Kur'an-ı Kerim'de hükümler, emir ve nehiyler
bildirilirken, ardından "göklerde ve yerde bulunanların
Allah'a ait" olduğu yada "göklerin ve yerin
mülkiyetinin Allah'ın" olduğu gerçeğinin
bildirildiği çokça görülmektedir. Gerçekte her ikisi de
diğerini zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir
şeye sahip olan mülkünde otorite sahibidir de. Bu mülkün
kapsamındakiler için kanunlar koyan otorite sahibi de sadece
O'dur. Bunlar da birbirlerini zorunlu kılan iki gerçektir.
Ayrıca burada, yüce Allah'ın, kendilerine kitap
indirilen herkese yönelik tavsiyesinin takva olduğu da
ortaya çıkmaktadır. Bu da, göklerin ve yerin
mülkünün kime ait olduğu ve mülkünde tavsiye etme
yetkisinin kimde olduğu belirlendikten sonra yer
almaktadır.
"Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi
Allah'a aittir. Size ve sizden önceki kendilerine kitap verilmişlere
Allah'tan korkmayı emrettik."
Kendisinden sakınılan, azabından korkulan gerçek
otorite sahibi olan merciidir. Allah korkusu, kalplerin
ıslahı ve bütün yönleriyle O'nun hayat sistemini
uygulamaya özen göstermenin güvencesidir.
Bu arada Allah'ın mülkünde, önemsenmeyecek bir grubu
oluşturan kafirlere, yüce Allah'ın onları ortadan
kaldırıp yerlerine başkalarını
getirmesinin son derece kolay olduğu bildirilmektedir.
"Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve
yeryüzünde bulunan her şey Allah'ındır.
Onun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır."
İnsanın, dünya ve ahireti birlikte düşünebildiği,
dünya ve ahiret sevabının beraberce elde
edebildiği ve bunu İslâm'ın eksiksiz, realist ve
idealist hayat sistemi garantilediği halde, dünya mükafatıyla
yetinmesi, ilgisini dünyayla sınırlı tutması
ve insan gibi yaşaması; ayakları yerde, ruhu da gökte
uçuşan şu yeryüzüne egemen yasalara uygun hareket
edebilen, aynı zamanda yüceler alemindekilerle birlikte yaşayabilen
bir varlık olması mümkünken, hayvanlar, sürüngenler
ve böcekler gibi yaşaması ahmaklıktır,
basitliktir.
Son olarak bu çeşitli değerlendirmeler İslâm
şeriatında yer alan ayrıntılı hükümlerle
evrensel hayat sistemi arasındaki sağlam bağa
işaret ettiği gibi, İslâm'ın aile konusunda gösterdiği
titizliğe de işaret etmektedir. Öyle ki bu sorunu,
şu büyük sorunlara bağlayacak kadar önemsemiştir.
Ardından da bütün dinlerde yer alan takva tavsiyesinin yer
alması da bu yüzdendir. Yoksa yüce Allah, insanları
ortadan kaldırıp yerine tavsiyesine uyan ve
şeriatını uygulayan başkalarını
getirebilir. Bu, son derece önemli bir değerlendirmedir ve
aile sorununun yüce Allah'ın katında ve onun hayat
sisteminde de önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Gelecek ders, hakkında yüce Allah'ın "Siz
insanlar için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran. 110)
buyurduğu bir ümmet ortaya çıkarmak için ilahî
gözetimin altındaki metodla, eğitim zincirinin bir
halkasını oluşturmaktadır. Bu halka;
değişmez olduğu kadar, adımları sürekli
olan, insan ruhunu yüce yaratıcısının
verdiği ilaçla tedavi etmek için hedefleri belirlenmiş
olan ilahî sistemin bir halkasıdır. Kuşkusuz yüce
Allah, insan ruhunun girintilerinden ve çıkıntılarından
haberdardır. Onun özelliklerini ve hakikatlerini görür.
Zorunluluk ve isteklerini güç ve kuvvetini bilir.
Bu halka, her nesilden tüm insanları -konumlarına göre-
cahiliye bataklığından çıkarmak, en üst
zirveye çıkma çabalarında daha yukarıya yükseltmek
için konulmuş ilahî sistemin kurallarını ve
değişmez prensiplerini belirlediği gibi, bu
Kur'an'la muhatap olmuş ilk müslüman kitlenin durumunu da
gözler önüne getirmektedir. Bu kitlenin tablosunu oluşturan
çizgilerden -olduğu gibi onların insan
oluşları, insanlıklarında mevcut güç ve zaaf
noktaları, cahiliye kalıntıları ve fıtrî
belirtileri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu
sistemin, müslüman kitleyi tedavi etme, güçlendirme ve temsil
ettiği hak üzere sağlamlaştırma yöntemi ile
hak uğruna sarf ettikleri çaba ve fedakarlıklar da
belirlenmektedir.
Ders, insanlar arasında o olağanüstü şekilde
adaleti ayakta tutmaları hususundaki görevlerinin
yükümlülüklerini yerine getirmeleri için müslüman kitleye
yönelik bir çağrıyla başlamaktadır.
Kuşkusuz bu adaleti ancak bu kitle ayakta tutabilir. Kitle,
bu işlevini yerine getirirken doğrudan, yüce Allah'la
ilişki içindedir. Bunun dışında her türlü
yakınlık duygusu, arzu ve çıkardan uzaktır.
Toplum, millet yada devlet çıkarı dedikleri şey de
bunun içindedir kuşkusuz. Kitle bu adaleti gerçekleştirirken
Allah korkusu ve hoşnutluğu dışındaki tüm
değer yargılarından soyutlanmıştır.
Bu adaletin bir örneğini, daha önce sözünü ettiğimiz
yahudi olayında yüce Allah'ın pratik olarak
Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman
kitleye öğrettiğini görmüştük.
Bu adaleti, bu şekilde gerçekleştirmeleri için iman
edenlere yönelik bir çağrıyla başlıyor ders.
Bu Kur'an'ı indiren merci, kuşkusuz adaleti bu
şekilde gerçekleştirmek için zorunlu kıldığı
zorlu mücadelenin içyüzünü de, bilir. İnsan ruhunun,
birtakım bilinen zaafları olduğunu, kendi
şahsına, akrabalarına, mahkemeleşen
taraflardan zayıf veya güçlü olanlara, anne-babaya ve yakınlara,
zengin ve fakire, sevgi ve kızgınlığa
karşı duygularının gerçek mahiyetini bilir.
Bütün bunlardan soyutlanmanın zorlu bir cihadı
gerektirdiğini bilir. Bu aşağılık
bataklıktan kurtulup bu zirveye ulaşmak için cihadın
gerekliliğini bilir. Artık o zirvede Allah'ın
ipinden başka hiçbir şeye bağlanmaz insan.
Ardından, kapsamlı imanın unsurlarına,
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret
gününe inanmaları için ikinci bir çağrı
yapılmaktadır. Bu unsurlardan her birinin imanî
akidenin ve islâmî düşüncenin oluşumunda büyük değeri
vardır. Şüphesiz İslâm düşüncesi, insanlığın
-İslâm'dan önce ve sonra- tanıdığı tüm
diğer düşüncelerden üstündür. İlk müslüman
kitlenin hayatında görülen ahlâksal, toplumsal ve sosyal
düzen noktasındaki diğer üstünlükler, bu
üstünlükten kaynaklanmıştır. Bu üstünlük,
kendisine gerçek anlamda inanan ve içindekilerle birlikte
yeryüzüne Allah adına egemen olana kadar gereklerini
eksiksiz yerine getiren toplumlara takva duygusunu
bahşetmiştir. Öyle ki, yüce Allah'ın bizzat bu
derste müminlere verdiği söz gerçekleşmiştir:
"Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında
üstün gelme fırsatı vermez."
Bu iki çağrının ardından ayetlerin
akışı, çeşitli yöntemlere başvurarak münafıklara,
-onlardan münafıklık durumunu sürdürenlere ve
müslüman olduğunu açıkladıktan sonra tekrar
kafir olanlara- saldırıya geçiyor. Bu saldırıda,
münafıkların tabiatları tasvir edilmekte, müslüman
safta meydana getirdikleri olaylardan ve şartlara göre değişen
konumlarından hareketle aşağılayıcı
tabloları sergilenmektedir. Müslümanlar zafer elde
ettiklerinde onlara yaltaklanıp,
yanaşıyorlardı. Kafirler galip geldiğinde,
galibiyete kendilerinin neden olduğunu ileri sürüyorlardı.
İki taraf arasında bocalayıp duruyorlardı, ne
bunlardan ne de onlardan oluyorlardı.
Bu saldırı esnasında müminlere yönelik bazı
direktif ve sakındırmalar da söz konusu edilmektedir.
Bunlar -o zaman için- münafıkların müslüman saftaki
marifetlerini gösterdiği gibi, münafıklar cephesinin
ne denli güçlü olduğunu ve müslüman toplumun hayatında
ne denli yer ettiklerini de göstermektedir. Öyle ki onların
durumları, böyle bir saldığı gerekli
kılmıştır. Çünkü ortam gözetilerek
müslümanlar adım adım münafıklardan
uzaklaştırılmış, onlardan
sakınmaları emredilmiştir. Bunlar arasında,
Allah'ın ayetlerini inkar ettikleri ve alaya
aldıkları toplantılarına katılmama emri
de yer almaktadır. Ancak o gün için bütünüyle münafıklarla
ilişkilerin kesilmesi emredilmemişti. Bu da gösteriyor
ki, münafıklık cephesi son derece güçlü idi ve
müslümanların içinde yer etmişti. Bu yüzden
tümüyle ilişkileri koparmak müslümanlara zor gelmişti.
Bu arada, münafıklığın içine düşmemeleri
için, münafıklığın özellik ve
belirtilerinden uzak durmaları konusunda müslümanlara
yönelik sakındırmalar da yer almaktadır. Bu
özelliklerin en belirginleri; kafirleri dost edinmek, onların
katında şeref ve güç aramaktır. Ancak yüce
Allah, bütünüyle şerefin kendisine ait olduğunu
belirtiyor ve müminler karşısında kafirlere
fırsat vermeyeceğini garantiliyor. Bunun yanında münafıkların
dünya ve ahiretteki durumlarını tasvir eden çirkin bir
tablo da gözler önüne serilmektedir. Ahirette cehennemin en aşağı
tabakasında yer alacakları bildirilmektedir.
Böyle bir üslupla yöneltilen direktif ve sakındırmalar,
ilahî hayat sisteminin, ruhları ve hayat
tarzlarını tedavi etme yöntemini göstermektedir. Aynı
şekilde, güçleri ve koşulları çerçevesinde yaşanan
olguyu değiştirip son şeklini verene kadar, yeni
bir olguyu yerleştirme yöntemini de göstermektedir. O
zamanki müslüman kitlenin durumunu ve bu kitlenin, yeni din ve
müslüman topluma karşı savaşta
yardımlaşan küfür ve münafıklık cepheleri
karşısındaki konumuna da işaret etmektedir.
Bu arada bu direktif ve sakındırmalardan,
Kur'an'ın müslüman toplum ile birlikte giriştiği
çarpışmanın, savaşa ve ruhlara öncülük
ederken baş vurduğu sistematik yöntemlerin
mahiyetlerini de belirtmektedir.
Kuşkusuz bu, her zaman ve mekanda İslâm ile cahiliye
arasında kesintisiz süren bir çarpışmadır.
Bu çarpışma, müslüman toplum ile, şahıslar
ve yöntemleri değişen ancak özellikleri ve ilkeleri değişmeyen
düşmanları arasında her zaman varolmuştur.
Bütün bunlardan da şu kitabın, Kur'an-ı
Kerim'in hakikatı ve müslüman toplumu yönlendirmede
üstlendiği rolün mahiyeti belirginleşmektedir. Sadece
dün için geçerli değildi bu. Kur'an yalnızca bir
nesle öncülük etmek için gelmemiştir. Bu