Yüce Allah'ın bilgisi ve hikmeti uyarınca ortaya
koyduğu gerek ailenin iç ilişkilerini ve gerekse
toplumun ekonomik ve sosyal ilişkilerini düzenlemek için
önerdiği bu yasalar, bu hükümler "Allah'ın
sınırları"dırlar. Bu ilişkilerde son
çözüm yolu olsunlar, miras bölüşümünün bağlayıcı
kararlarını oluştursunlar diye yüce Allah tarafından
belirlenmiş sınırlardır.
Bu konuda yüce Allah'a ve Peygamberimize uymanın zorunlu
sonucu "İçinde sürekli kalınacak olan Cennet"
ile "Büyük kurtuluş, büyük başarı"dır.
Buna karşılık bu sınırları çiğneyerek
yüce Allah'a karşı gelmenin zorunlu sonucu da "İçinde
sürekli kalınacak Cehennem" ile "Onur
kırıcı, utandırıcı
azap"tır.
Niçin? Evet, niçin miras hukuku gibi alanı
sınırlı bir yasal düzenlemede, hatta bu hukukun
ayrıntılı bir hükmünde, ayetin deyimi ile "Allah'ın
sınırlarının" belirli bir çizgisindeki
itaatin ya da karşı gelmenin zorunlu sonuçları bu
kadar ağır, bu kadar dramatik oluyor?
Meselenin içyüzünü, derine inen kökünü bilmeyenlere bu
zorunlu sonuçlar, karşılıkları olan
eylemlerden ve davranışlardan daha ağır
gelebilir.
Bu meseleyi bu surenin ileride okuyacağımız birçok
ayeti açıklıyor. Surenin ana hatlarını
tanıtan giriş bölümünde bu ayetlere değinmiştik.
Bu ayetler dinin anlamını, imanın
şartını ve İslâm'ın
tanımını açıklayan ayetlerdir. Fakat miras
ayetlerinin arkasından gelen, uyarı amaçlı bu iki
önemli ayetten söz etmişken bu meseleye şimdiden
kısaca değinebiliriz. Şöyle ki:
Gerek bu dinin -yani İslâm dininin- ve gerekse tarihin
şafağından itibaren insanlığa gelmeye
başlayan bütün peygamberlerin getirdikleri ilahi dinlerin
açısından temel şudur: İlahlık yetkisi
kimindir? Şu insanların Rabbi olma yetkisi kime aittir?
Bu sorunun iki zıt, iki alternatif cevabı vardır.
Bu dinle ilgili herşey, tüm insanlar ile ilgili herşey
bu iki cevaba dayanır, bu iki cevabın
bağlayıcı sonucu olarak ortaya çıkar.
Evet, ilahlık yetkisi kimindir, Rabb olma yetkisi kime
aittir?
Cevaplardan birincisine göre bu yetki sırf yüce Allah'a
aittir, yaratıklardan hiçbirinin bu yetkide zerre kadar payı
yoktur. İşte bu İslâm'dır, işte bu
imandır, işte bu dindir.
İkinci cevaba göre bu yetki yüce Allah ile bazı
yaratıkları arasında ortaktır, ya da bütünüyle
bazı yaratıkların tekelindedir. Bu ise ya
şirktir, Allah'a ortak koşmaktır, ya da açık
küfürdür.
Ya ilahlığın ve Rabblığın
sırf yüce Allah'ın tekelinde olduğuna
inanılır. Bu inanç kulların sırf Allah'a
bağlanmaları, tek olarak Allah'a kul olmaları, tek
Allah'a itaat etmeleri, ortağı olmayan tek Allah'ın
hayat sistemine uymaları anlamına gelir. Bu durumda
İnsanların hayat sistemini tek başına yüce
Allah belirleyecek, insanların uygulayacakları temel
yasaları tek başına yüce Allah koyacak;
insanların değer
yargılarını, hayat pratiklerini ve sosyal
kurumlarını yine tek başına yüce Allah dikta
edecektir. Yüce Allah'ın dışında hiçbir kişinin
ya da hiçbir grubun bu yetkide payı yoktur.
İnsanların bu alanda getirecekleri yasal düzenlemeler,
mutlaka yüce Allah'ın temel yasalarına dayalı
olmak zorundadır. Çünkü bu yetki ilahlığın,
Rabblığın gereğidir; onun kendine has
niteliklerinin bariz ve dolaysız göstergesidir.
Ya da bu yetki yüce Allah'ın yarattıklarından
birine yakıştırılacak, söz konusu yetkinin bu
yaratık tarafından ya yüce Allah ile ortak biçimde ya
da tek başına kullanıldığına
inanılacaktır. Bu ise insanların yüce Allah'tan başkasına
bağlanmaları, yüce Allah'tan başkasına kul
olmaları ve yüce Allah'tan başkasına itaat
etmeleri demektir. Bu da yüce Allah'ın kitabına, yüce
Allah'ın otoritesine dayanmayan, başka ilham
kaynaklarına dayanan ve yetkilerini bu "başka"
ilham kaynaklarından alan birtakım insanlar
tarafından ortaya konmuş sistemlere, düzenlere, hukuki
düzenlemelere ve değer yargılarına uyma biçiminde
ortaya çıkar. Bundan dolayı bu durumda ortada ne din,
ne iman ve ne de İslâm vardır. Ortada olan şey kâfirliktir,
fasıklıktır, müşrikliktir, yüce Allah'a baş
kaldırmadır.
İşte "mesele" bütün gerçekliği ve
yalınlığı ile budur. Bundan dolayı yüce
Allah'ın sınırlarını birtek meselede çiğnemek
ile O'nun şeriatına karşı baş
kaldırmak arasında fark gözetilmemektedir. Çünkü bu
açıdan bakınca o bir tek mesele de dindir,
şeriatın tümü de dindir. Önemli olan insanların
yaşama tarzları konusunda hangi ilkeye
dayandıklarıdır. Acaba bu temel ilke ilahlık
ve Rabblık yetkisine -bütün karakteristik nitelikleri ile-
sırf yüce Allah'ın tekeline mi
dayandırmaktadır. Yoksa ya bu yetki yüce Allah ile bazı
kulları arasında bölüştürülmekte ya da sırf
o kullara tanınarak kulun kula kulluğuna mı
inanılmaktadır. Önemli olan bu ilkelerden hangisinin
benimsendiğidir. Yoksa insanların bu dinden
olduklarını iddia etmeleri, hayatlarının
pratik uygulamaları ile değil de sırf dilleri ile müslüman
olduklarını ileri sürmeleri değildir!
Miras paylarının yasal mirasçılara bölüştürülmesi
konusunda bir yandan Allah'a ve Peygamberimize itaat etmekle
altlarından ırmaklar akan ve içlerinde sürekli kalınacak
Cennetler arasında ve bir yandan da Allah'a ve Peygamberimize
karşı gelmekle süresiz ve onur kırıcı
Cehennem azabı arasında ilişki kuran yukardaki iki
uyarı amaçlı ayet, işte bu büyük gerçeğe
işaret ediyor.
Yine bu büyük gerçek bu suredeki diğer birçok ayetin
ana fikrini oluşturmakta, bu ayetlerde tartışmaya,
zorlamalı yorumlara açık kapı bırakmadan, açık
ve kesin bir ifade ile dile getirilmektedir.
Ayrıca bu gerçeği yeryüzünde kendini müslüman
sayan herkesin son derece belirgin bir şekilde kavraması
gerekir. Böylece herkes müslümanlık nerede kendisi nerede;
bu din nerede, yaşama tarzı nerededir bunu açıkca
görmelidir.
Şimdi burada İslâm'ın mïras sistemi konusunda
birkaç kısa söz söylememiz gerekir. Bu söyleyeceklerimizi
"Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi
kadınlar da kazançlarından pay alırlar"
ilkesi ile "Allah size erkeklere,
kadınlarınkinin iki katı kadar pay vermenizi
emreder" ilkesini ortaya koyarken söylediklerïmize
eklemek gerekir.
Bu miras sistemi hem insan fıtratının ve hem de
bütün yönleri ile aile düzeninin ve insanlık
hayatının gerçekleri ile uyumlu bir sistemdir. Eğer
biz bu sistemi, gerek eski ve gerekse modern cahiliye dönemlerinde
ve dünyanın herhangi bir yerinde uygulanan miras sistemi ile
karşılaştırırsak bu gerçeği açıkça
görürüz.
Bu sistem aile-içi sosyal dayanışmayı
tam anlamı ile göz önüne alır. Bunun sonucu olarak
miras paylarını, ailedeki herkesin bu sosyal
dayanışmadaki sorumluluk payına göre dağıtır.
Meselâ ölenin ana-babası gibi miras payları belli
yakınlardan sonra yakın akrabalara (asabe) öncelik tanınıyor.
Çünkü bu yakın akrabalar, adamın geçim yükünü
üstlenme konusunda da öncelikle sorumlu oldukları gibi
eğer bir adam öldürme olayı meydana gelirse onun
adına Diyeti ve diğer para cezalarını
ödeyecek olanlar da onlardır. Demek oluyor ki, bu sistem
kendi içinde bütünlük yansıtan, uyumlu bir sistemdir
Bu sistem insanlık ailesinin bir tek kişiden türeyip
oluştuğu ilkesini de göz önünde tutar. Bunun sonucu
olarak kadını ve çocuğu, sırf kadın ve
çocuk oldukları için mirastan mahrum etmez. Çünkü bu
sistem -biraz önce değindiğimiz gibi- pratik
yararları göz önünde tuttuğu gibi
insanlığın bir kişide birleştiği
ilkesini de göz önünde bulundurur. Bu ilkeye bağlı
olarak insanlar arasında cinsiyet farkı gözetmez, yalnız
aile-içi ve sosyal dayanışmadaki yükümlülük paylarının
gerektirdiği farklılıkları hesaba katar.
Bu sistem genel anlamda hayat olgusunun karakterini ve özel
anlamda insan fıtratının yapısını göz
önüne alarak miras bölüşümünde genç kuşağa
öncelik tanır, onu yaşlı kuşağın ve
diğer akrabaların önüne çıkarır. Çünkü
genç kuşak, devamlılığın ve türü
korumanın canlı aracıdır. Bundan dolayı
canlılık ve hayat olgusunun bakış açısı
ile önem önceliği hakkına sahiptir. Bununla birlikte
bu sistem, ne yaşlı kuşağı ve ne de
diğer yakın akrabaları mirastan mahrum tutmuş
değildir. Tersine fıtratın köklü mantığı
uyarınca bunların her birine pay
ayırmıştır.
Genel olarak bütün canlılar, özellikle insanlar soyları
ile ilişkilerinin kopmamasını, yeni
kuşakların varlığında,
devamlılık kazanmayı arzu ederler. Bu sistem, bu içgüdünün
istekleri ile atbaşı yürür. Bir ömür boyu elemeğinden
arttırabildiklerini biriktiren insanoğlunu, soyunun bir
birikimden yoksun kalmayacağı, öldüğünde bu mal
birikiminin ailesine miras olarak kalacağı güvencesi
ile tatmin eder. Bu güvence insanoğlunu daha çok çalışmaya
sevk eder. Bu şevkle birkaç katına çıkabilecek
olan alın teri ürünlerinden aslında bütün toplum
yararlanmış olur. Üstelik bu sistemin önerdiği
yaygın, sağlıklı ve somut sosyal
dayanışma ilkesi zedelenmez.
Son olarak bu miras sistemi servetin her genç kuşakla
yeniden bölüşülmesini, kuşaktan kuşağa
dağıtıma uğramasını sağlar. Böylece
servetlerin sürekli çoğalarak belirli ellerin tekeline
girmesi önlenmiş olur. Oysa mirasın sadece erkek çocuğa
ya da çok sınırlı aile fertlerine geçmesini
öngören sistemler, sözünü ettiğimiz servet
tekelciliğini hızlandırmış olurlar. Bu açıdan
bakınca İslâm'ın miras sistemi, ekonomik düzenin
yeniden yapılanmasında, zorlamacı devlet müdahalesine
gerek kalmadan bu düzenin dengeye kavuşturulması
hususunda etkin ve sürekli bir araç rolü oynar. Oysa özü bakımından
cimri ve mal tutkunu olan insan tabiatı, sözünü ettiğimiz
zorlamacı devlet müdahalesinden hoşlanmaz. Oysa bu sürekli
servet bölüşümü, sık sık yenilenen bu mal
dağılımı insan nefsini rahatsız etmeden,
onun direnci ile karşılaşmadan gerçekleşir.
Çünkü bu operasyon onun fıtratı ile, onun
cimriliği ile, onun mal tutkunluğu ile uyumlu bir
nitelik taşır. İşte insan nefsine ilişkin
yüce Allah'ın şeriatı ile insan yapısı
yasal düzenlemeler arasındaki temel fark budur!
Surenin birinci bölümünün eksenini şu konular
oluşturuyordu: Yetimlerin mallarını ve
kişiliklerini, gerek aile içinde ve gerekse toplum
düzeyinde güçlü güvencelere bağlayarak müslüman
toplumun hayatını düzenlemek, bu toplumu cahiliye
döneminin tortularından arındırmak; aile
çerçevesinde miras sistemini belirlemek; gerek yetimler ile
ilgili güvenceleri ve gerekse miras sistemini temel kaynağı
olan yüce Allah'ın ilahlığı, O'nun tüm
insanların Rabbi olduğu ve tüm insanları birtek
kişiden türetmiş olmasında somutlaşan iradesi
ilkesine dayandırmak; tüm insan toplumunu aile birimine
oturtmak ve sosyal dayanışma ilkesine bağlamak;
insanları hayatlarının bütün gelişmelerinde
yüce Allah'ın sınırlarına bilgisine ve
hikmetine havale etmek; insanların bütün davranışlarına,
itaat ya da baş kaldırma anlamına gelen
niteliklerine göre karşılık biçmek.
Surenin ikinci bölümünde de ağırlıklı
olarak yine müslüman toplumun hayatını düzenleme, bu
toplumu cahiliye dönemi tortularından arındırma
çabası sürdürülüyor. Bu amacı gerçekleştirmek
üzere şu konuların işlendiğini görüyoruz:
Toplumu fuhuştan arındırmak, içine sızan
kirli unsurları, yani vücudlarına fuhuş mikrobu
bulaşmış erkek ve kadınları
ayıklamak; bu arada bu mikroplu unsurlar içinde tevbe edip
uslanarak temiz ve namuslu insanlar sıfatı ile topluma dönmek
isteyenlere tevbe kapısını açık tutmak;
cahiliye döneminde pençesi altında
kıvrandığı aşağılamadan,
horlanmışlıktan, baskıdan ve zulümden
kurtararak aileyi sağlıklı ve sarsılmaz bir
temele oturtmak, böylece aile esasına dayanan topluma
sağlam, temiz ve iffetli bir altyapı sağlamak; son
olarak da şeriat açısında yasak olan evlilikleri
belirleyerek ve bu sınırlı yasaklar
dışında kalan evliliklerin serbest olduğunu
ilan ederek aile hayatının son derece önemli bir
yönünü düzene bağlamak.
Bu açıklama ile hem surenin bu ikinci bölümü, hem de
bu cüz sona eriyor.
Şimdi bu bölümün ilk iki ayetini okuyalım: