracı olarak
başıboşluğun kucağına atıyordu.
İşte bu durumda İslâm geldi ve kadını
bütün bu olumsuzlukların bataklığından çıkararak
aile yuvası içindeki doğal üstünlüğüne,
toplumdaki ciddi rolünün düzeyine yükseltmeye girişti.
Kadının bu onurlu düzeyi, bu surenin ilk ayetinde açıklanan
temel ilke ile uyum halinde idi. Okuyalım:
"Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi tek bir
kişiden türetti, O tek kişinin eşini de kendi
özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda erkek
ve kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı..."
(Nisa suresi; 1)
İslâm bu ilk adımı attıktan sonra evlilik
hayatına egemen olan duyguları geri kalmış
hayvanî düzeyden ileri insanlık düzeyine yükseltmeye, bu
duygulara karşılıklı saygı, sevgi,
hoşgörü, anlayış ve nezaket rengi vurmaya, bu
duyguları daha ilk sarsıntı ve ilk parlama
aşamasında kopmayacak derecede pekiştirmeye ve güçlendirmeye
yöneldi. Okuyoruz: