138- Münafıklara acı bir azabın kendilerini
beklediğini müjdele. "
139- Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost
ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi
arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah'ındır.
140- Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar
edildiğini ya da alaya alındığını
işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri
sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de
onlar gibi olacağınız! bildirdi. Hiç kuşkusuz
Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya
getirecektir.
141- Onların Gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer
Allah size zafer nasip ederse, "Biz sizinle beraber
değil miydik?derler. Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa,
(bu kez de onlara) "Sizin tarafınızı
tutmadık mı, müminlere karşı size destek
vermedik mi?" derler. Allah kıyamet günü arınızdaki
hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler
karşısında üstün gelme fırsatı vermez.
142- Münafıklar, Allah'ı aldatmaya yeltenirler, ama
asıl Allah onları aldatır. Namaz kılarken
isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları
insanlara gösteriş yapmaktır, Allah'ın
adını pek az anarlar.
143- İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve
ne de o tarafa yar olurlar. Allah'ın
şaşırttığı kimseye sen çıkış
yolu bulamazsın.
Saldırı "korkut" kelimesinin yerine "müjdele"
kelimesini kullanmak ve münafıkları bekleyen
acıklı azabı "müjde" şeklinde ifade
etmek suretiyle, açıkça alay ederek başlıyor.
Sonra da bu acıklı azabın nedenini açıklıyor.
Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeleri, Allah
katındaki kötü zanları, şeref ve gücün kaynağına
ilişkin hatalı düşüncelerinin buna neden olduğu
belirtiliyor.
"Münafıklara acı bir azabın kendilerini
beklediğini müjdele."
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost
ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi
arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah'ındır."
Burada söz konusu edilen kafirler, tercilı edilen görüşe
göre yahudilerdir. Münafıklar onlara
sığınırlardı. Onların yanında
gizlice buluşurlardı. Birlikte müslüman kitlenin
aleyhinde çeşitli komplolar hazırlarlardı.
Yüce Allah kınayıcı bir üslupla soruyor:
İman ettiklerini iddia etmelerine rağmen niçin
kafirleri dost ediniyorlar? Kendilerini niye böyle bir duruma
sokuyorlar? Niçin böyle bir konumda bulunmayı tercih
ediyorlar`? Yoksa kafirlerin yanında şeref ve güç mü
arıyorlar?
Fakat yüce Allah tüm şerefi tekeline
almıştır. Onu dost edinen, katından isteyen ve
himayesine sığınandan başkası elde edemez
bu şerefi.
Böylece bu ilk vurguyla münafıkların tabiatı
ve başta gelen sıfatları ortaya çıkmış
oluyor: Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek...
Aynı zamanda gücün hakikatına ilişkin hatalı
düşüncelerini ve münafıkların şeref ve güç
beklentisi içinde bulundukları kafirlerin şeref ve güçten
yoksun oldukları gerçeği de aydınlığa
kavuşmuş oluyor. Bu arada, şerefin yalnızca yüce
Allah'ın icadında olduğu ve sadece O'ndan
isteneceği yoksa hiç kimsede ne şeref ne de güç
bulunmayacağı gerçeği de yerleştirilmektedir.
Dikkat edin, insan ruhunun katında şeref bulduğu
tek dayanak budur. Buna dayandığı sürece herkese
üstünlük sağlayacaktır. Dikkat edin, insan ruhunu yücelten,
onu özgür kılan tek kulluk şekli budur. Bir olan
Allah'a kulluk... Şayet kişi bu kullukla tatmin olmazsa
bitmez tükenmez değerlerin, çeşitli
şahısların yığınlarca geleneğin
ve sonsuz korkuların kulu olacaktır. Herkese, her
şeye ve her değere kulluk yapmaktan kimse koruyamaz onu
artık.
Ya bütünüyle üstünlük, şeref ve özgürlük olan
yüce Allah'a kulluk... Ya da tamamıyle alçaklık ve
mahkumiyet olan Allah'ın kullarına kulluk.. Dileyen
dilediğini seçsin.
İman ettiği halde, Allah'tan başkasından
şeref beklentisi içinde olması düşünülemez
müminin. Allah'a inandığı halde Allah'ın düşmanlarından
şeref, yardım ve güç isteyemez. Yeryüzünde Allah'ın
en büyük düşmanlarından yardım istedikleri halde,
müslümanlık iddiasında bulunan ve müslüman ismini
alanlar bu Kur'an'ı anlamaya ne kadar muhtaçtırlar!
Şayet henüz müslüman olmayı istiyorlarsa.. Yoksa yüce
Allah'ın alemlere ihtiyacı yoktur.
Küfür üzere ölmüş soy-sopla iftihar duymak, onlarla müslüman
nesil arasında soy birliği ve yakınlık
olduğuna değer vermek, kafirlerin yanında
şeref aramaktır; müminleri bırakıp
onları dost edinmektir. Nitekim bazı insanlar Firavunlar,
Asurlular, Babilliler ve cahiliye Araplarıyla iftihar
duyuyorlar, cahili bir tavırla onlardan onurlanıp büyükleniyorlar.
İmam Ahmed rivayet ediyor: Bize Hüseyin b. Muhammed, bize
Ebu Bekir b. Abbas, Hamid el-Kindi'den, O da Ubade b. Nesi'den, O
da Ebu Reyhane'den, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
şöyle buyurduğunu anlattı: "Kim şeref ve
iftihar duyarak kendini kafir olan dokuz göbek atasına
dayandırırsa, o da cehennemde onların onuncusudur."
Bu da gösteriyor ki, İslâm'da, etrafında
birleşilecek bağ, inanç bağıdır.
İslâm'da millet, tarihin başlangıcından beri
yeryüzünün her tarafında ve her nesilden müminlerden oluşmaktadır.
Eskiden başlayarak nesillerin birleşmesinden, ya da yeryüzünün
herhangi bir bölgesinde, herhangi bir nesilde bir araya
gelmesinden oluşmamaktadır millet.
Münafıklığın birinci derecesi; bir müminin,
Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini, alaya
alındığını işittiği halde bir
mecliste oturması, bunlar karşısında
susması ve umursamamasıdır. Buna hoşgörü
diyorlar, ya da ileri görüşlülük diyorlar.
İnsanın göğsünün ve ufkunun genişliğine
yoruyorlar. Kişinin fikir özgürlüğüne saygılı
oluşu kabul ediyorlar.
İliklerine kadar işlemiş iç bozgundur bu. Bir
kere o, daha baştan kendisine güvenini yitirmiştir.
Zayıflık ve korkaklıkla adlandırılmaktan
çekinmektedir.
Kuşkusuz hamiyet (taraf tutmak) Allah içindir. Onun dini
ve ayetleri uğrunadır. İşte imanın
belirtisi budur. Bu duygu zayıfladı mı, bundan
sonra tüm setler yıkılır, her engel ortadan
kalkar. Zayıf kırıntılar ufak bir dalgaya
kapılıp giderler.
Hamiyet (taraf tutmak) duygusu, öncelikle bilerek bastırılır,
gittikçe söner, etkisi azalır, en sonunda da ölür.
Kim bir toplantıda diniyle alay edildiğini duyarsa,
ya dinini savunmalı ya , da toplantıyı ve orada
bulunanları terk etmelidir. Görmezlikten gelmek ve susmak
ise, ruhî bozgunun ilk aşamasıdır. Böyle birisi
iman ve küfür arasındaki nifak köprüsüne adımını
atmış demektir. Medine'de bazı müslümanlar,
toplum içinde etkin kimi münafıkların
toplantılarına katılıyorlardı. Bunun da
üzerlerinde etkisi büyüktü. Ancak Kur'an'ın eğitim
metodu, bu işin gerçeğine dikkat çekiyordu. Böyle
toplantılara katılmanın, orada olup bitenlere
karşı susmanın iç bozgunun ilk aşaması
olduğu gerçeğine parmak basıyordu. Onların
bundan sakınmalarını istiyordu. Ancak o zamanki
koşullar, onların toplantılara bütünüyle katılmamayı
emretmeye müsait değildi. Bu yüzden, Allah'ın
ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya
alındığını duyduklarında, bu
toplantıları terk etmeleri emredilmişti öncelikle.
Aksi bir davranışın münafıklık
olacağı bildirilmişti. Münafıkların ve
kafirlerin sonu ise, son derece korkunç bir sonuçtur.
"Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar
edildiğini ya da alaya alındığını
işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri
sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de
onlar gibi olacağınızı bildirdi. Hiç kuşkusuz
.Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya
getirecektir."
Ayet-i kerimede, kitapta daha önce indirilmiş diye
işaret edilen, Mekke'de indirilmiş En'am suresindeki
şu ayet-i kerimedir: "Ayetlerimizi dillerine
dolayanları gördüğünde başka bir konuya dalana
kadar onlardan yüz çevir." (En'am Suresi, 68)
İşte mümini iliklerine kadar titreten tehdit!
"...
Siz de onlar gibi
olursunuz."
Ardından hiçbir tereddüte yer bırakmayan uyarı
da şudur:
"Hiç kuşkusuz Allah, münafıklar ile kafirleri
cehennemde bir araya getirecektir."
Ancak yasaklamayı, Allah'ın ayetlerinin inkar
edildiği, alaya alındığı
toplantılarla sınırlı tutup, müslümanlarla
bu münafıkların arasındaki her türlü ilişkilerini
kapsayacak şekilde geniş tutmamak -daha önce değindiğimiz
gibi müslüman kitlenin o gün için aşmak zorunda
olduğu aşamanın özelliğini göstermektedir.
Daha sonraki nesillerin de başka ortamlarda, böyle bir aşamadan
geçmeleri her zaman mümkündür. Aynı şekilde ilahî
hayat sisteminin özelliğini; işleri yavaş
yavaş ele alışını, realite dünyasındaki
pratik izlerini, duygu ve koşulları gözetişini, bu
arada realiteyi değiştirmek için sürekli ve kalıcı
adımlar atmayı da ihmal etmeyişini göstermektedir.
Sonra ayetlerin akışı münafıkların
özelliklerini açıklamaya başlıyor.
Ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı bir
tablolarını çiziyor. Müslümanları başka bir
yüz, kafirleri başka bir yüzle karşılıyorlar.
Değneği ortasından tutuyorlar. Yılan gibi, sürüngen
gibi davranıyorlar:
"Onların gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer
Allah size zafer nasip ederse, `''Biz sizinle beraber
değilmiydik?", derler. Ama eğer kafirler
üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), "Sizin
tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı
size destek vermedik mi?" derler. Allah kıyamet günü,
aranızdaki hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah
kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı
vermez."
Bu son derece antipatik bir tablodur. Önce münafıkların
gizliden müslümanların aleyhinde kötülükler tasarladıklarını
ve başlarına belalar açmaya çalıştıklarını
göstermektedir. Buna rağmen onlar, şayet Allah müslümanlara
zafer ve nimet nasip ederse onlara sevgi gösterisinde
bulunuyorlar ve o zaman şöyle diyorlar:
"Biz sizinle beraber değil miydik?"
Bazan çıkıp safları yardımsız
bırakıyorlarsa, birtakım
karışıklıklar çıkarıyorlarsa bile,
savaş alanına beraberce çıkmış
olmalarını kastediyorlar. Ya da kalplerinin onlarla
birlikte olduğunu söylemeye çalışıyorlar.
Arkadan yardımcı olduklarını, kendilerini
koruduklarını kastediyorlar.
"Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa (bu kez
onlara), "Sizin tarafınızı tutmadık
mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?"
derler."
Kendilerine sığındıklarını,
yardımcı olduklarını, geriden destek
olduklarını, müminleri yardımsız
bırakıp safları
karıştırdıklarını kastediyorlar.
İşte böyle, bukalemun gibi, yılan gibi renkten
renge giriyorlar. İçlerinde zehir, dillerindeyse yağ.
Ancak onlar buna rağmen oldukça zayıftırlar. Bu
aşağılık, bu iğrenç görünümleri,
mümin gönüllerin iğrenmesine neden oluyor. Kuşkusuz
bu da ilahi sistemin mümin gönüllere özgü kazandırdığı
bir özelliktir.
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) münafıklar
konusunda Rabbinin direktifiyle başvurduğu taktik; görmezlikten
gelerek yüz çevirerek, müminleri sakındırarak, onlara
karşı uyanık olmalarını sağlayarak
bu aşağılık kampı etkisiz hale
getirmekti. Bununla beraber burada, onları, yüce Allah'ın
ahiretteki hükmüne havale etmektedir. Böylece üzerlerindeki
perde kalkıp, müslümanlara kurdukları tuzakların
cezasını çekeceklerdir.
"Allah kıyamet günü aranızdaki hükmünü
verecektir."
O zaman hile yapmanın, gizli buluşmaların,
komplolar kurmanın imkanı yoktur. Göğüslerde
gizli duyguları saklamak, mümkün değildir.
Müminler, artık Allah'ın kesin vaadi ile mutmain
oluyorlar. Gizlice kurulan hile ve tuzakların, kafirlerle
sergilenen bu dayanışmanın, kuvvet dengesini
bozmayacağına inanıyorlar. Allah, müminlere karşı,
kafirlere zafer ve üstünlük imkanı
tanımayacaktır:
"Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında
üstün gelme fırsatı vermez."
Bu ayetin tefsirine ilişkin bir rivayete göre, söz
konusu olan kıyamet günüdür bu ayette. O zaman yüce
Allah, müminlerle münafıklar hakkında hükmünü
verecek ve kafirlere, müminler karşısında bir
üstünlük vermeyecektir.
Bir diğer rivayette ise; söz konusu olanın dünyadaki
durum olduğu anlatılmaktadır. Buna göre kimi zaman
çarpışmalarda yenilmiş olsalar da müminler
üzerinde kafirlerin, sürekli bir egemenlik kurmalarına
fırsat vermeyecektir.
Ayetin hem dünyadaki hem de ahiretteki duruma göre genelleştirmesi
daha doğrudur. Çünkü herhangi bir sınırlandırma
yoktur ayette.
Ancak ahiretteki durum, açıklama ve vurguyu
gerektirmeyecek kadar kesindir. Dünyadaki duruma gelince; kimi
zaman baş gösteren olaylar bunun tersini gösteriyor. Fakat
bunlar aldatıcı görünümlerdir, .iyice araştırıp
incelemek gerekir bunları.
Allah'ın verdiği söz kesindir. Onun hükmü
geneldir. Buna göre; ne zaman iman gerçeği mümin
gönüllerde iyice yer etmişse ve bu iman hayatlarında
bir sistem ve bir sosyal düzen olarak somutlaşmışsa,
her türlü düşünce ve davranıştan Allah için
tamamen soyutlanmışlarsa ve büyük, küçük, ibadeti
tamamen Allah'a özgü kılmışlarsa; o zaman yüce
Allah, müminlere karşı kafirlere bir fırsat
vermeyecektir.
Bu, İslâm tarihinin, aksine gerçekleşmiş en
ufak bir olayı bile kaydetmediği bir gerçektir.
Ben, şüpheye yer bulunmayan Allah'ın vaadine güvenerek
şunu kesinlikle söyleyebilirim: Müminler hiçbir zaman
yenilgi yüzü görmeyeceklerdir. Düşünce ya da davranış
alanında inançlarında bir gedik söz konusu olmadığı
sürece, tarihlerinde de böyle bir yenilgiye rastlanmamıştır.
Her türlü eklemeden ve şaibeden uzak yalnızca Allah
yolunda, sadece bu sancak altında cihad etmek amacıyla
hazırlık yapmak ve güç bulundurmak imanın
gereğidir. Bundan sonra, açılan bu gedik oranınca,
geçici bir yenilgi almalarına rağmen zafer tekrar müminlerin
olacaktır; şayet henüz varlıklarını sürdürüyorlarsa.
"Uhut"da örneğin, gedik, Resulullah'a (salât
ve selâm üzerine olsun) itaat etmeyi bırakıp, ganimet
arzusuna kapılmak noktasında açılmıştı.
"Huneyn"de ise, sayı çokluğuyla övünmek,
gurura kapılıp asıl dayanağı unutmak
şeklinde açılmışdı gedik. Şayet
tarihleri boyunca, müslümanların aleyhinde meydana gelen
her olayı inceleyecek olursak, buna benzer birşey görmemiz
her zaman mümkündür. İster olayı bilelim ister
bilmeyelim durum değişmeyecektir. Allah'ın vaadi
ise, her zaman doğrudur.
Evet, imtihan için bazı sıkıntılar
çekilir. Ancak bunun da bir hikmeti vardır. O da iman gerçeğinin
ve pratik gerçeklerinin iyice oturmasıdır.
"Uhut" savaşında olduğu gibi. Nitekim yüce
Allah müslümanlara anlatmıştı bunu. Ne zaman bu
gerçek imtihanlar sonucu olgunlaşıp başarıya
ulaşmışsa, zafer gelmiş ve Allah'ın vaadi
kesinlikle gerçekleşmiştir.
Bununla beraber ben yenilgiden, herhangi bir çarpışmanın
sonunda elde edilen bozgundan daha kapsamlı bir anlam
kastediyorum. Kasteddiğim, ruhsal bozgundur, azmin
kırılmasıdır. Çünkü ruhlarda bir gevşekliğe,
bir bezginliğe ve ümitsizliğe neden
olmadığı sürece savaş alanında
alınan yenilgi, bozgun sayılmaz. Bir coşku
uyandığında, bir kıvılcım
tutuştuğunda, hatalar fark edildiğinde,
inancın, savaşın ve uygulanacak yöntemin mahiyeti
açıklığa kavuşunca.. Kuşkusuz bu, kesin
bir zaferin kesin başlangıcıdır. Yol uzun sürse
de.
Aynı şekilde Kur'an ayeti, "... Allah
kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı
vermeyecektir." derken, mümin ruhun muzaffer olduğuna
ve iman düşüncesinin üstünlüğüne dikkat
çekmektedir. Ayrıca müslüman kitleyi, iman gerçeğini,
kalplerinde düşünce ve bilinç, hayatlarında da
realite ve uygulama olarak tamamlamaya çağırmaktadır.
Yoksa, sırf isimlerine güvenmemelerini bildirmektedir.
Çünkü zafer, isimle değil, onun ötesindeki gerçekle elde
edilir.
Bizimle zafer arasında, her zaman ve her yerde iman gerçeğini
olgunlaştırmak ve bu gerçeğin gereklerini
hayatımızda ve realitemizde uygulamaktan başka bir
şey olmamıştır. Hazırlık yapmak, güç
bulundurmak imanın gereklerindendir. Aynı şekilde düşmanlara
dayanmamak, Allah'tan başkasından şeref beklememek
de iman gerçeğinin gereklerindendir.
Yüce Allah'ın bu kesin vaadi, evrendeki iman ve küfür
gerçeğine tamamen uygun düşmektedir.
Kuşkusuz iman, zayıflaması, yok olması söz
konusu olmayan en büyük güce bağlanmaktadır. Küfür
ise, bu güçten kopmak ondan ayrılmaktır. Bu nedenle
sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok
olmaya mahkum bir gücün tüm evrendeki güçlerin kaynağına
bağlı bir güce galip gelmesi mümkün değildir.
Bununla beraber, imanın gerçeği ile görüntüsünü
birbirinden ayırd etmemiz gerekir. Kuşkusuz iman gerçeği,
evrensel yasaların değişmezliği gibi
değişmez ve gerçek bir güçtür. Hem kişi hem de
kişiden kaynaklanan fiil ve davranışlar üzerinde
etkilidir. Bu, kopuk, kesik ve sınırlı küfür
gerçeğiyle karşılaşınca, onu bertaraf
etmeyi garantileyen, büyük ve heybetli bir gerçektir. Ancak
iman, bir görüntüye dönüşünce, küfür gerçeği
ona üstünlük sağlar. Çünkü o esnada kendi tabiatına
uygun ve imkanları dahilinde hareket eden küfür gerçeğidir.
Kuşkusuz herhangi bir şeyin gerçeği, herhangi bir
şeyin görüntüsünden her zaman güçlüdür. Bu
"gerçek" küfür, "görüntü"de iman olsa
yine durum değişmeyecektir.
Batılı bertaraf etmek için savaşmanın
kuralı hakkı oluşturmaktır. Ne zaman ki, hak,
tüm gerçeği ve tüm gücüyle varolmuş o zaman hak ile
batıl arasındaki savaşın gidişi
belirlenmiş demektir. Bu batıl, aldatıcı ve
kabarık bir görünüme sahip olabilir.
Aksine biz hakkı, batılın üzerine atarız
da onu darmadağın eder. Bir de bakarsınız
batıl yok oluvermiş. (En'am Suresi, 18)
"...
Allah kafirlere; müminler
karşısında üstün gelme fırsatı
vermez."
Müminleri güvene sevk eden, yanlarında şeref
buluruz düşüncesiyle kafirleri dost edinen münafıkları
yapayalnız, ümitsiz bırakan bu kesin vaadden sonra, sûrenin
akışı münafıkların
aşağılayıcı bir portrelerini daha
çizerek devam ediyor. Bunun yanında durumlarının
ne kadar iğrenç olduğu ve yüce Allah'ın onlara yönelik
tehdidi de ifade edilmektedir:
"Münafıklar Allah'ı aldatmaya yelteniyorlar,
ama asıl Allah onları aldatır. Namaz kılarken
isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları
insanlara gösteriş yapmaktır. Allah'ın
adını pek az anarlar."
"İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne
de o tarafa yar olurlar. Allah'ın
şaşırttığı kimseye sen çıkış
yolu bulamazsın."
Bu da ilahî hayat sisteminin mümin gönülleri okşayıcı
bir diğer atağıdır. Çünkü bu gönüllerin
Allah'ı aldatmaya kalkışan bir toplumdan nefret
etmesi kaçınılmazdır. Sonra bu gönüller, gizli,
kapalı her şeyi bilen yüce Allah'ın
aldatamayacağını çok iyi bilirler. Allah'ı
aldatmaya kalkışan birinin kötülük, bilgisizlik ve
büyük bir gaflet içinde olmasının zorunlu
olduğunu çok iyi kavrarlar. Bu yüzden Allah'ı
aldatmaya yeltenen bu adamlardan nefret ederler. onları hor görürler,
küçümserler.
Bu ataktan sonra, onların yüce Allah'ı aldatmaya
kalkıştıkları anlatılmaktadır. Oysa
"Asıl
Allah onları aldatır." Yani
onlara süre tanır, sapıklıklarıyla baş
başa bırakır. Kendilerine gelmelerini
sağlayacak bir musibetle onları uyarmaz. Gözlerini
açacak bir felaketle onları uyandırmaz. Uçurumdan aşağı
düşene kadar kendi hallerinde bırakır.
İşte yüce Allah'ın onları aldatması
budur. Çoğu zaman felakettir ve sıkıntılar yüce
Allah'tan birer rahmettir; kulların başına gelince
çabucak hatadan dönmelerini sağlayan veya daha önce
bilmediklerini öğreten... Aynı şekilde sapık
günahkarların sağlıklı bir şekilde
bolluk içinde hayat sürdürmeleri, yüce Allah'ın onlara süre
tanıması anlamındadır çoğu zaman.
Çünkü onlar, günah ve sapıklıkta öyle bir noktaya
gelmişler ki, bir musibet, bir uyarı
almaksızın en kötü sonuca ulaşıncaya kadar
öylece bırakılmayı hakketmişlerdir.
Ardından ayetlerin akışı, mümin
gönüllerde, nefret ve horlamadan başka hiçbir etki bırakmayan
ayıplayıcı ve aşağılık bir
portrelerini çizmektedir.
"Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde
ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş
yapmaktır. Allah'ın adını pek az
anarlar."
Onlar Allah ile buluşmanın onun huzurunda
durmanın, ona bağlanmanın, ondan yardım
istemenin arzu ve hararetiyle namaza durmuyorlar. İnsanlara gösteriş
yapmak için namaz kılıyorlar. Bu yüzden, ağır
bir işi yapan ya da sıkıntılı bir
işe koşturulan biri gibi ciddiyetsiz ve isteksiz ayakta
dikilirler. Aynı şekilde Allah'ı da pek az anarlar.
Onlar bir şey yaparken Allah'a yönelmezler, amaçları
insanlara gösteriş yapmaktır.
Bu, hiç kuşkusuz müminin zihninde nefret uyandıran
bir tablodur. Gönüllerinde küçümseme ve tiksinti duygularını
harekete geçirir. Bu bilincin bir gereği olarak, münafıklara
mesafeli davranmalıdırlar. Kişisel ve çıkara
dayalı ilişkilere önem vermemelidirler. Müminlerle
münafıkların ilişkilerini kesmede, hikmetli
eğitim metodunun bir aşamasıdır bu.
Ayetin akışı, ayıplayıcı ve
nefret uyandırıcı tabloyu çizmeye devam ediyor:
"İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne
de o tarafa yar olurlar. Allah'ın
şaşırttığı kimseye sen yol
bulamazsın."
Yalpalayıp duran, kararsız, sallantılı,
istikrarsız ve dayanaksız bir konum. İki saftan
birine; mümin ya da kafir saffa yar olmama... Böyle bir konum
mümin gönüllerde, aynı şekilde küçümseme ve
tiksintiden başka bir etki bırakmaz. Aynı zamanda münafıkların
kişilik bakımından da zayıf
olduklarını göstermektedir. Bu tarafta ya da o tarafta,
kesin bir konum edinememelerine neden olan, bu kişilik
zayıflığıdır. Gerek bu tarafta gerek o
tarafta yer alıp, açıkça bir görüş, bir inanç
ya da konum belirlemelerine engel teşkil etmektedir bu
zayıflık.
Bu aşağılayıcı portrelerin ve bu
kararsız konumların ardından, yüce Allah'ın
azabını hakketmelerine, hidayete ermeleri için yardım
edilmeye layık olmadıklarına, bu yüzden kimsenin
onları doğru yola iletemeyeceğini ve esasında
doğru bir yolda bulunmalarının mümkün olmayacağına
ilişkin bir ifade yer almaktadır:
"Allah'ın şaşırttığı
kimseye sen çıkış yolu bulamazsın."
Buraya kadar ayetlerin akışı, münafıklardan
tiksinmeleri, onları küçümsemeleri ve onları
kişilik bakımından oldukça zayıf görmeleri
konusunda mümin gönüllerde, büyük bir etki bırakmaktadır.
Şimdi de münafıkların yoluna uymamaları
konusunda uyarmak için, hitap müminlere yönelmektedir.
Münafıkların yolu ise -daha önce söylendiği
gibi- müminleri bırakıp kafirleri dost edinmektir.
Ayet-i kerime, onları Allah'ın yakalayıp intikam
almasından sakındırıyor. Bu arada ahirette münafıkların
varacağı yer de tasvir etmektedir. Bu, dehşet
verici, korkunç bir yerdir. Küçültücü olduğu kadar
aşağılık bir yerdir de.