104- O düşmanlarınızın peşini
bırakmayınız, onları ısrarla kovalamaktan
geri durmayınız. Çünkü eğer siz acı
çekiyorsanız bilin ki, onlar da sizin gibi acı
çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan onların beklemediğini
bekliyorsunuz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve
hikmet sahibidir.
Bu bir kaç kelime, kesin çizgiler belirliyor. Çarpışan
iki cephe arasındaki büyük mesafeyi ve farkı ortaya
koyuyor.
Kuşkusuz müminler, savaşta birtakım acılar
ve yaralara katlanırlar. Fakat bunca
sıkıntıyı sadece kendileri çekmiyor. Aynı
şekilde düşmanları da acı çekiyorlar. Birtakım
yaralar ve ızdıraplara düçar oluyorlar. Fakat
şunlarla onlar bir mi? Müminler cihad etmekle Allah'a
yönelirler, mükafatlarını da O'nun katından
beklerler. Kâfirlere gelince, onlar hepten kaybetmişler,
Allah'a yönelmedikleri gibi, hayatta ve hayat sonrasında
O'nun katından bir beklentileri de yoktur.
Şayet kafirler savaşta diretiyorlarsa müminlerin
daha çok diretmesi gerekir. Kafirler savaşın
getirdiği acılara katlanıyorlarsa müminlerin başlarına
gelen acılara daha çok sabretmeleri lazım. Düşmanlarının
gücünü yok edinceye, fitne ortadan kalkıp din tamamen
Allah için oluncaya kadar, düşmanları kovalamaktan,
savaşmak için peşlerinden gitmekten ve izlerini takip
etmekten geri kalmamaları gerekir.
Bu da, her savaşta Allah'a iman etmenin
sağladığı bir üstünlüktür kuşkusuz.
Kimi anlarda zorluklar dayanma gücünü aşar. Acılar
dayanılmaz olur. İnsan kalbi üstün bir yardıma ve
bir azığa ihtiyaç duyar. İşte burada yüce
Allah'ın yardımı gelir. Beklenen azık O Rahîm
olan koruyucudan gelir.
Kuşkusuz bu prensip, denk ve açık güçlerin çarpıştığı
durumlarda geçerlidir. Savaşta, bu savaşan her iki grup
da birtakım yaralar alacaktır. Çünkü her ikisi de
silahlanmış olarak savaşıyor.
Mümin toplum, birbirine denk olmayan ve açıktan
yapılmayan bir savaş içinde de kendini bulabilir. Ancak
kural yine değişmez. Çünkü batıl hiçbir zaman
huzur bulamaz. Hatta galip gelmiş olsa da. O her zaman kendi
bünyesinde iç çelişkilerinden ve farklı
gruplarının çekişmesinden ve bizzat kendisinin
eşyanın fıtratı ve tabiatına ters düşmesinden
kaynaklanan acılarla karşılaşacaktır.
Bu durumda mümin toplumun yapacağı şey,
acılara katlanması ve yıkılmamasıdır.
Şunu iyice bilmelidir ki, şayet kendisi acı
çekiyorsa, aynı şekilde düşmanı da acı
çekiyordur. Acı çekmenin çeşitli yolları
vardır. Yaralar birbirinden farklıdır.. "Oysa
siz Allah'tan onların beklemediğini bekliyorsunuz."
İşte derin teselli budur. İki grup
arasındaki yol ayırımı burasıdır.
"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet
sahibidir."
Kalplerin duygularını nasıl tedavi
edeceğini bilir. Acı ve yäralarını dindirecek
şeyi kişiye gösterir.
İNSANLIK TARİHİNDE BENZERİ OLMAYAN BİR
OLAY
Ele aldığımız ayetler grubu yeryüzünün
bir benzerini tanımadığı,
insanlığın eşine rastlamadığı
bir hikaye anlatmaktadır. Tek başına bu bile
Kur'an'ın ve bu dinin yüce Allah'ın katından
olmasının zorunluluğunu göstermektedir. Çünkü
düşünceleri ne kadar yüksek, ruhları ne kadar saf ve
tabiatları ne kadar düzgün olursa olsun insanlığın
Allah'tan gelen vahiy olmaksızın kendiliğinden
şu ayetlerin işaret ettiği düzeye yükselmesi
mümkün değildir. Bu düzey, insanlığın ancak
bu ilahî metodun gölgesinde yükselebildiği bir çizgi
çizmektedir ufka. Bu ilâhî metodun dışında ona
ulaşmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Bu olay, Medine'deki yahudilerin o aşağılık
dağarcıklarındaki zehirli oklarını
İslâm ve müslümanlara fırlattıkları bir
sırada gerçekleşiyordu. Nitekim bu sûrede, Bakara
suresinde ve Al-i İmran suresinde yahudilerin müslüman
safta çıkardığı fitnelerin bir bölümüne değinilmektedir.
Yahudilerin yalanlamalarını yaydıkları, müşriklerle
birleştikleri, münafıkları cesaretlendirdikleri,
onlara yol gösterdikleri, birtakım söylentiler çıkarıp
kafaları karıştırdıkları; Hz.
Peygamber'in önderliği vahiy ve peygamberlik konusunda
kuşkular yaydıkları, dışarıdan düşmanları
üzerine çullanmaya hazırlanmışken içerden
İslâm toplumunu bozmaya çalıştıkları
bir sırada... İslâm henüz Medine'de yeni yeni gelişiyorken,
cahiliye kalıntıları bazı ruhları
etkilemeye devam ediyorken, bazı müslümanlarla müşrik
münafık ve bizzat yahudiler arasındaki akrabalık
ve çıkar bağları, müslüman saffın
kaynaması ve uyumu noktasında gerçek bir tehlike olmaya
devam ediyorken...
Evet bu denli zor, tehlikeli, hem de çok tehlikeli bir
dönemde, haksız yere hırsızlıkla suçlanan
bir yahudiyi temize çıkarmak ve bu yahudiyi itham
altında tutan Medineli Ensar'dan bir aileyi
cezalandırmak için bu ayetler Resulullah'a ve müslümanlara
iniyordu. Oysa gerek kendi şahsı, gerekse
peygamberliği, dini ve getirdiği yeni inancı
çevresinde kurulan tuzaklara karşı koymada
kullandığı hazırlığı ve
ordusunu da Ensar oluşturuyordu.
Hangi, temizlik, adalet ve üstünlük bu düzeye ulaşabilir?
Sonra hangi söz bu düzeyi vasfedecek bir dereceye ulaşabilir.
Bütün sözler, bütün yorumlar bütün değerlendirmeler bu
erişilmez zirvenin aşağısında
kalacaktır. Bu zirveye insanlar kendi kendilerine
ulaşamazlar, hatta böyle bir şeyden haberleri bile
olamaz. Bu yüce, ulu ve nurlu ufka ulaşmak için Allah'ın
metoduna uymaları hariç.
Bu ayetlerin indiriliş sebebine ilişkin bir kaç
kaynakta rivayet edilen hikaye şöyledir: Ensar'dan bazıları
-Katade b. Nu'man ve amcası Rufae Resulullah'la (salât ve
selâm üzerine olsun) birlikte bazı savaşlara
katılmışlardır. Onlardan birinin (Rufae'nin)
zırhı çalınır. Tüm kuşkular, Ubeyrik
oğulları denilen Ensar'dan bir aileye mensup birinin
üzerinde toplanıyordu. Zırhın sahibi gelip, `Ta'me
b. Ubeyrik zırhımı çaldı' diye Resulullah'a
şikayet eder. (Bir rivayete göre bu adam Beşir b.
Ubeyrik'tir. Yine başka bir rivayete göre bu adam, Sahabe'yi
yeren şiirler söyleyen sonra da bunları bazı
arapların üzerine atan bir münafıktır.)
Hırsız bunu görünce, zırhı alıp Zeyd
bin Semin adında bir yahudinin evine atar. Sonra da
Aşiretinden bir gruba "Zırhı gizledim, onu
falanın evine attım. Orda bulurlar" der. Bunlar da
Resulullah'a gidip ve "Ey Allah'ın peygamberi,
arkadaşımız bu ithamdan uzaktır.
Zırhı çalan falancadır. Bunu kesinlikle biliyoruz.
İnsanların huzurunda arkadaşımızın
suçsuz olduğunu bildir ve onu savun. Şayet senin
aracılığınla yüce Allah onun suçsuzluğunu
belirtmese helak olur" derler. Resulullah zırhın
yahudinin evinde bulunduğunu öğrenince kalkıp
İbn-i Ubeyrik'i aklar ve insanların huzurunda suçsuzluğunu
bildirir. Henüz zırh Yahudinin evinde
bulunmamışken hırsızın ailesi
Resulullah'a şöyle diyordu: "Katade b. Nu'man ve amcası,
bir delil, bir ispat söz konusu olmaksızın müslüman
ve iyiliksever ailemizin bazı fertlerini
hırsızlıkla suçluyorlar." Katade diyor ki, `Resulullah'ın
yanına gidip anlatmaya başladım.' Ancak Resulullah
`Müslümanlıkları ve iyiliksever kişiler
oldukları bilinen bir aileyi, delilsiz ispatsız
hırsızlıklarını suçluyorsun?' buyurdu.
Katade `Bunun üzerine geri döndüm ve keşke
malımın bir kısmı gitseydi de bu konuda
Resulullah'la konuşmasaydım dedim' der. Sonra amcam bana
gelip `Ne yaptın yeğenim?' dedi. Ben de
Resulullah'ın bana söylediğini ona söyledim. Bunun
üzerine "Allah'tan yardım istenir" dedi. Çok
geçmeden şu ayetler nazil oldu: "Biz sana bu hak içerikli
kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği
gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma." Yani
Ubeyrik oğullarının. Ayetteki `Hasimen: koruyan,
savunan ve mücadelesini yapan demektir. "Allah'tan af
dile". Yani Katade'ye dediklerin için.
"Hiç
kuşkusuz Allah
bağışlayıcıdır, merhametlidir."
"Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya
çalışma. Hiç şüphesiz Allah, hıyanete
dalmış günahkarları sevmez."
"Bu kimseler Allah'ın razı
olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara
bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı
başlarında olan Allah'tan saklayamazlar. Hiç şüphesiz
Allah onların yaptıklarını bilgisi ile
kuşatacak güçtedir...
"Diyelim ki, siz onları dünya hayatında
savundunuz. Peki kıyamet günü Allah'a karşı kim
savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak."
"Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de
Allah'tan af dilerse Allah'ı
bağışlayıcı ve esirgeyici olarak
karşısında bulur."
Yani
Allah'tan af dilerse onları
bağışlayacaktır.
"Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir
masumun üzerine atarsa açık bir iftira, bir günah
yükünün altına girmiş olur."
"Eğer Allah'ın sana yönelik lütfu ve
esirgemesi olmasaydı, onların bir takımı seni
yanıltmaya yeltenmişlerdir. Oysa onlar sadece
kendilerini yanıltırlar, sana hiçbir zarar
dokunduramazlar. Çünkü Allah sana kitabı ve hikmeti
indirerek sana daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir.
Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece
büyüktür."
"Onların aralarında yaptıkları -çoğu
gizli konuşmalarda hayır yoktur. Meğer ki, bu
fısıltılı toplantılarının
amacı sadaka vermeyi, iyiliği, insanlar arasında
dirliği emretmek olsun. Kim bunları Allah'ın
rızasını kazanmak amacıyla yaparsa ilerde
kendisine büyük bir mükafat vereceğiz."
(Nisa Suresi, 112-114)
Bu Kur'an ayetleri nazil olunca Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) silahı getirip Rufae'ye iade eder. Katade
diyor ki, `Amcama, silahı götürünce (ki o, cahiliyede kör
-ya da gece görmez- birisiydi: Üstelik ben onu zayıf bir müslüman
görüyordum) ey kardeşimin oğlu, onu Allah yolunda
bağışladım" dedi. O zaman anladım ki
gerçek anlamda bir müslümandır.' Bu ayetler nazil olunca
Beşir gidip müşriklere katılır. Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Kim
doğru yolu iyice tanıdıktan sonra peygambere
zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola
koyulursa kendisini koyulduğu yolla baş başa
bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü
bir dönüş yeridir."
"Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz.
Bunun dışındaki suçları dilediğine
bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten
koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Kuşkusuz sorun, bir grup insanın töhmet altında
tuttuğu suçsuz birinin aklanması değildir. Her ne
kadar Allah'ın terazisinde suçsuz birinin aklanması büyük
bir ağırlıklı olay ise de sorun bundan çok
daha önemlidir. Bu, şartlar ve durumlar ne olursa olsun,
insanların arzusuna ve soyuna eğilim göstermeyen, sevgi
ve öfkeye göre değişmeyen bir kriter yerleştirme
sorunudur.
Sorun, bu yeni toplumun arındırılması,
cahiliye ve ırkçılık
kalıntılarının giderilmesinin yanında içindeki
beşeri zaafların tedavi edilmesi sorunuydu. Çünkü iş
insanlar arasında adaleti gerçekleştirmeyle ilgili
olunca akide konusunda bile hiçbir ayırıma
gidilmemeliydi. Aynı zamanda, insanlık tarihinde
eşine rastlanmayan bu yeni toplumun; arzu, çıkar ve
tarafgirlik lekesini taşımayan, arzulara, eğilim ve
şehvetlere göre değişmeyen, iyi, temiz,
sarsılmaz ve sağlam bir temele
dayandırılması sorunuydu.
Olayı görmezlikten gelmek, bu kadar sıkı
tutmamak, ayıplamamak, tüm gözlerin görebileceği
şekilde ortaya çıkarmamak, daha doğrusu bu
şekilde sert ve belirgin bir şekilde insanlar içinde
utandırmamak için sebep çoktu.
Sebep çoktu; şayet yeryüzü değerleri egemen
olsaydı, onlara başvurulsaydı. Ya da bu metodun
başvurduğu insanların mizan ve ölçüleri o olsaydı.
Bir kere ortada açık ve seçik bir sebep vardı.
İtham edilen bir yahudiydi. "Yahudi" ulusundan... O
yahudi ki, sahip olduğu hiçbir zehirli okunu İslâm ve
müslümanlara açılan savaşta onların aleyhinde
kullanmasın. O yahudiler ki, o sene müslümanlara iki acı
birden tattırmışlardı. (Yüce Allah bunun
böyle olmasını dilemiştir.) O yahudi ki, ne hak,
ne adalet ne de insaf bilir. O yahudi ki, müslümanlarla ilişkilerinde
kesinlikle bir tek ahlâkî değere itibar etmez.
Bir diğer sebep de söz konusuydu. Bu da Ensar'la ilgili
bir konuydu. Muhacirleri barındıran ve onlara
yardımcı olan Ensar. Bu olay nedeniyle bazı
aileleri arasında şiddetli kin baş gösteren Ensar.
Oysa Yahudi'nin töhmet altında tutulması düşmanlık
gölgesini uzaklaştırabilirdi.
Burada bir üçüncü sebep de vardı: Yahudiye, Ensara yönelteceği
zehirli bir ok vermemek. Çünkü bazısı
bazısından malını çalmış sonra da
yahudiyi itham etmişlerdi. Yahudiler teşhir etmek ve
tehlike yaratmak için bu fırsatı kaçırmazlardı.
Ancak sorun bunların tümünden de önemliydi. Bu tür
basit çıkarlardan çok daha büyüktü. Bunların tümü
İslâm'a göre son derece değersiz şeylerdir. Söz
konusu olan, yeryüzü halifeliğinden ve insanlığa
önder oluşundan kaynaklanan sorumluluklarını
yerine getirebilmesi için bu yeni kitlenin eğitimiydi.
Çünkü insanlığın bildiği her şeyden
üstün olan bu ilahi metod iyice netleşmediği ve pratik
hayatına yerleşmediği sürece, bu kitlenin
yeryüzüne halife olması ve insanlığa önderlik
yapması mümkün değildir. Bünyesini iyice arındırmadığı,
beşeri zaaftan ve cahiliye kalıntılarından
kaynaklanan bulanıklıkları gidermediği ve
insanlar arasında adaletle hükmetmesi için, tüm yeryüzü
değerlerinden, basit ve yüzeysel çıkarlarından ve
insanların görmezlikten gelinmeyecek denli büyük bir
şey kabul ettikleri tüm koşullardan
soyutlanmış, adil bir kriteri kendi bünyesinde oluşturmadığı
sürece bu fonksiyonunu yerine getirmesi mümkün değildir.
Yüce Allah, o zaman bir yahudinin başından geçen bu
olayı özellikle seçmiştir. O güne kadar Medine'de
müslümanlara iki defa ihanet eden, onların aleyhlerine müşrikleri
bir araya getiren, aralarındaki münafıkları
destekleyen, dağarcığındaki hile, deneyim ve
bilgileri bu dinin aleyhinde kullanmak için fırsat kollayan
yahudi. Hem de müslümanların Medine'deki
hayatlarının en zor döneminde. Her yönden düşmanlıklarla
kuşatıldıkları bir sırada ve bütün bu
düşmanlıkların arkasında yahudinin
bulunduğu bilindiği halde.
Yüce Allah, böyle bir ortamda meydana gelen bu olayı seçmekle,
müslüman cemaate aktarmak istediğini söylemek ve öğretmek
istediğini bu münasebetle öğretmek istiyordu.
Bu yüzden burada; yalana, uydurmaya, örtmeye ve süslü
göstermeye imkan yoktur. İşlenen hatayı örtbas
etmek, yapılan kötülüğü görmezlikten gelmek için
dalavere yapmaya imkan yoktur.
Burada, müslüman kitlenin görünürdeki çıkarlarını
düşünmeye ve bu kitleyi kuşatan geçici koşulları
gözetmeye de imkan yoktur.
Buradaki sorun son derece ciddî ve nettir. Yağcılığa
ve cıvıklığa tahammül etmez. Kuşkusuz bu
ciddiyet şu ilahî metodun gereği ve temelidir. Bu ilâhî
metodu yeryüzünde tatbik edip yaymak, hazırlanan bu
ümmetin görevidir. İnsanlar arasında adaleti uygulama,
evet Allah'tan gelen vahiy ve onun yardımı olmadan
insanların ulaşamadığı hatta
varlığından bile habersiz oldukları şu yüksek
adaleti uygulamak onun görevidir.
İnsan şu erişilmez zirveden, tarih boyunca
gelmiş geçmiş tüm toplumların içinde yaşadığı
aşağılık duruma bakınca... her yönüyle,
çok alçak bir hayat yaşadıklarını görür.
Ayrıca bu ulu zirve ile şu aşağılık
durum arasında; kurnazlık, iki yüzlülük, politika,
toplum menfaati gibi bir sürü isim ve etiket altında
yığınlarca aşılmaz kayanın
bulunduğunu görür. İnsan biraz dikkatlice bakınca
bunun altında kötülüklerin gizlendiğini görür.
İnsan bir daha bakınca, sadece müslüman ümmet örneğinin
bu aşağılık düzeyden yüce zirveye çıkabildiğini
görür. Tarih boyunca zaman zaman örnekleri görülen bu
ümmetin, eşsiz ilahi metodun yönelttiği bu zirveye
ulaştığını görür.
Geçmiş ve çağdaş cahiliye toplumlarında
"adalet" ismini verdikleri kokuşmuş
bataklığa gelince; böylesine temiz ve üstün bir
havada üstündeki örtüyü kaldırıp
ortalığı kokutmanın yararı yoktur.
Şimdi de bu derste geçen ayetleri ayrıntılı
bir şekilde ele alalım: