Bu hükümler İslâm sisteminin müslüman toplumu
fuhuştan ve sapık cinsel ilişkiden
arındırma konusuna ne kadar büyük bir önem verdiğini
açıkça kanıtlar. Bu yoğun ilgi, oldukça erken
bir tarihten itibaren kendini gösterir. İslâmiyet bu
alandaki duyarlılığını göstermek için
Medine'de devlet kuracağı, yüce Allah'ın
şeriatına dayalı bir otoriteye sahip
olacağı ve bu şeriatı yürürlüğe
koyacağı günü beklememiştir. Çünkü zina yasağı
her ikisi de Mekke döneminde inen "İsa" ve "Müminun"
surelerinin aşağıdaki ayetlerinde gündeme gelmiş
ve daha sonra aynı yasak "Mearic" suresinde tekrar
vurgulanmıştır:
"Sakın zinaya yaklaşmayınız. Çünkü
iğrenç bir suç ve son derece kötü bir yoldur. (İsra
suresi; 32)
"Müminler kesinlikle kurtuluşa ermişlerdir..
Onlar eşleri ve cariyeleri dışında kalan
herkese karşı mahrem yerlerini korurlar. Bu iki durumda
ayıplanmaları söz konusu değildir." (Müminun
suresi; 6)'
Fakat İslâm'ın Mekke'de devleti yoktu, yürütme
gücü yoktu. Bundan dolayı daha ilk günlerinde yasakladığı
bu suça herhangi bir ceza biçmemişti. Ama Medine'de
devletini kurup yürütme gücüne sahip olunca iş
değişti. Artık bu suça, bu suçùn toplumu
kirletmesine karşı vermiş olduğu mücadelede
sadece yasaklamaları ve direktifleri yeterli görmedi.
Sebebine gelince İslâm gerçekçi bir dindir. Sadece
yasaklamaların ve direktiflerin yeterli
olmayacağını da iyi bilir. Ayrıca dinin,
insanların pratik hayatlarının
dayandığı bir sistem, bir pratik düzen olduğu;
sadece vicdanlarda yaşayan gizli duygulardan ibaret,
otoritesiz, yasasız, yordamsız ve anayasasız bir
kurum olmadığı gerçeğinin de farkında ve
bilincindedir.
Mekke'de İslâm inancı bazı kalplere
yerleşir-yerleşmez hemen bu kalplere egemen olan
cahiliye kültürü ile mücadeleye girişerek onları
temizleyip arındırma faaliyetine koyuldu. Fakat
aynı İslâm Medine'de devletine kavuşarak
şeriata dayalı bir otoriteye sahip olunca, yüce Allah'ın
sistemini yeryüzünde belirli şekilde gerçekleştirme
fırsatını elde edince toplumu fuhuştan koruma
amacını gerçekleştirme hususunda -direktif ve öğüt
vermenin yanısıra- yürütme otoritesini, caydırma
ve cezalandırma biçiminde kullanmaya başladı.
Çünkü, az önce söylediğimiz gibi, İslâm sadece
vicdanlarda barındırılan saklı inançlardan
ibaret değildir, bu inanç sisteminin yanısıra
aynı zamanda inançlarını pratik hayatta yürürlüğe
koyan bir devlet otoritesidir. Başka bir deyimle O, tek ayak
üzerinde duran topal bir sistem değildir.
Aslında bazı zihinlerde kökleşen
saplantılı yanılgının tersine, yüce
Allah katından gelen bütün dinler böyledir. Sözünü ettiğimiz
saplantılı zihinlerin, bazı semavi dinlerin
şeriatsız, sosyal düzensiz ve otoritesiz olarak
geldikleri yolundaki iddiaları asılsızdır.
Asla böyle birşey yoktur. Din, hayat sistemidir, uygulamaya
dönük bir pratik düzendir. Dinde insanlar sadece yüce Allah'a
inanıp bağlanırlar, yönlendirici ilkelerini sırf
yüce Allah'tan alırlar. İnançla ilgili düşüncelerini
yüce Allah'tan aldıkları gibi gündelik hayatlarını
düzenleyen yasal hükümlerini de yine O'ndan alırlar. Bu
yasal ilkelere dayanan devlet otoritesi yürütme gücünü
kullanarak bu yasal hükümleri insanların hayatında yürürlüğe
koyar, bu hükümleri çiğneyenleri koğuşturarak
cezaya çarptırır, toplumu cahiliye kültürünün
pisliklerinden korur. Böylece insanların sırf yüce
Allah'a inanıp bağlanmalarını, yüce Allah'ın
dininin bütünüyle egemen olmasını sağlar. Yani
dinin egemen olduğu ortamda şu ya da bu görüntü altında
Allah'ın dışında başka ilahlar bulunmaz.
Bu sistemde insanlar için kanun koyan, insanlar için değer
yargıları ve kriterler üreten, hukuk sistemleri ve
kurumlar ortaya süren başka ilahlara yer yoktur. Bütün bu
fonksiyonları yerine getiren merci tek başına yüce
Allah'tır. Buna göre eğer herhangi bir kul bu alanlarda
herhangi bir yetkinin sahibi olduğunu iddia ederse
aslında insanların önünde ilahlık iddiasında
bulunmuş olur. Oysa yüce Allah'tan gelen hiçbir dinin
herhangi bir insanın ilah olmasına, bu yolda bir iddia
ile ortaya çıkmasına ve bu anlama gelecek bir
girişimde bulunmasına hoşgörü ile bakması
beklenemez. Bundan dolayı yüce Allah katından gelen hiçbir
dinin sırf vicdani inançlar getirmesi, pratik şeriattan
ve bu şeriatı yürürlüğe koyacak devlet
otoritesinden gönüllü olarak uzak kalmayı kabul etmesi söz
konusu değildir.
İşte İslâm bu ilke uyarınca Medine'de gerçek
varlığını ortaya koymaya koyuldu; yasama, yürütme,
kavuşturma ve cezalandırma yolu ile toplumu pisliklerden
arındırmaya girişti. Bu girişimini bu surenin
bazı seçilmiş ayetlerinde örneklerini gördüğümüz
hükümleri yolu ile pratiğe yansıttı. Gerçi bu
hükümlerin bir bölümü daha sonra değişikliğe
uğradı ve yüce Allah'ın iradesi uyarınca bu
değişiklikler süreklilik kazandı.
İslâm'ın, toplumu fuhuştan arındırmak
ve her yolu kullanarak ona karşı ısrarlı bir mücadele
yürütmek hususundaki elle tutulur gayreti süpriz olarak karşılanacak,
şaşılacak bir şey değildir. Çünkü
dünyanın her tarafını etkisi altına alan günümüz
cahiliye uygarlığında da açıkça gördüğümüz
gibi, her dönemdeki cahiliye uygarlıklarının en
başta gelen özelliği hiçbir ahlakî ve kanuni sınır
tanımayan bir cinsel anarşi, bir hayvanî başıboşluktur.
Cahiliye toplumları bu kural tanımaz, anarşik
cinsel ilişkileri "kişisel özgürlüğün"
vazgeçilmez göstergelerinden biri olarak kabul ederler ve bu sapık
ilişkilere karşı çıkanları hemen
onları önlemeye gayret edenleri bağnazlık ve dar
kafalılık damgası ile damgalarlar.
Cahiliye toplumlarının mensupları bütün
"insani" özgürlükleri konusunda hoşgörü
gösterirler, fakat bu "hayvani" özgürlükleri
konusunda hiçbir musamahaya, hiçbir uzlaşmaya
yanaşmazlar. Bütün insani özgürlüklerinden
vazgeçebilirler, onların tümünü gözden çıkarabilirler,
fakat bu hayvani özgürlüklerini düzene bağlamak,
iğrençliklerden arındırmak isteyenlere
karşı birer yırtıcı kaplan kesilirler.
Cahiliye toplumların bütün kurumlarını
elbirliği ile ahlaki engelleri yıkmaya
uğraşırlar, insan vicdanındaki fıtrî
kuralları yozlaştırmaya çalışırlar,
hayvanî ihtirasları şirin gösterme ve bu ihtiraslara
masum yaftalar yakıştırma
yarışındadırlar, değişik yollardan
cinsiyet içgüdüsünün ateşini patlatmaya ve bu içgüdüyü
kuralsız pratik boşalmaya itmeye
uğraşırlar, aile ve toplum denetimini
zayıflatmak için ellerinden ne gelirse yaparlar, çıplak
ihtiraslar karşısında tiksinti duyan
sağlıklı fıtrî duyguları her
fırsatta aşağılarlar, buna
karşılık bu iğrenç ihtirasları; içgüdüsel,
bedenî ve doyumsal çıplaklığı yüceltme, alkışlama
konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazlar.
Bütün bunlar İslâm'ın gerek insanların
duygularını ve gerekse toplumları pençesinden
kurtarmak üzere geldiği gerici cahiliye zihniyetinin
başta gelen karakteristik özellikleridir. Bunlar tıpatıp
her cahiliye uygarlığının, her cahiliye
toplumunun ortak özellikleridir Arap cahiliye toplumunda yetişen
ünlü İmrulkays'ın şiirlerini inceleyenler bu
şiirlerin benzerlerini eski Yunan'ın ve eski
Roma'nın cahiliye şiirlerinde de bulabilirler. Bunun
yanısıra bu cahiliye şiirlerinin içerdiği
motiflerin benzerlerini çağdaş Arap cahiliye edebiyat
sanatında, aynı zamanda bütün çağdaş
cahiliye sanat ve edebiyatlarında da görebilirsiniz. Tıpkı
bunun gibi eski ve yeni bütün cahiliye toplumlarındaki
gelenekleri, kadının muptezelleşmesini, şehvet
çılgınlığını ve
başıboş kadın-erkek
karmalığını gözden geçirirseniz, bu
toplumlar arasında şaşırtıcı bir
benzerlik, sıkı bir ilişki olduğunu, bütün
bu hayasızlıkların ortak bir zihniyetten
kaynaklandığını ve birbirlerine yakın
sloganlar kullandıklarını görürsünüz.
Oysa bu tür bir hayvani başıboşluk tarihin her
döneminde egemenliği altına aldığı
uygarlığı ve milleti yıkıma sürüklemiştir.
Eski Yunan uygarlığının, eski Roma
uygarlığının ve eski İran-Fars
uygarlığının başına gelen
akıbet budur. Günümüzün Avrupa ve Amerika uygarlığı
da böyle bir çöküşün eşiğindedir. Bu
uygarlıklar endüstri ve teknoloji alanlarındaki bütün
baş döndürücü gelişmişliklerine rağmen
hızlı bir gerileme yolundadırlar. Bu durum o
toplumların aklı başında insanlarını
paniğe kaptırmıştır. Fakat kendi sözlerinden
de açıkça anlaşılacağı gibi, bu
kimselerde bu yıkıma sürükleyici akıntının
önünde duracak güç yoktur.
Bu hayvanî başıboşluğun evrensel
akıbeti bu olduğu halde her dönemin ve her yörenin
cahiliye tutkunları bu uçuruma doğru doludizgin
koşarlar. Kimi zaman bütün "insanî"
özgürlüklerini kaybetmeye göz yumdukları halde bu
"hayvani" özgürlüklerinin yolu üzerinde herhangi bir
engelin dikilmesini kesinlikle kabul etmezler. Başka bir
deyimle köleler misali kula kul olmaya razıdırlar, tek
bu "hayvanî" başıboşluk hakkı
ellerinden alınmasın!
Aslında bu başıboşluk bir
bağımsızlık, bir özgürlük de değildir.
Tersine o bir hayvansal içgüdü bağımlılığı,
bir hayvanlık alemine geri dönüş
akımıdır. Hatta böyleleri hayvanlardan bile daha aşağı
düzeydedirler. Sebebine gelince, hayvan bu konuda kendi fıtratının
kanunlarına iradesiz biçimde bağlıdır. Bu
kanunlar cinsel ilişkiyi yılın belirli mevsimleri
ile sınırlamışlardır ve hayvan bu
mevsimsel sınırlamaları aşmamaktadır!
Yine bu kanunlar hayvanlar arası cinsel ilişkiyi döllenme
ve üreme fonksiyonuna bağlamıştır. Buna
bağlı olarak ne dişi hayvan üreme sezonu dışında
erkeğinin cinsel ilişki amaçlarına
yatkınlık göstermekte ve ne de erkek hayvan böyle bir
arzu göstermeyen dişisinin üzerine çullanmaya kalkışmaktadır.
Oysa yüce Allah insanı aklı ile baş başa
bırakmış ve aklını da inancının
denetimine bağlamıştır. insan inancın
denetiminden sıyrıldıkça aklı baskılar
karşısında zayıf kalır ve iç yapısında
başıboş kalan güdülerini dizginleyemez duruma düşer.
Bundan dolayı içgüdüleri dizgine vuracak bir inanç olmadıkça,
bunun yanısıra kaynağını bu inanca
dayandırarak denetim dışına çıkan
azgınları koğuşturup cezalandıracak, böylece
insan denen varlığı hayvanlık çukurundan çıkararak
"insanlık" düzeyine yükseltecek bir otorite, bir
devlet gücü bulunmadıkça bu içgüdü selini kontrol altına
almak ve toplumu bu pisliğin mikroplarından
arındırmak imkansızdır.
İnsanlar, günümüzün cahiliye uygarlığında,
inançsız yaşadıkları gibi inanca dayalı
bir otoriteden, bir yürütme gücünden de mahrum yaşıyorlar.
Bu yüzden cahiliye toplumlarının aklı
başında insanları feryad ediyor, fakat hiç
kimseden feryatlarına olumlu cevap alamıyorlar. Çünkü
hiç kimse arkasında yürütücü güç bulunmayan, suçları
koğuşturup cezalandırmaya gücü yetmeyen havada
uçup giden sözlerden ibaret bir çağrıya kulak asmaz.
Öte yandan kilise ve din adamları da çığlık
koparıyorlar, fakat hiç kimse bu çığlıklara
aldırış etmiyor. Çünkü hiç kimse arkasında
koruyucu gücü bulunmayan, direktiflerini ve hükümlerini
yürürlüğe koyamayan erime ve silinme yolunda olan bir inanç
sisteminin sesine kulak vermez. Bütün bunların sonucu
olarak insanlık uçuruma doğru doludizgin
koşmaktadır. Bu bilinçsiz koşu sırasında
hem yüce Allah'ın hayvana verdiği fıtri
dizgininden ve hem de insan için ortaya koyduğu inanç ve
şeriat freninden yoksundur.
Bu uygarlığın yıkılması,
çökmesi kesin bir akıbettir. Çünkü insanlığın
bütün geçmiş tecrübelerinin ortak mesajı budur. Gerçi
gerek uygarlığın kendisi gerekse
dayandığı temeller dıştan bakanlara
sağlam görünüyor. Ama, hiç kuşkusuz, bir
uygarlığın en önemli temel dayanağı
"insan"dır. İnsan yıkıma
uğrayınca uygarlık sırf fabrikaların ya
da bu fabrikalarda üretilen sanayi ürünlerinin üzerinde
duramaz.
Bu derin gerçeği kavradığımız
takdirde İslâm'ın ne yüce bir din olduğunu,
insanı mahvolmaktan koruyup köklü insancıl temellere
dayalı bir insanî hayat düzeni gerçekleştirmek
amacı ile fuhuşa ağır cezalar öngörürken ne
kadar haklı olduğunu da anlarız. Bu arada
fuhşu yücelten, şirin gösteren, hayvani içgüdülerin
bağlarını çözerek bu içgüdüleri ortalığa
salan, sonra da bu içgüdüsel başıboşluğa
kimi zaman "sanat" kimi zaman "özgürlük" ve
kimi zaman da "ilericilik" gibi parlak yaftalar yakıştıran
ve böylece insani hayatın temellerini dinamitleyen sosyal
kurumların aslında ne büyük bir cinayet işlediklerini
de fark etmiş oluruz. Oysa insanı mahveden,
yıkıma uğratan her girişime, her eyleme
hakettiği adı koymak, yani bu girişimlerin ve bu
eylemlerin birer suç, birer cinayet olduklarını
belirlemek gerekir. Sonra da hem nasihatle ve hem de ceza ile bu
suçlara karşı koymak gerekir. İşte İslâm'ın
yaptığı da budur. Bunu böyle yapan, tutarlı
ve eksiksiz bir bütün oluşturan sistemi ile sadece İslâm'dır.