O |
|
O |
|
163- Nuh'a ve ondan önce gelen peygamberlere indirdiğimiz
gibi sana da vahiy indirdik. Nitekim İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a, Yakub'un torunlarına, İsa'ya,
Eyyub'a, Harun'a, Süleyman'a vahiy indirmiş, Davud'a da
Zebur'u vermiştik.
164- Daha önce bazılarını sana
anlattığımız, bazılarını da
anlatmadığımız peygamberler gönderdik. Allah,
Musa ile de bizzat konuştu.
165- Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik ki, bu peygamberlerden sonra insanların Allah'a
karşı ileri .sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın.
Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.
O halde bu, insanlık tarihi boyunca yol alan, birbirine
bağlı tek bir kervandır. Uyarı ve müjdelemek
için, bir tek hidayetle gelmiş bir mesajdır bu.
Kervanda insanlığın şu üstün ve seçkin kişileri
yer almaktadır:
Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve
torunları, İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman, Davud,
Musa... Bunların dışında yüce Allah'ın
Kur'an'da peygamberine anlattığı ve
anlatmadığı daha nice peygamber. Bu, çeşitli
kavim ve ırktan, değişik bölge ve kıtadan
farklı zamanlarda ortaya çıkan kafiledir. Ne soy, ne
ırk, ne toprak, ne vatan, ne zaman ne de ortam bunları
birbirinden ayıramaz. Hepsi de o yüce kaynaktan gelmişlerdir.
Tümü de o yol gösterici nurun taşıyıcılarıdır.
Uyarı ve müjdeleme ödevini yerine getiriyorlar. Tümü de
insanlığı bu nura sürüklemeye çabalıyorlar.
Bir aşirete, bir kavme, bir şehire, bir bölgeye yada
peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine
olsun) gibi tüm insanlığa gönderilmiş
olmaları, bu durumu değiştirmez.
Hepsi de vahyi Allah'tan almışlardır.
Kendilerinden hiçbir şey katmış değillerdir.
Şayet yüce Allah Musa (a.s) ile doğrudan
konuşmuşsa bu da nasıl gerçekleştiğini
kimsenin bilmediği bir vahiy çeşididir.
Doğruluğundan şüphe edilmeyen tek doğru
kaynak olan Kur'an, bu konuda herhangi bir ayrıntıya
girmiyor. Çünkü bunun bir konuşma olduğundan öte bir
şey bilmiyoruz. Bu konuşmanın mahiyeti nedir?
Nasıl meydana gelmiştir? Musa bunu hangi duyu ve güçle
karşılamıştır, bilmiyoruz. Bütün bunlar
Kur'an'ın bize sözünü etmediği bir gaybdır.
Kur'an'ın dışında -bu konuda- hiçbir kanıta
dayanmayan efsanelerden başka bir şey söz konusu değildir.
Yüce Allah'ın, peygamberine anlattığı ve
anlatmadığı şu peygamberlerin gönderilmesini
O'nun adaleti ve merhameti gerektirmiştir. Bunları,
itaat eden müminler için hazırlanan nimet ve
hoşnutlukları müjdelemek ve isyancı kafirler için
hazırlanan cehennem ve gazaptan korkutmak için göndermiştir.
Bütün bunların nedeni de...
"Peygambèrlerden sonra insanların Allah'a
karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın"
diyedir.
İnsanların iç ve dış dünyasında, yüce
Allah'ın, doğru yola iletici kanıtları
vardır. Aynı zamanda yüce Allah, insanların iç ve
dış dünyasındaki bu kanıtları düşünecek
aklı da insanlara vermiştir. Ancak yüce Allah'ın
kullarına yönelik merhameti ve onlara bahşettiği
yeteneğe bu akıl yeteneğine arzuların galip
geleceğini takdir etmesi nedeniyle O'nun rahmeti ve hikmeti,
"müjdeci ve uyarıcı" peygamberlerin gönderilmesini
gerektirmiştir. Bu peygamberler insanlara
hatırlatmış, gerçeği onlara göstermiştir.
Fıtratlarını uyandırmaya ve
akıllarını şehvetlerin
ağırlığından kurtarmaya çalışmışlardır.
Nitekim bu şehvetler, ya insanların akıllarına
perde olmuşlar ya da iç ve dış dünyada yer alan
hidayet kanıtlarına ve iman belirtilerine örtü olmuşlardır:
Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir."
Güçlüdür; yaptıklarına karşılık
kullarını hesaba çekecek güçtedir. Hikmet sahibidir;
her işi hikmetle planlar ve her şeyi yerli yerine koyar.
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın takdir edip hoşnut
olduğu bu işte, O'nun, gücünün ve hikmetinin etkisi
vardır.
İSLAM'DA AKLIN YERİ
Şu ayetin önünde bir miktar duralım:
" . Peygamberlerden sonra
insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri
hiçbir bahaneleri kalmasın diye..."
Kendimizi latif ve derin ilhamların önünde buluyoruz. Bu
ilhamlardan sadece üçünü seçiyoruz, bizi Kur'an gölgesinden
çıkarmayacak bir özetle.
Öncelikle insan aklının, "insanlığın"
en önemli problemi olan Allah'a iman problemi konusundaki değerini,
görev ve rolünü ele alalım. Yeryüzündeki hayat, tüm
yönleriyle, ilke ve prensipleriyle, realite ve uygulamalarıyla
bu probleme dayanmaktadır. Nitekim yeryüzündeki hayatın
devamı olan fakat ondan çok daha büyük ve sonsuz olan
ahiret hayatı da buna dayanmaktadır.
İnsanı ve tüm yeteneklerini en iyi bilen yüce
Allah, insana bahşettiği aklın, dünya ve ahirette
kendisi için doğru yolu bulması ve hayatını düzeltmesi
için yeterli olacağını bilseydi iç ve dış
dünyada yer alan hidayet kanıtlarını ve iman
belirtilerini araştırıp böylece, hayatını
dayandıracağı bir sistemi belirlemeyi, sonuçta hak
ve doğruluk üzere bulunmayı sadece insan aklına
bırakmış olsaydı, tarih boyunca bunca
peygamberi göndermezdi. Rablerinden getirdiklerini tebliğ
eden peygamberleri göndermeyi, onlara karşı bir belge
kılmazdı. Ayrıca peygamberin gönderilmeyişini
de kendi katında bir mazeret olarak kabul etmezdi:
"Peygamberlerden sonra insanların Allah'a
karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri bulunmasın
diye..."
Ancak yüce Allah, insana verdiği aklın,
peygamberliğin direktifleri, yardımı ve
koruması olmaksızın kendi başına
doğru yolu bulmak için yetersiz olduğunu, aynı
zamanda insanlığın hayatı için bir sistem
belirleyemeyeceğini, bu sistemin insanlığın
hayatında doğruluğu gerçekleştiremeyeceğini,
dünya ve ahirette kendisine mensup olan kötü sonuçtan
kurtaramayacağını bilmektedir. Bu yüzden yüce
Allah'ın hikmeti ve rahmeti insanlara peygamber göndermeyi
üstelik peygamber ve tebliğle karşılaşmadan
insanları sorumlu tutmamayı dilemiştir:
"... Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz."
(İsra Su resi, 15)
Bu husus şu Kur'an ayetinde açıkça görülen
gerçeklerden biridir neredeyse. Şayet o kadar net olmasa
bile ayetin tartışmasız gerçeklerinden biridir.
O halde... İnsan aklının görevi nedir?
İman ve hidayet, hayat sistemi ve düzeni konusundaki rolü
nedir?
Kuşkusuz insan aklının rolü; peygamberin mesajını
almak, görevi ise; peygamberlerden aldığını
anlamaktır. Peygaınberin görevi ise; anlatmak, açıklamak
ve insan fıtratını üzerine çullanan ağırlıklardan
kurtarmaktır. İç ve dış dünyada yer alan
hidayet kanıtlarını ve iman belirtilerini düşünmesi
için insan aklını uyarmaktır. Ona doğru bir
algılama ve bakış metotlu belirlemiştir. Dünya
ve ahirette iyiliğin gerçekleşmesini sağlayan
pratik hayat sisteminin dayandığı temeli
atmaktır.
İnsan aklının görevi, dine hakim olmak değildir.
Allah'tan geldiğinden emin olduktan ve maksadını da
anladıktan sonra, yani dil ve kavram olarak ayetin
anlamını kavradıktan sonra doğruluğuna,
yanlışlığına kabul edilmesine yada
reddine karar vermek değildir.. Kabul veya reddetmekte
serbest olduğu halde, anlamını kavradıktan
sonra reddediyorsa, bu anlamı iyice özümsememiş yada
kendisine yüce Allah'ın kafirlere
hazırladığı azap açıklandıktan
sonra olumlu karşılık vermemiş demektir. O
halde doğru bir kanalla kendisine ulaştıktan ve
aklın da anlam ve maksadını kavradıktan sonra
insan, dinin hükümlerini kabul etmek zorundadır.
Kuşkusuz bu mesaj, akla hitap etmektedir. Onu
uyandırmak, yönlendirmek ve kendisine doğru bir
bakış açısı kazandırmak anlamında
elbette, yoksa bu mesajın doğruluğuna yada
yanlışlığına karar vermesi yada kabul
veya red yetkisine sahip olması anlamında değildir.
Gelen nassın hükmü kesin olarak anlaşıldıktan
sonra, ister alışılmış bir anlama sahip
olsun ister alışılmamış, insan
aklına düşen; kabul etmek, uyup uygulamaktır.
İnsan aklının -bu alandaki- fonksiyonu, hükmün
amacını anlamaktır. Sözcük ve terim bakımından
metnin içerdiği işaretleri göz önünde bulundurarak
anlamını kavramaktır. İşte bu noktada
insan aklının fonksiyonu bitmektedir. Kuşkusuz bu hükmün
doğru anlamı, akıl tarafından yükselen yanlışlık
ve red itirazlarını kabul etmemektedir. Çünkü bu
hüküm, Allah'tan gelmiştir. Akıl ise; Allah
katından gelen şeyin doğruluğuna,
yanlışlığına, kabul edilmesine veya
reddedilmesine karar verecek bir ilah değildir.
Bu hassas noktada bir takım yanlışlıklar
yapılmaktadır. Bu ister insan aklını
ilahlaştırıp, gerçek dinin hükümlerinin doğruluk
veya yanlışlığa karar verecek bir hakem
konumuna getirmek isteyenler tarafından işlensin,
isterse insan aklını tamamen fonksiyonsuz
bırakıp, iman ve hidayet konusundaki rolünü inkar
etmek isteyenlerce işlensin fark etmez. Bu hususta orta ve
doğru yol burada açıkladığımızdır.
Peygamberlik akla hitap etmektedir, hükümlerini kavraması için.
Hem bu hükümlere hem de tüm hayatta doğru bir
bakış yöntemi kazandırması için. Akıl
bu hükümleri kavrayınca yani kastedileni anlayınca;
önünde doğrulamak, uyup ve uygulamaktan başka seçenek
kalmaz. Çünkü anlayıp anlamadığına
bakmaksızın, insandan, bu hükümleri uygulaması
beklenemez. Ayetlerin anlamına uygun olarak hükümler
kavrandıktan sonra tartışılmasına, izin
verilmez. Haktan başka birşey anlatmayan, iyilikten
başka birşey emretmeyen yüce Allah'tan geldiği
kesinleştikten sonra; kabul edilmesini yada reddedilmesini,
doğruluğunu yahut
yanlışlığını tartışmak
yersizdir.
Yüce Allah'tan geleni karşılamanın doğru yöntemi,
insan aklının -amacını kavradıktan sonra-
dinin gerçek hükümlerine; mantıksal sözlerden, sınırlı
değerlendirmelerden yada eksik deneyimlerden kaynaklanan hükümlerle
karşı çıkmamasıdır. Doğru yöntem;
insan aklının doğru hükümleri; kabul edilmesi
gereken hükümler oldukları için kabul etmesidir: Çünkü
bu hükümler kişisel hükümlerden daha doğrudurlar.
Dosdoğru dinsel görüşün terazisiyle ölçülmeden
önce onun metodu kişisel metodtan çok sağlamdır.
Bu yüzden -yüce Allah'ın katından geldiğini
anladıktan sonra- insan aklının, kendi ürünü
herhangi bir hükme göre, dinin hükümlerine hakemlik yapması
söz konusu olamaz.
Akıl, yüce Allah'ın bildirdiği hükümleri,
kendine özgü ilkelerle değerlendirecek bir ilah
değildir.
Ancak, insan aklı, Allah'tan gelmiş hüküm hakkında
ileri sürülen akla dayanan beşeri anlama kendisine ait
aklı ve beşeri bir anlamla itiraz edebilir. Bu onun
sahasıdır. Yorum ve farklı
anlayışlarını sağlıklı
temellere dayandırdığı sürece de hiçbir
zorluk ve engelle karşılaşmaz. Bu
sağlıklı temellere ve bizzat dinin belirlediği
kurallara dayanması koşuluyla, farklı
bakış özgürlüğü, bu alanda, insan aklına
tanınan en geniş alandır. Hiçbir grup, otorite
veya kişi, insan aklını, doğru hükmün maksadını
ve uygulama alanını düşünmekten alıkoyamaz.
Değişik görüşleri her zaman ileri sürebilir.
Dinin hükümlerinden gelen doğru bir kaynağın ve
sistemin sınırları içinde kaldığı sürece,
kendisine bakış açısı belirleyebilir.
İşte risaletin akla hitap ettiğinin anlamı
budur.
Kuşkusuz İslâm akıl dinidir... Evet... Hükümler
ve ilkeleriyle akla hitab eden anlamında, kabul etmekten
başka seçenek bırakmayan ve maddi harikalarla
baskı altında tutmak anlamında değil. Ona
doğru bir bakış metodu kazandırıp, iç ve
dış dünyada bulunan hidayet kanıtlarını
ve iman işaretlerini düşünmeye çağırır.
Böylece fıtratı; alışkanlıkların,
geleneklerin, aptallıkların, akıl ve
fıtratı saptıran ihtirasların
baskısından kurtarır. Ayetlerin
anlamlarının taşıdığı
prensipleri anlamayı ona bırakmak şeklinde akla
hitab eder bu din. Anlamadığı yada
kavramadığı bir şeye inanmaya zorlamak
anlamında değil. Anlamları kavrayacak ve hükümleri
anlayacak aşamaya geldikten sonra artık önünde iki
seçenek vardır; ya teslim olup mümin olacaktır yada
isyan edip kafir olacaktır. Yoksa doğruluğuna yada
yanlışlığına karar verecek bir hakem
değildir akıl. Aklı
tanrılaştırıp, dosdoğru dinin hükümlerinden
kimisini kabul edip kimisini reddeden, dilediğini seçip
dilediğini bırakan bir konuma çıkarmak
isteyenlerin söylediği gibi; kabul ve red yetkisine sahip
değildir. Yüce Allah'ın hakkında "Siz
kitabın bir kısmına inanıp bir
kısmını inkar mı ediyorsunuz?" (Talak
Suresi, 22) dediği durumdur bu. Bunu küfür olarak
nitelendiriyor ve o korkunç azapla tehdit ediyor.
Yüce Allah, evren konusunda, insan yada diğer bir
yaratık hakkında bir gerçeği belirledikten yahut
farzlar veya yasaklara ilişkin bir hüküm verdikten sonra,
yüce Allah'ın belirlediği bu hükmün anlamını
kavrar-kavramaz kendisine ulaşan herkesin, kabul edip
uyması zorunludur.
Yüce Allah:
"Allah odur ki, yedi gök yaratmış, onların
benzerini de yerden aratmış. (Talak Suresi, 12)
"Kafirler, göklerle yerin bitişikken
ayırdığımı ve her şeye sudan hayat
verdiğimizi görmediler mi?" (Enbiya Suresi, 30)
"Allah her canlıyı sudan
yaratmıştır." (Nur Suresi, 45)
"O insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan
yarattı. Cinleri de yalın bir alevden
yaratmıştır." (Rahman Suresi, 14-15)
Bunun gibi evrenin canlılar ve eşyanın
mahiyetine ilişkin söyledikleri gerçeğin ta
kendisidir.
Ayetlerin anlamını ve bunlardan kaynaklanan
prensipleri anladıktan sonra, insan aklının
kalkıp da; ilkelerime, bilgime ve deneyimine uymuyor diyemez.
çünkü insan aklının bu alanda
ulaştığı her düzey, doğruluk ve
yanlışlık ihtimaline açıktır. Ancak yüce
Allah'ın belirlediği hüküm ise bütünüyle hak ve doğrudur.
Yine Yüce Allah:
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler
kafirlerin ta kendileridir." ( Maide
Suresi, 14)
"Ey müminler, Allah'tan korkun ve faizden arta kalandan
vazgeçin, Şayet müminseniz. Eğer bunu yapmazsanız
Allah ve Resulünün ilan edeceği savaşa
hazırlanın. Eğer tevbe ederseniz ana
mallarınız sizindir. Bu şekilde ne
haksızlık edersiniz ne de haksızlığa
uğrarsınız." (Bakara Suresi, 278-279)
"Evlerinizde oturun. İlk cahiliyedeki gibi süslenip,
püslenip sokaklara dökülmeyin." (Ahzab Suresi, 33)
"Başörtülerini yakalarının üzerine
koysunlar ve süslerini göstermesinler." (Nur Suresi, 31)
Bunun gibi hayat sistemine ilişkin söyledikleri tartışmasız
gerçektir. Hiç bir akıl, yararının yüce Allah'ın
emrine muhalif olan yada insanlara izin vermediği ve hükmetmediği
şu hususta olduğunu söyleyemez. Çünkü aklın
yararlı gördüğü şey doğru da olabilir
yanlış da. İhtiras ve içgüdülere açıktır.
Ancak yüce Allah'ın hükmünde yarar ve iyilikten başka
ihtimal söz konusu değildir.
Yüce Allah'ın inanç ve düşüncelere yada hayat
sistemi ve düzenine ilişkin belirlediği hükümler, aklın
ortaya koyduklarıyla aynı değerde değildir. Hükmün
yüce Allah'tan geldiği doğrulandıktan ve
anlamı kesinleştikten sonra, herhangi bir zamanla
sınırlandırılamaz. O halde akıl şunu
ileri süremez: İnanç ve kullukla ilgili kısmını
kabul ediyorum ancak, hayat sistemi ve düzeni bakımından
zaman değişmiştir. Kuşkusuz yüce Allah
hükümlerinin uygulanışını belli bir zamana
sınırlandırmayı dileseydi bunu yapardı. Hüküm
mutlak olduğu sürece, ilk nazil olduğu dönem ile kıyamete
kadar ki her hangi bir dönem arasında fark yoktur. Bunun
nedeni, Allah'a karşı gelmekten sakınmak ve O'nun
ilmini eksiklik ve kusur töhmetinden uzak tutmaktır.
Kuşkusuz O, söylenenlerden münezzehtir, yücedir, uludur.
İçtihada gelince; bu, genel hükmün uygulanışı
esnasında baş gösteren somut ayrıntılarda söz
konusu olabilir. Herhangi bir nesil içinde aklın etkisinde
kalarak, genel ilkeyi kabul veya reddetmek konusunda içtihada başvurulmaz.
Bütün bu söylediklerimizden insan hayatında aklın
değerini ve rolünü azımsamak anlamı çıkmaz.
Allah'ın dini ve onun doğru öğretisinden beslenen
ölçü ve bakış yöntemine bağlı
kaldıktan sonra, yenilenen durumlara göre hükmü uygulama
konusunda insan aklının önünde oldukça geniş bir
alan vardır. Şu evrenin mahiyetini, oradaki gizli enerji
ve güç kaynaklarını, içindeki varlık ve
canlıların özelliklerini bilmeğe ilişkin
önünde son derece geniş imkanlar vardır. Yüce Allah'ın
emrine sunduğu evren, varlık ve canlılardan
yararlanma ve hayatı geliştirme, yüceltme ve ilerletme
bakımından, büyük bir ortama sahiptir. Ancak Allah'ın
sisteminin sınırları içinde kalmak
şartıyla. Yoksa aklı saptıran,
fıtratı birtakım tortularla örten, ihtirasların
ve arzuların öngördüğü biçimde değil.
TEBLİĞ
"... Peygamberlerden sonra
insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri
hiçbir bahaneleri kalmasın diye..." Bu
ayetin üzerinde biraz daha duralım.
Kendimizi, insanlığa karşı peygamberlerin
(Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) ve peygamberlerin
getirdiği mesaja inananların omuzlarına yüklenen
büyük sorumluluğun önünde buluyoruz. Kuşkusuz bu, büyük
olduğu kadar ağır bir sorumluluktur da.
Kuşkusuz insanlığın akıbeti, gerek dünyada
gerekse ahirette; peygamberlere, onlardan sonra da müminlere bağlıdır.
Onların, bu işi tebliğ etmeleri esasına
dayanır, insanların mutlulukları yada
bedbahtlıkları, sevap yada günahları... Hem dünyada
hem de ahirette...
Bu son derece büyük ve olağanüstü bir iştir.
Öyle olması gerekir de. Bu yüzden peygamberler
sorumluluklarının büyüklüğünü biliyorlardı.
Yüce Allah kendilerine teslim ettiği yükün gerçek
mahiyetini onlara göstermişti. Yüce Allah'ın,
peygamberine söylediği şu söz bunu göstermektedir: "Şüphesiz
biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil
Suresi, 5) Sonra buna nasıl
hazırlanacağını, ne yapması
gerektiğini öğretiyor: "Ey örtünen, gecenin
az bir kısmı hariç, kalk namaz kıl. Gecenin
yarısında kalk yada yarısından biraz eksilt,
yahut ilave et. Kur'an'ı da ağır ağır
oku. Şüphesiz biz sana ayrı bir söz vahyedeceğiz."
(Müzzemmil Suresi, 1-5) "Biz sana Kur'an'ı
ağır ağır indiriyoruz. Öyleyse Rabbinin
hükmüne sabret. Onlardan günahkarlara veya kafirlere uyma.
Sabah akşam Rabbinin adını an. Gecenin bir
kısmında da O'na secde et. Bir de geceleyin uzun süre
O'nu tesbih et." (İnsan Suresi, 23-26)
İşte yüce Allah, peygamberine bunu öğretiyordu. Söylemesini
ancak söylediklerinin gerçek mahiyetini bilmesini emrediyordu: "De
ki, Allah'a karşı beni kimse savunamaz. O'ndan
başka bir sığınak da bulamaz. Benim
yaptığım yalnız Allah'ın katından
olan ve mesajını tebliğ etmektir." (Cin
Suresi, 22-23)
"Görülmeyeni bilendir. Görülmeyeni kimseye açmaz.
Ancak peygamberlerden dilediği bunun
dışındadır. Rablerinin mesajını
tebliğ etmelerini ortaya koymak için her peygamberin
önünden ve ardından gözcüler salar; onların
yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve
herşeyi bir bir sayar." (Cin Suresi, 26-28)
Kuşkusuz bu ürpertici ve büyük bir sorumluluktur.
İnsanları gözetme sorumluluğu... Onların
hayatları, ölümleri, mutlulukları ve
mutsuzlukları, mükafat ve cezalarıyla ilgili
olmaktadır. Tüm insanlığı ilgilendiren bir yük.
Ya, bu mesaj onlara iletilecek, onlarda kabul edip uygulayacaklar
dolayısıyla da sonuçta dünya ve ahiret mutluluğuna
erecekler yada, bu mesaj onlara iletilecek ancak onlar kabul
etmeyip bir kenara atacaklar, o zaman da, dünya ve ahirette
bedbahtlık içinde yaşayacaklardır yahut da mesaj
kendilerine ulaşmamış olacaktır. Ancak bu
durumda Rablerine karşı mazeretleri olacaktır. Dünyadaki
bedbahtlıklarının ve sapıtmalarının
sorumluluğu da; tebliğle yükümlü olduğu halde, yükümlülüğünü
yerine getirmeyenlerin boynunda olacaktır.
Peygamberlere gelince; onlar emaneti yerine getirip mesajı
tebliğ ettiler ve bu ağır sorumluluktan kurtulup
Rablerine kavuştular. Onlar sadece dilleriyle tebliğ
etmediler -bununla beraber- pratik hayatta somutlaşan bir
örnek olmakla da tebliğ ettiler. Engelleri ve
zorlukları bertaraf etmek için, gece gündüz giriştikleri
cihadla duyurdular çağrılarını.
İnsanın içini yiyip bitiren kuşkulardan, türlü
sapıklıklardan oluşan engel ve zorluklarla
uğraştılar. İnsanları çağrıya
uymaktan alıkoyan ve dinden dönmeye zorlayan azgın güçlerle
savaştılar. Risaletin sonuncusunu getiren son
tebliğci, peygamberlerin sonuncusu Peygamberimizin (salât ve
selâm üzerine olsun) yaptığı gibi. Kuşkusuz
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) engelleri dille
ortadan kaldırmakla yetinmedi. "Fitne ortadan
kalkıp, Allah'ın dini tam anlamıyla egemen oluncaya
kadar." diye, zorlukları mızrakla da ortadan
kaldırmıştı.
Ondan sonra bu ağır görev peygamberimize iman
edenlere kaldı. Ondan sonra nesiller birbirinden ardınca
gelip geçtiler. Bu nesillere mesajı iletecek de ona tabi
olanlardır kuşkusuz. Onların bu ağır
sorumluluktan, insanların Allah'a karşı bahanelerin
kalmamasını sağlamaktan insanları ahiret
azabına ve dünya mutsuzluğuna karşı uyarmak yükümlülüğünden
kurtulmaları mümkün değildir. Ancak,
Resulullah'ın tebliğ edip uyguladığı
sistem uyarınca, tebliğ yapıp görevlerini yerine
getirmiş olmaları hariç. Bu gün de mesaj aynı
mesajdır. İnsanlar da aynı insanlar. Ortalıkta
sapıklık, azgınlık, kuşku ve ihtiraslar
kol geziyor. İnsanların ve davanın peşine düşen
azgın ve zorba güçler eskisi gibi insanları
saptırmakla, güç kullanmakla, dinlerinden döndürüyor.
Konum aynı konum. Zorluklar aynı, hiç değişmemiş,
insanlar da aynı insanlar.
Tebliğ kaçınılmazdır. Görevi yerine
getirmek zorunludur. Sözle açıklamak suretiyle tebliğ
yapmak gerektiği gibi tebliğciler tebliğ ettikleri
davanın birer canlı ve red tercümanı olana kadar
pratik uygulama şeklinde tebliğ etmek de bir
zorunluluktur. Davet yolunu tıkayan, insanları
batıl davalar ve güç kullanarak saptıran engelleri
bertaraf etmek suretiyle, tebliğ görevini yapmak gerekir.
Yoksa tebliğ yapılmış, görev yerine getirilmiş
sayılmaz.
Bu görevi yüklenmekten geri durmak düşünülmez. yoksa
büyük bir sorumluluk altına girilmiş olur. Tüm insanlığın
sapıklığı, dünyadaki bedbahtlıkları,
ahirette onlara karşı yüce Allah'ın
kanıtı oluşturamamanın sorumluluğu. Bütün
bu sorumlulukların yanında cehennemden kurtulamamak
sorumluluğu da vardır.
Kim küçümseyebilir ki, belleri kıran, yürekleri
hoplatan, kemikleri titreten bu sorumluluğu?
Ben "müslümanım" diyen kişi ya, bu
şekilde tebliğ edip görevini yerine getirecektir yada,
dünya ve ahirette kurtulma ümidini yitirecektir. O, ben
"müslümanım" dediği halde tebliğ
yapmayıp bizzat yaşamayınca, bütün tebliğ ve
uygulama yöntemlerine başvurmayınca, mensubu
olduğunu iddia ettiği İslâm'ın lehine
şahitlik yapması bir yana, aleyhine şahitlik
yapmış olur.
Nitekim İslâm'ın lehinde şahitlik için yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi orta
yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek
olasınız ve peygamber de size örnek olsun."
(Bakara Suresi, 143)
Kişinin İslâm'a şahitliği kendisinden
başlar öncelikle. Sonra evinden ve ailesinden, akraba ve aşiretinden
iddia ettiği İslâm'a ilişkin realist bir
şekilde görülür bu şahitlik. Bu şahitliğin
ikinci adımı, İslâm'ı, tüm hayatında
gerçekleştirmek için ev, aile ve aşiretin çağrılmasından
sonra bütün milleti davet etmektir. Bireysel toplumsal, ekonomik
ve politik olarak İslâm'ı, gerçekleştirmektedir.
Şahitliğin son aşaması da insanları
saptıran ve fitneye düşüren her tür engeli ortadan
kaldırmak için cihad etmektir. Burada da
şahitliğini hakkıyla yerine getirince, işte o
zaman, "şahit" diye adlandırılır...
Dini için şahitliğini gerçekleştirmiş,
Rabbine doğru yol almış demektir ve
"şahit" ancak buna denir kuşkusuz.
Bu turun sonunda, yüce Allah'ın ilminde, adaletinde, gözetiminde
ve şu inatçı ve azgın insan denen
varlığa yönelik lütfunda, rahmet ve iyiliğinde
beliren üstünlüğün ve ululuğun önünde ürpererek
duruyoruz.
VAHYİN ÖNDERLİĞİNDEKİ AKIL
Şu varlığa ilişkin muazzam bilgisinin
karşısında hayretle duruyoruz. Ona verdiği güç
ve enerjilerin, bünyesinde yerleştirdiği hidayet ve
sapıklık yeteneklerinin karşısında
buluyoruz kendimizi. Bu sonsuz bilgisinin bir sonucu olarak
kendisine bahşettiği akıl mekanizmasının
büyüklüğüne, iç ve dış dünyada bir çok
hidayet kanıtlarının ve imanı
zorlayıcı işaretlerin bulunmasına rağmen
, insanı sadece aklına havale etmediğini görüyoruz.
Kuşkusuz yüce Allah, arzu ve heveslerin bu büyük
mekanizmayı etkilediğini biliyordu.
Varlığın evrelerine ve nefsin gizliliklerine
yerleştirilen kanıtların, heva ve hevesler,
bilgisizlik ve kusurluluk tarafından perdelendiğini
biliyordu. Bu yüzden -peygamber gönderip açıklamadan-
hidayet ve sapıklığın sorumluluğunu
insana yüklemiştir. Tebliğ ve hidayetten sonra da hayat
sistemini belirlemeyi de insana bırakmamıştır.
Ancak yüce Allah'ın belirlediği hayat sistemini
uygulamayı insana bırakmıştır. Bundan
sonrasını da insanın aklına
bırakmıştır. Kuşkusuz bu da, geniş
alanı insana bahşetmiş olmasından
yararlanarak, dilediği şeyin bileşimini yada
analizini yapabilir. Kuşkusuz insan aklı
yanılabilir de doğruyu bulabilir de. Yolda
ayağı kayabildiği gibi dosdoğru da yürüyebilir.
Şayet müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderilmiş
olmasaydı, bunun, Allah'a karşı insanların
ileri sürebilecekleri bir mazeret olacağını
gerektiren ilahî adaletin karşısında duruyoruz.
Bir yaratıcıya, onun birliğine tedbir ve takdirine,
güç ve bilgisine şahitlik eden kanıtlarla dolu açık
evren kitabına ve gizli nefis kitabına, fıtrata
yaratıcısına kavuşma, onu bilme isteği ve
eğilimine, onunla evren ve nefislerde yer alan
yaratıcının varlığını gösteren
kanıtlar arasındaki uyuma, çekiciliğe de
denkliğe rağmen. Aynı zamanda insana
bahşedilen bu alan, kanıtlar bulup sonuçlar çıkaracak
şekilde yaratılmış olmasına rağmen,
yüce Allah, tüm bu güçlerin üzerine çullanıp iş görmez
hale getiren, bozan yada bastıran yada hükmüne yanılgı
ve çelişki bulaştıran zaaf ve etkenlerini
bildiğinden, kendisine görülen şeylerle
karşı bu mekanizmaya bütünüyle uyandırmak için
peygamber göndermediği sürece insanı evren,
fıtrat ve aklın
karmaşıklığından muaf
saymıştır. Amaç bu mekanizmanın
peygamberlikte somutlaşan hak terazisine
bağlanmasını sağlamaktadır kuşkusuz.
İlahî sistemi gözettiği sürece hükümleri doğru
olacaktır. İşte ancak o zaman insanı
kabullenmeye, uyup uygulamaya zorlar. Aksi takdirde
haklılığını yitirerek cezaya layık
olur.
Son derece zayıf ve eksik olduğunu bilmesine
rağmen, kendisine bu geniş alanı bırakmakla
ikramda bulunup, seçtiği insan denen bu yaratığa yönelik
yüce Allah'ın büyük gözetimi; lütfu, rahmeti ve iyiliği
karşısında buluyoruz kendimizi. Yüce Allah
yeryüzünün hilafetini insana vermiştir. Her ne kadar
Allah'ın geniş mülkünde bir zerre konumundaysa da
insana göre, son derece geniş bir alandır bu.
Allah'ın himayesine sığınıp bu büyük
mülkte kaybolmayacaktır.
Yüce Allah'ın insana yönelik himayesi; lütfu, rahmet ve
iyiliği, onu, bünyesine yerleştirdiği kılavuz
olan ancak, zamanla işlevsiz hale gelebilen,
fıtratı ve doğruyu bulması mümkün olduğu
gibi sapıtması da muhtemel olan akılla baş
başa bırakmayı dilememiştir. Aksine Rabbi ona,
ardarda peygamberler göndermiştir. Buna rağmen insan,
Rabbinden gelen mesajı yalanlıyor, kabul etmemekte
direniyor. Kaçıp uzaklaşıyor. Ancak yüce Allah,
kendisine mesajı tebliğ edecek peygamberler göndermedikçe,
hata ve günahlarından dolayı hesaba çekmiyor.
İyilik ve lütfunu kesmiyor. Peygamberlerin eliyle hidayet
bulmaktan yoksun bırakmıyor. Ardından tebliğe
muhatap olmadıkça, karşı çıkıp kafir
olmadıkça, o haliyle tevbe etmeden Allah'a dönmeden
ölmedikçe, dünya ve ahirette cezalandırmıyor.
İşin garip tarafı; bu insanın, bir ara
kalkıp Allah'a ihtiyaç duymadığını söylemesidir.
O'nun himayesine, lütfuna, rahmet ve iyiliğine muhtaç olmadığını
söylemesidir. Hem de yüce Allah'ın -ilahî sisteme dayanmadığı
sürece yeterli olmayacağını bildiği ve
peygamber gönderip açıklamadığı sürece
cezalandırmadığı akıl mekanizmasına
güvenerek. Bacaklarında biraz güç olduğunu sezen
çocuk canlanıyor gözümüzün önünde. Düşmemesi için
kendisine dayanak yaptığı ellerini yerden kesmeye
çabalıyor bu çocuk. Ancak örnekteki çocuk, daha doğru
ve fıtrata daha uygun hareket etmektedir. Çünkü çocuk, fıtratın
çağrısına uyarak, ellerden kurtulma çabasındadır.
Böylece, bünyesinde gizli enerji harekete geçecek, özünde
saklı kuvvet gelişme sağlayacaktır.
Alıştırma yapa yapa kaslar ve sinirler gelişip
güçlenecektir. Ancak günümüzde Allah'a dayanmak istemeyen ve
O'nun yol göstericiliğinden kaçan insana gelince, onun
bünyesinin, -içinde gizli tüm güçleriyle birlikte- Allah'ın
desteğine ve yol göstericiliğine ihtiyaç duymayacak
yeterlilikte olmadığını yüce Allah biliyor.
İnsanın sahip olduğu yetenekler olsa olsa
Allah'ın peygamberlerinin duyurduğu mesajla
olgunluğa erişebilir, düzelir ve istikamet bulabilir.
Yok eğer kendi başına davranıp, Allah'ın
yol göstericiliğini kabul etmezse sapıtır, derin
bir boşluk içine girer, bir bunalım hayatı
yaşar.
Şayet hile ve yanıltma değilse, hata ve
şaşkınlıktır şu iddia; "Büyük
akıllar, peygamberliğin amaçladığını,
peygamberlik olmadan gerçekleştirebilirler." Çünkü
akıl, peygamberlik sayesinde doğru bir bakış
metodu edinir. Bundan sonra uygulama alanında bir hata
yapacak olursa bu, uyarlanmış ancak; hava
şartlarından, birtakım etkenlerden ve bu etkenlerin
etkisinde kalan madeninin özelliğinden dolayı
yanılan bir saatin hatası gibidir.
Başıboşluğa ve tesadüflere bırakılmış
ayarsız bir saatin hatası gibi değil. İkisinin
arasındaki farksa çok büyüktür.
Peygamberliğin gerçekleştirdiği şeyin
-bizzat aklın yöntemine göre- başka bir şekilde
gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığının
ve insan aklının hiçbir zaman kendi kendine yeterli
olamayacağının kanıtı, insanlık
tarihi boyunca, az bulunur büyük bir aklın,
doğruluğu bulma bakımından peygamberliğe
bağlı sıradan bir aklın düzeyine çıkamamış
olmasıdır. Ne itikadî düşünce bakımından,
ne bireysel ahlâk açısından, ne hayat düzeni ne de bu
düzenin tek yasama merciine inanma bakımından...
Kuşkusuz Eflatun ve Aristo'nun akıllan büyük akıllardır.
Hatta, Aristo'nun aklının, insanlığın
tanıdığı en büyük akıl olduğunu söylüyorlar.
Tabii ki, peygamberlikten ve onun yol göstericiliğinden uzak
bir akıldır bu. Ancak biz Aristo'un, -kendi
nitelendirmesi ile- tanrısına ilişkin düşüncesine
baktığımızda, bu düşünce ile,
peygamberliğin yol göstericiliği doğrultusunda
doğru yolu bulmuş sıradan bir müslümanın
ilahına ilişkin düşüncesi arasında korkunç
uçurumlar görmekteyiz.
Eski Mısır'da Akhenaton, tevhid inancına
ulaşmıştı. Buna rağmen, Akhenaton'un
`tevhid' inancındaki -Bu konuda Hz. İbrahim ve Hz.
Yusuf'un getirdikleri tevhid inancının
kalıntılarından etkilenmediği ihtimalini
zayıf görsek bile- boşluk ve efsanelerden ötürü, sıradan
bir müslümanın ilahı inancı, birbirinden fersah
fersah uzaklaşmaktadır.
İslâm'ın bütünüyle egemen olduğu ilk dönemlerde,
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) eğitiminden
geçmiş ortalama insanlarda ahlâk bakımından nice
örnekler vardır ki, tarih boyunca semavi bir mesajın
eğitiminden geçmemiş ancak, örnek sayılan hiçbir
kişi bunların düzeyine yükselememiştir.
İslâm düzeninin ilke ve kanunlarında gördüğümüz
üstünlük ve görkemin yanında yer alan bu uyum ve dengeyi,
hiçbir yerde bulmamız mümkün değildir. İslâm'ın
meydana getirdiği bu toplumun, ne kendi döneminde ne
kendisinden önce, ne de sonra, hiçbir bölgede, dengelilik,
uyum, hayat kolaylığı ve zenginlik
bakımından tekrar meydana geldiğini görmek
mümkün değildir.
Kuşkusuz maddi uygarlık düzeyine göre hüküm
verilmez hiçbir zaman. Maddi uygarlık, kendisini meydana
getiren ileri bilimin yöntemlerinin gelişmesiyle
gelişme kaydeder. Ancak herhangi bir dönemin hayat
ölçüsü; tüm parçalarının, araç ve yöntemlerinin
arasındaki uyum ve dengedir. İnsana mutluluk ve
doygunluk kazandıran bu dengedir. Sayısız yönleriyle
insan enerjisini engellemeden, baskı altında tutmadan
hareket etmesini sağlayan bu uyumdur.
İnsanlığın eksiksiz İslâm'ı
yaşadığı dönemin dışında,
-peygamberlik kurumu olmaksızın- hiçbir dönemde böyle
bir şeye rastlanmamıştır. Kargaşa ve düzensizlik
de İslâm'ın gölgesinde sürmeyen ancak, hayatın sürekli
özelliğidir. Bazı yönlerden göz kamaştırsa
da, güçlü görünse de, durum böyledir. Kuşkusuz bir çok
yönden sürmüştür o, parlak görünmesine rağmen. Bir
çok yönünü zayıf bırakarak görünürde güçlenmiştir.
Böyle bir hayatta insanlığın payına
bunalım, şaşkınlık ve mutsuzluk düşecektir.
Gölgelerin akışına uyarak, kalpte derin ve güçlü
etkiler bırakan, şu ayetin yaydığı
ilhamlara ilişkin sözümüzü burada kesiyoruz.
"... Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderdik ki, bu peygamberlerden sonra insanların
Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri
kalmasın."
Bundan sonra Kur'an'ın akışıyla birlikte
yolumuza devam ediyoruz:
|
|
O |
|
O |
|