O |
|
O |
|
135- Ey -müminler, kendinizin, ana-babanızın ve
akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete
sıkı sıkıya bağlı kalınız
ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik
ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah
kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin
arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer
kaypaklık eder, ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız,
kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.
Bu iman edenlere yönelik yeni sıfatlarıyla
yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz bu,
onların eşsiz sıfatıdır. Bu sıfatla
değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla
yeniden ve değişik bir şekilde doğdular.
Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri yeni baştan
doğdu. Onlarla birlikte, bağlandıkları yepyeni
bir görev, yüklendikleri ulu bir emanet de doğdu.
İnsanlığı yönetme ve insanlar arasında
adaletle hükmetme emaneti. Bunun için, bu sıfatla
yapılan çağrının bambaşka bir
değeri ve özel bir anlamı vardır. "Ey
müminler..." Bu sıfatla vasıflanmaları
nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmişler, bu büyük
emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp
eğitilmelerinin nedeni de bu sıfatla
vasıflanmalarıdır kuşkusuz.
Zor ve ağır sorumluluklar yüklemeden önce, hikmetli
ilahî eğitim metodunun başvurduğu
okşayıcı yöntemlerden birisidir bu:
"... Kendi nizin,
ana-babanızın ve akrabalarınızın
aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya
bağlı kalınız ve Allah için şahitlik
ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler
ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten
daha yakındır."
Bu, "adaleti yerine getirme emaneti"dir. Her türlü
durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma
emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü
engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil
olmayı garantileyen, müslüman-müslüman olmayan her hak
sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda
-yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında
müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun,
herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin,
fakir aynıdır.
"... Adalete sıkı
sıkıya bağlı kalınız ve Allah için
şahitlik ediniz."
Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla
birlikte hareket ederek. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik
edilen biri için değil. Bir kişinin, toplumun ya da
milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren
herhangi bir unsuru saran koşullara göre hareket etmeksizin,
yalnızca Allah için ve onunla birlikte hareket ederek
şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve
değerlerden soyutlanarak.
"... Kendinizin,
ana-babanızın ve akrabalarınızın
aleyhinde bile olsa.."
Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına
karşı harekete geçir meye, önce kendi
şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara
karşı durmasını sağlamaya çabalamaktadır.
Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden,
akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır.
Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla
kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik
olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi
anlayamaz.
Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu
deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması
zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır.
İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması
şarttır.
Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına
karşı çıkmaya yöneltmektedir. Lehinde ya da
aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun
aleyhinde doğru şahitlik yapmaktan kaçınabilir,
zayıflığına yardım olsun diye
şahitliği lehinde yapabilir. Yahut kişinin fakir
oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri
üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde
şahitlik edilmesine neden olabilir. Lehinde ya da aleyhinde
şahitlik edilenin zengin biri olması durumunda,
toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da
zenginliği ve şımarıklığı
kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine
şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî
duygular ve toplumsal zorunluluklardır. Pratik hayatta
insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman
bunların etkileri son derece ağır olur.
İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı
harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve
akraba sevgisine karşı da harekete geçirmektedir.
"Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler
ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten
daha yakındır."
Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba
olduğunu hep tekrarlıyoruz. İşte İslâm,
mümin nefisleri -realite dünyasında- pratik deneyimlerin
tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir
zirveye yöneltirken, insanlık aleminde gerçek bir mucize
meydana getiriyordu. Bu mucize ancak, ulu ve sağlam ilahi
hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir.
"o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız."
Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi
de. Bencillik nefsin bir arzusudur. Aile ve akraba sevgisi
arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire
acımak bir arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin
arzusudur. Ona zarar vermek de şahitlik ve hüküm konusunda
aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını
tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde
-şahitlik ve hüküm noktasında- din düşmanı
da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir
arzusudur. Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf
sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce
Allah'ın müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak
haktan ve doğruluktan sapmaktan yasakladığı
şeylerdir.
Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda
uyulması gereken prensipten yüz çevirmek hususunda bir
tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır.
"... Eğer kaypaklık
eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız,
kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
Bir mümine, yüce Allah'ın yaptıklarından
haberdar olduğunun hatırlatılması, bunun
arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için
yeterlidir. Kuşkusuz bu Kur'an ile, müminlere hitab eden
yüce Allah'tı.
Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve
ekinlerden elde ettikleri ürünleri ölçüp yarısını,
hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine
osun)'a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde,
yahudiler, kendilerine yumuşak davranması için rüşvet
teklif ettiler. Bunun üzerine; "Allah'a andolsun ki ben
yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi
tarafından size gönderilmişim. Sizden ise vallahi de
sayınızca maymun ve domuzdan daha çok nefret ederim.
Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin
sizin hakkınızda adaletten sapmama neden olamaz"
dedi. Onlar da "göklerle yer bu sayede ayaktadır"
dediler.
Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine
kurulu Hz. Peygamberin okulunda, eğitim görmüştü. O
da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş
başarıya ulaşmıştı. Kendisinden
başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde
gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin
gölgesinden başka hiçbir yerde gerçekleşmesi mümkün
olmayan adaleti gerçekleştirmiştir.
Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar
birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve kanun
kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve
kuruluşlarıyla dolup taştı. Düzenlemeye ilişkin
uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete
ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun
uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu taştı.
Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve
kuruluşlar vücuda getirildi. Ancak, adaletin gerçek tadına
varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında bu
anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu
erişilmez zirveye ulaşmış olağanüstü
dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Bir de, tarih boyunca İslâm'ın egemen olduğu
topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde
ve bu essiz ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve
toplumlarda gerçekleşmiştir
Yeni yargı kurumlarını, çağdaş
yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice
kurumlaşan yargısal düzenleme ve sistemleri almak
isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri gerekir. Bu
adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi
için daha pratik olduklarını ve eski çağların
olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan daha garantili
olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki
sade şeklinden çok daha sağlam ve kalıcı
olduklarını sanıyorlar.
Bu, işlerin formalite ve
kabarıklığının, eşya ve
olayların hakikatını kavrayamayanların düşüncelerinde
meydana getirdiği, bir vehimdir. Şekil ve
durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye
ulaştıran sadece bu ilahî hayat sistemidir. Şekil
ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen
insanları tekrar bu düzeye ulaştıracak da yine bu
ilahî hayat sistemidir.
Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz
kılmak değildir. Sadece kurumların hiçbir değerinin
olmadığını, önemli olanın bunun
ötesindeki ruh olduğunu bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra
şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve mekanda söz
konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün
olanın üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı
değildir kuşkusuz.
|
|
O |
|
O |
|