2- Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı
murdarı ile değiştirmeyiniz, onların
mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz,
çünkü bu büyük bir vebaldir.
3- Eğer gözetiminiz altındaki yetim
kızları ile evlendiğiniz takdirde onların
haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden
korkarsanız size nikahı düşen kadınlardan
ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer
onlar arasında adil davranamayacağınızdan
korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da eliniz
altındaki cariye ile yetininiz Haksızlığa düşmemeniz
için en uygun hareket budur.
4- Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu
ile veriniz. Fakat eğer onlar mehirlerinin bir bölümünü
gönüllü olarak size bağışlarlar ise bunu
afiyetle yiyiniz.
5- Allah'ın, sizi başına diktiği
malları aptalların (aklî dengesi yerinde olmayanların)
ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz,
giydiriniz ve kendilerine güzel söz söyleyiniz.
6- Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz.
Eğer olgunlaştıklarını görürseniz hemen
mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimler büyüyecek
endişesi ile bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin
veliler bu mallara hiç el sürmesin. Fakir veliler ise bu malların
geleneklere uygun düşecek kadarını yesin.
Yetimlere mallarını teslim ederken yanınızda
şahit bulundurunuz. Gerçi hesap sorma merci olarak Allah
yeterlidir.
Dediğimiz gibi bu ısrarlı tavsiyeler, genelde tüm
zayıfların özelde yetim ve kadınlarının
haklarının yok edilmesine ilişkin Arap
cahiliyesindeki bir olguya işaret etmektedir. Bu
kalıntılar Kur'an'ın eritip yok etmesinden önce
aslı da cahiliyeden kopup gelen müslüman cemaatle de varlıklarını
sürdürmüşlerdi. Bu konuda Kur'an müslüman kitleye
yepyeni bir düşünce, duygu, gelenek ve bakış açısı
kazandırmaktadır.
YETİMLERİN MALLARI
"Yetimlere mallarını veriniz. Temiz malı
murdarı ile değiştirmeyiniz. Onların
mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz.
Çünkü bu büyük bir vebaldir"
Yetimlerin eliniz altındaki mallarını verin.
İyisinin yerine kötüsünü vermeye kalkışmayın.
Verimli arazilerinin yerine çorak arazinizi vermeniz gibi... Ya
da koyunlarını hisselerini paralarını -çünkü
paranın da değerlisi ve değersizi vardır ya da
iyisi ve kötüsü bulunan herhangi bir mal gibi... Aynı
şekilde tamamını veya bir kısmını
malınıza katmakla mallarını yemeyin.
Kuşkusuz bunların tümü büyük günahtır.
İşte Allah sizi bu büyük günahtan sakındırmaktadır.
Demek ki bunların tümü, ilk defa bu ayete muhatap olan
toplumda meydana gelmiştir. Hitap şekli, bunun,
aralarında bu işi yapanlara yönelik olduğunu göstermektedir.
Bu, cahiliyeden kalma bir izdir. Her cahiliye toplumunda benzerine
rastlamak mümkündür. Benzerlerini modern cahiliyede gerek
şehirde gerekse köylerde görmemiz mümkündür. Bunca yasal
tedbire ve mümeyyiz olmayanların mallarını gözetmek
için oluşturulmuş bunca devlet kuruluşuna
rağmen yetimlerin malları birçok vasi tarafından
çeşitli yollarla ve türlü hilelerle yenmektedir. Bu konuda
kanunların yatırımların, göstermelik
gözetimlerin yararı olmaz. Kesinlikle, birtek şeyin
yararı olabilir, o da takvadır. Vicdanlar üzerindeki
içsel gözetimin güvencesi odur. Bundan sonra yasaların bir
değeri ve etkisi olabilir ancak. Bu ayetin nüzulünden sonra
yetimlerin kendi malını mallarından
ayırmaları ve yemeklerini yemeklerinden
ayırmaları hususunda sakınmaları
bildirildiğinde, sakınma ve büyük günahın
meydana geleceğini duydukları takvanın da o denli
titizlik gösteren vasilerde olduğu gibi... Çünkü onları
sakındıran yüce Allah'tı ve şöyle
buyuruyordu:
"Çünkü bu büyük vebaldir."
Yasama ve düzenlemelerin uygulanması için vicdanda
takvadan bir gözetim bulunmadığı sürece kanun ve
düzenlemeler yararlı olamaz. Sırları bilen,
vicdanları gözeten bir yönden kaynaklanmadıkça (bu
kanun ve düzenler karşısında) takva duygusu
harekete geçmez. Ancak bu durumda -kanuna saygısızlık
yapmamaya özen gösteren- fert Allah'a ihanet ettiğini,
O'nun emrine isyan ettiğini, iradesine karşı
geldiğini ve yüce Allah'ın bu niyetini ve
davranışı bildiğini algılar.
İşte bu durumda ayakları titrer, eklemleri
gevşer ve takva duygusu harekete geçer.
Kullarını en iyi yüce Allah bilir. Fıtratlarını
en iyi O tanır. Onları yaratan olduğuna göre
ruhsal ve sinirsel yapılarından da en iyi O
haberdardır. Bu yüzden yüce Allah, kalplerde ölçüsü,
etkisi, korku ve saygınlığın bulunabilmesi için
kulların uyacağı şeriatın kendi
şeriatı, kanunun kendi kanunu, düzenin kendi düzeni ve
metodun kendi metodu olmasını dilemiştir. Çünkü
o, kalplerin korktuğu, titrediği ve gizli sırlara
ve kalplerin vakıf olduğunu bildiği bu merciye
dayanmadığı sürece hiçbir kanuna itaat edilmeyeceğini
bilir. Ayrıca baskı ve sindirmenin kalplerden habersiz yüzeysel
gözetimlerin etkisi sonucu kulların koyduğu kanunlara
uysalar da kontrolün gaflet anında veya
fırsatını buldukça bundan kurtulmanın
yollarını aramaktadırlar. Nitekim sürekli bir kahır,
öfke ve bu baskıyı bertaraf etme
hazırlığı içinde olurlar.
"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlar
ile evlendiğiniz takdirde onların haklarını
gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız
size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü ya da
dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onların
arasında adil davranamayacağınızdan
korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da elinizin
altındaki cariye ile yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz
için en uygun hareket budur."
Urve b. Zübeyr (Allah O'ndan razı olsun) Hz.
Aişe'den "yetim kızlar hususunda adaleti gözetemeyeceğinizden
korkarsanız".. ayetini sordum bana şöyle cevap
verdi der: "Ey bacımın oğlu, bu yetim kız
velisinin himayesinde bulunur. Velisi malını kendi
malına katar, bu arada malı ve güzelliği
hoşuna gider. Mehrinde adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek
ister. Ona başkasının vereceği kadar bir
şey verir. Bu yüzden adaletli davranmadıkları ve
adet olan mehirlerinin en üstününü vermedikleri sürece onları
nikahlamaktan alıkonuldular. Onlardan başka
kadınları nikahlamaları emredildi. Urve diyor ki,
Aişe şöyle dedi: Bazı insanlar bu ayet geldikten
sonra Resulullah'tan (salât ve selâm üzerine olsun) fetva
istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: `Onlar
senden kadınlara ilişkin fetva istiyorlar. De ki; onlar
hakkındaki fetvayı Allah veriyor. Kendilerine farz
kılınmış şeyi vermediğiniz ve
onlarla evlenmeyi arzuladığınız yetim
kadınlar hakkında kitapta size okunanı..." (Nisa
suresi; 127) Hz. Aişe (Allah O'ndan razı olsun)
diyor ki,
"Nikahlamayı
arzuladığınız..." sözünden, birinizin
malı ve güzelliği az olan yanındaki yetim
kızdan yüz çevirmesi kastedilmektedir.
Bu yüzden malları ve güzellikleri az olduğu zaman yüz
çevirmemeleri için adaletle davranmadıkları sürece
mallarını ve güzelliklerini arzulayanlar onlar
nikahlamaktan alıkonuldular." (
Buhari
rivayet etmiştir.)
Hz. Aişe'nin hadisi, cahiliye toplumunda yaygın olan
sonra da Kur'an, gelip bu yüce direktifler ve "yetimler
konusunda adaleti gözetemiyeceğinizden korkarsanız.."
diyerek işi vicdanlara dayandırmak suretiyle
yasaklayıp yok edene kadar müslüman kitle içinde de varlığını
sürdüren düşünce ve geleneklerin bir yönünü tasvir
etmektedir. Bu
, himayesindeki
yetim konusunda adaleti gözetmeyecek vekilinin titiz davranması,
Allah'tan sakınıp korkması sonucudur. Ayetin hükmü
geneldir. Adaletin gözetileceği yerleri
sınırlandırmıyor. Bu durumlarda istenen, tüm
şekilleri ve anlamlarıyla adalettir. Mehirle ilgili
olması ya da diğer bir değere ilişkin
olması önemli değildir. Birinin yetim kızı,
kalbinde bir sevgi bulunmadan ve onunla beraberliği
arzulamadan sırf malına duyduğu ilgiden dolayı
nikahlaması veya evlenmeyi istemediği halde
utancından ya da velisinin isteğine karşı
geldiğinde malının zayi olacağından
korktuğundan dolayı bu isteksizliğini söyleyemeyen
kızın isteğini göz önünde bulundurmadan orada
hayatın birlikte sürmesine imkan vermeyecek kadar yaş
farkı olduğu halde nikahlamak gibi adaletin gerçekleşmesinden
endişe duyulan daha nice durumlar...
İşte Kur'an, vicdanı bir bekçi, takvayı da
bir gözetleyici konumuna getirmektedir. Geçen ayette, bütün bu
direktifleri gerektirecek yüce Allah'ın şu sözü yer
almıştı: "Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli
gözetmektedir."
BİRDEN ÇÖK KADINLA EVLİLİK
Veliler himayelerindeki yetim kızlar konusunda adaleti gözetmede
kendilerine güvenemiyorlarsa başka kadınlar
vardır. Kulun bundan şüphe edip kaçınması için
geniş imkanlar vardır.
"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlarla
evlendiğiniz takdirde onların haklarını
gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız
size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü ya da
dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında
adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek
tadınla evleniniz, ya da eliniz altındaki cariye ile
yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz için en
uygun hareket budur."
Bu, adaleti gözetmeme endişesinden dolayı
sakıncalı ve böyle bir durumda bir taneyle ya da elleri
altındaki cariyelerle yetinmeyi tavsiye etmekle beraber
birden fazla kadınla evlenmeye izindir.
Bu iznin hikmetini ve yararını açıklamak
yararlı olacaktır. Bir zamanlar insanlar bu konuda
kendilerini yaratan Rabblerine karşı bilgiçlik taslıyorlardı.
İnsan hayatı fıtratı ve çıkarı
konusunda yüce yaratıcılarından daha isabetli bir
buluşa sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Bu
ve diğer konularda heva, şehvet, bilgisizlik ve körlüğe
dayanarak konuşuyorlardı. Sanki kendilerinin
algılayıp güç yetirdikleri günümüz koşul ve
zorunluluklarını, insanlar için bu kanunları
koyduğu gün yüce Allah hesaba katmamış ve takdir
buyurmamış gibi...
Bu, küstahça ve edepsizce, kafirce ve sapıkça bir iddia
olduğu kadar cahilce ve körce bir iddiadır da. Buna
rağmen söylenip duruyorlar.
Küfür ve sapıklıklarında küstahlaşıp
utanmaz hale gelen cahil ve körlerin bundan vazgeçtiğini göremezsin.
Bu dine karşı komplolar hazırlamaya önem veren
odaklar tarafından kiralanan bu kişiler kendilerinden
emir alarak, korkmadan fırsatını buldukça Allah'ın
dinine karşı küstahlık yapmakta, Allah'a ve O'nun
büyüklüğüne karşı gelmekte ve O'nun sistemine
utanmazca saldırmaktadırlar.
Bu sorunun -İslâm'ın belirttiği birden fazla
kadınla evlenme sorununun- kolaylık, açıklık
ve kesinlikle ele alınması ve çevresindeki pratik ve
gerçek koşulların bilinmesi gerekir.
Buhari -kendi isnadiyle- şöyle rivayet ediyor: Gıylan
b. Selem es-Sekafi müslüman olduğu zaman on tane
kanısı vardı. Peygamber (salât ve selâm üzerine
olsun) ona "İçlerinden dört tanesini seç" dedi.
Ebu Davut -kendi isnadiyle- Umeyri el-Esedi'nin şöyle
dediğini rivayet ediyor: Müslüman olduğumda sekiz tane
karım vardı. Bunu Peygamber'e söyleyince "İçlerinden
dört tanesini seç" dedi.
Şafii Müsnedinde şöyle diyor: Ebu Ziyad'ı
dinleyen biri şöyle dediğini haber verdi: Bana
Abdulmecid, İbn-i Sehl b. Abdurrahman'dan o da Avf b.
Haris'ten o da Nevfel b. Muaviye ed-Deylemi'nin şöyle dediğini
haber verdi: "Müslüman olurken beş tane karım
vardı. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "İstediğin
dört tanesini seç diğerini bırak" dedi.
O halde İslam bir adamın -hiçbir sınırlama
ve kayda uymadan- on tane, daha çok ya da az kadınla
evlenebildiği bir dönemde gelmiş ve erkeklere şunu
bildirmiştir: Müslümanın aşmaması gereken
bir sınır vardır o da "dörttür".. Bir
kayıt vardır o da adaleti gözetme imkanıdır.
Aksi takdirde bir taneyle veya eliniz altındaki cariyelerle
yetineceksiniz.
İslâm büsbütün serbest bırakmak için gelmemiştir.
Daha çok sınırlandırmak için gelmiştir.
İşi erkeğin hevasına
bırakmamıştır. Birden fazla kadınla
evlenmeye bir sınırlandırma getirmiştir. Yoksa
verilen izni kaldırırdı.
O halde İslâm neden bu izni vermiştir?
Çünkü İslâm düzeni insan içindir. Realist ve pratik
bir düzendir. İnsan fıtratı ve yapısıyla
uyum içindedir. İnsanın gerçeklerine ve zorunluluklarına
uygundur. Farklı bölge ve zamanlarda ve farklı
durumlarda değişen hayat koşullarıyla da
uyuşmaktadır.
İslâm, gerçekçi ve pratik bir düzendir.
İnsanı, daha yüksek bir düzeye ve üstünlüğün
doruklarına yükseltmek için onu içinde bulunduğu
durumdan, işgal ettiği konumdan ele almaktadır.
Fıtratını inkâr etmeden, bozmadan... Olguyu değiştirmeden,
ihmal etmeden... Yönlendirirken baskı ve
haksızlığa yeltenmeden.
İslâm, boş bir bilgiçliğe, cıvık bir
ukalâlığa, saçma bir idealizme ve insan fıtratı,
onun pratiği ve hayat şartlarıyla çarpışıp
sonradan toz duman eden düşsel güvencelere dayanan düzen
değildir.
O, insan ahlâkını ve toplumun temizliğini gözeten
bir düzendir. Bu yüzden, insanın pratiği ile çarpışan
zaruretlerin tokmağı altında ahlâkın
bozulmasına ve toplumun kirlenmesine neden olabilecek maddi
bir olgunun oluşmasına müsamaha göstermez. Daha çok
fert ve toplumu, az bir çaba sarf ederek ahlâkın
korunmasına ve toplumun temizliğine yardımcı
bir ortam oluşturmaya yöneltmektedir.
İslâm düzeninin bu temel özelliklerinin anlamını
bu şekilde kavrayıp birden fazla kadınla evlenme
sorununa baktığımızda neler görürüz acaba?
Öncelikle.. -gerek tarihte gerekse çağımızda- birçok
topluma baktığımızda evlenme çağına
gelmiş kadınların sayısının evlenme
çağına gelmiş erkeklerin sayısından
fazla olduklarını bir olgu olarak görmemiz
mümkündür. Ancak aradaki boşluk oranının
tarihsel olarak hiçbir toplumda dörtte bir oranını
aştığı görülmemiştir. Hep bu
sınırlar içinde kalmıştır.
O halde değişik uluslarda sürekli tekrarlanan bu
olguyu nasıl tedavi edeceğiz? Çünkü bu olguyu
görmezlikten gelmenin hiçbir yararı yoktur.
Omuz silkerek mi tedavi edeceğiz? Yoksa
şartların ve tesadüflerin gelişine göre kendi
kendine tedavi olmasını mı bekleyeceğiz?
Omuz silkmekle sorun çözümlenmez. Toplumun bu olguyu rast
gele tedavi etmesi de hoş karşılanmaz. Kendine ve
insan türüne saygısı bulunan hiçbir ciddi insan bunu
kabul edemez. O halde bir düzen gereklidir. Bir uygulama kaçınılmazdır.
Bu durumda kendimizi üç ihtimalin karşısında
buluyoruz:
1- Evlenme çağına gelmiş her erkek evlenme çağına
gelmiş bir kadınla evlenecek geri kalan bir veya daha
fazla -aradaki farkın derecesine göre- kadın evlenmeden
kalacaktır. Hayatını -veya hayatlarını-
erkek nedir bilmeden geçireceklerdir.
2- Evlenme çağına gelmiş her erkek sadece
evlenme çağına gelmiş bir kadınla temiz ve
yasal bir evlilik yapacak sonra da toplumda eşi bulunmayan
kadınlardan bir veya daha fazla dost veya metres edinecektir.
Bunlar da erkeği haram ve karanlık bir ortamda dost veya
metres olarak tanıyacaklardır.
3- Evlenme çağına gelmiş erkekler -tümü ya da
bazısı- birden fazla kadınla evlenecektir.
Diğer kadın da erkeği aydınlık bir
ortamda onurlu bir eş bilecektir, haram ve karanlık bir
ortamda dost veya metres değil.
Hayatı boyunca erkek nedir bilmeyen kadının
durumu göz önünde bulundurulduğunda, birinci ihtimalin
fıtrat ve insan gücünün dışında olduğu
anlaşılır. İş ve kazanç bakımından
kadının erkekten
bağımsızlığını savunan
palavracıların çığırtkanlığı
bu gerçeği değiştiremez. Çünkü sorun, insan fıtratından
habersiz yüzeysel görüşle, palavracı ve ukalâ kişilerin
sandığından daha derindir. Bin tane iş, bin
tane kazanç, kadını tabii hayata olan fıtri
ihtiyacından müstağni kılamaz. Bu, ister bedenin
veya içgüdünün istekleri olsun, hayat arkadaşı ve
eşle yakınlık gibi ruhun ve aklın istekleri
olsun durum değişmez. Erkek çalışır,
kazanır, ancak bu ona yetmez. Bir iş edinmeye çalışır.
Bu noktada kadın da erkek gibidir. Çünkü ikisi de bir
nefisten meydana gelmişlerdir.
İkinci ihtimal, İslâm'ın tertemiz çizgisine,
iffetli İslâm toplumunun temeline ve kadının
insanlık şerefine zıt bir durumdur. Toplumda
fuhşun yaygınlaşmasına aldırış
etmeyenler, Allah'a karşı bilgiçlik taslayan ve O'nun
şeriatına karşı büyüklenenlerdir. Çünkü
onlar, kendilerini bu büyüklenmeden vazgeçirecek kimseyi
bulamadıkları gibi üstelik bu dine komplo
düzenleyenlerin teşvik ve takdirini buluyorlar
yanlarında.
Üçüncü ihtimal İslâm'ın seçtiği
ihtimaldir. Bunu, omuz silkmenin ve palavra iddiaların yarar
sağlayamadığı bir olguyu karşılamak
için şartlı bir durum olarak seçmiştir İslâm,
insanı -fıtratı ve hayat şartlarıyla
birlikte- ele alırken
karşılaştığı pratik bir olgudan
dolayı bunu seçiyor. Bunu seçerken de, ahlâkın güzelliğini
ve toplumun temizliğini göz önünde bulundurarak kolaylık,
yumuşaklık ve pratiklikle insanı düşkünlükten
tutup yücelere, üstünlüğün zirvesine çıkaracak
metodu takip ediyor.
İkinci olarak, eski-yeni, dün, bugün, yarın ve
kıyamete kadarki insan topluluklarına
baktığımızda, insan hayatında görmezlikten
gelinmesi mümkün olmayan bir olgu göreceğiz.
Verimlilik çağının erkeklerde yetmiş
yaşına veya daha yukarı yaşlara kadar sürdüğü
halde bu çağın kadınlarda elli yaşın
dolaylarında olduğunu görürüz. Burada erkeğin
hayatında kadın tarafından karşılık
görmediği ortalama olarak yirmi senelik bir verimlilik çağı
vardır. Şüphesiz iki türün farklılığı
birleşmesinin hedeflerinden ve de verimlilik ve nesille
hayatın devam etmesi ve çoğalıp yayılmakla
yeryüzünün imarıdır. O halde hayatı erkekteki
artık verimlilikten yararlanmaktan engellememiz genel
fıtrat kanununa uymayacaktır. Ancak bu fıtri olguya
uygun olanı -tüm toplumlar, çağlar ve durumları
kapsayacak- bir şekilde -bu iznin-
kanunlaşmasıdır. Ancak bireysel zorlamaya
başvurmadan, bu fıtri olguya cevap verecek genel bir
imkan hazırlamak suretiyle gerektiğinde
yararlanması için hayata müsamaha göstermekle olmalıdır.
İşte bu, fıtratın pratiği ile ilahi sürekli
gözetlenen kanun koyma hikmetine uygun düşmektedir.
Beşeri kanunların sayısı fazla değildir.
Çünkü insanların gözlemi sınırlıdır,
herşeye dikkat edemez, uzak-yakın tüm koşulları
kavrayamaz. Olaya her açıdan bakamaz, her ihtimali göz
önünde bulunduramaz.
Açıkladığımız gerçeklerle ilişkili
olarak, erkeğin fıtri görevini yerine getirmeyi
istemesine rağmen -yaşlılık veya
hastalıktan dolayı- kadının isteksizliği,
buna rağmen her ikisinin de evliliği sürdürmeyi
istemeleri ve ayrılıktan dolayı nefret etmeleri
zaman zaman gördüğümüz pratik durumlardır. Peki bu
gibi durumları nasıl karşılayacağız?
Omuz silkerek, eşlerden her birini kafalarını
duvarlara vurmaya terk etmekle mi
karşılayacağız? Yoksa boş bir
palavracılık ve bilgiçlik insan hayatının
ciddiyetine ve sorunlarıyla uyuşmamaktadır.
Bu durumda -yine- kendimizi üç ihtimalin önünde buluruz:
1- Kanun ve otorite gücüyle erkeği, fıtri
isteklerini yerine getirmesine engel olacağız. Ona
"ayıp be adam, bu yaptığın sana
yakışmaz. Yanındaki kadının hak ve
şerefiyle de uyuşmaz" diyeceğiz.
2- Bu adamı dilediği kadını dost ve metres
edinmesi için serbest bırakacağız. 3- Durumun
gereği olarak bu adamın birden fazla kadınla
evlenmesine izin vereceğiz ve birinci eşini de
boşamasına engel olacağız.
Birinci ihtimal fıtrata aykırıdır ve
beşer gücünün üstündedir. Bir erkeğin sinirsel ve
ruhsal olarak dayanma gücüne zıttır. Şayet onu
kanun ve otorite gücüyle engelleyecek olursak bunun doğuracağı
en yakın sonuç, kendisine bunca sıkıntıyı
ve Cehennem gibi bir hayatı yükleyen evlilikten nefret
etmesidir. İşte evi huzur yeri, eşi de arkadaş
ve örtü kabul eden İslâm bundan hoşlanmaz.
İkinci ihtimal İslâm'ın ahlâk prensiplerine
aykırıdır. Ayrıca insan hayatının
ilerlemesi, yükselmesi, arınması, böylece yüce Allah'ın
hayvandan üstün kıldığı insana
yakışır bir hayat olması için İslâm'ın
uyguladığı metoda da uymamaktadır.
Fıtratın gerçek zaruretlerine ve İslâm'ın
ahlâk sistemine cevap veren birinci eşi evlilik olayı gözeterek
koruyan, karı-koca arkadaşlıklarını ve
hatıralarını sürdürme isteklerini gerçekleştiren
ve insanın kolay, rahat ve pratik olarak daha fazla yol
almasını kolaylaştıran sadece üçüncü
ihtimaldir.
Böyle bir durum, erkeğin fıtri olarak neslin
devamını istemesine rağmen kadının
kısır olmasıyla da meydana gelebilir. Bu durumda
erkeğin önünde bir üçüncüsü bulunmayan iki yol vardır:
1- İnsanın neslin devamına olan fıtri
arzusuna cevap vermek için başka bir kadınla evlenmek
amacıyla eşini boşayacaktır.
2- Birinci eşiyle olan beraberliğini sürdürmekle
beraber başka biriyle evlenecektir.
Bazı bilgiç erkek ve kadınlar birinci yolun tercih
edilmesini savunabilirler. Ancak en az yüzde doksan dokuz kadın
erkeğe bu yolu gösterenleri lanetleyecektir. Bu hiçbir karşılık
göstermeksizin yuvalarını dağıtmaktır
çünkü. Kısır olduğu halde evlenme anında
kısırlığını açıklayan çok az
kadın bulunur. Çoğu kere kısır kadın,
diğer kadının kocasından doğurduğu küçük
çocuklarda bir cinsiyet, bir huzur bulur. Çünkü kendi
çocukları olmadığına üzülse de bu çocuklar
evi hareket ve neşeyle doldururlar.
Gerçek hayatı pratik koşullarıyla birlikte düşündüğümüzde
durum böyledir. Burada palavraya kulak verilmez, gevezeliğe
de cevap verilmez. Ciddi konularda kâmilliğin ve
sululuğun yeri yoktur.
Aşağıdaki ayette olduğu gibi
sınırlandırma getiren bu izinde yüksek hikmetler
bulduk:
"Size nikahı düşen kadınlardan ikisi,
üçü, dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar
arasında adil davranamayacağınızdan
korkarsanız tek kadınla evleniniz..."
İzin, fıtri bir gerçeğe, hayati bir olguya
cevap vermekte ve toplumu -fıtri zaruretlerin ve
değişik olguların baskısı altında-
dağılmaktan, çözülmekten ve bunalımdan
korumaktadır.
Sınırlandırma da evlilik hayatını
aşırılıktan ve kaçınılmaz bir
zaruret ve tam bir ihtiyat olmaksızın sırf küçük
düşürmek amacına yönelik saldırılardan
kadının şerefini korumaktadır. Nitekim sonucu
acı zaruretleri barındıran adaleti de içermektedir.
İslâm'ın ruhunu ve direktiflerini kavrayan biri
birden fazla kadınla evliliğin teşvik
edildiğini, fıtri ya da toplumsal bir zorunluluk
olmaksızın serbest
bırakıldığını, hayvani zevkten
başka bir nedenin olmadığını ve bunun
erkeğin, ikide bir dost değiştirmesi gibi eş
değiştirmesinden başka birşey
olmadığını söyleyemez. Bu bir zorunluluğu
karşılayan bir zorunluluktur. Bir sorunun
çözümüdür. Hayatın tüm olgularını
karşılayan İslâm düzeninde bir sınırlandırma
getirilmeksizin hevaya bırakılmış
değildir.
Herhangi bir ulus bu izni amacından
saptırırsa... Erkekler bu izinden yola çıkarak
evlilik hayatını hayvansal zevklerini tatmin ettikleri
bir ortama dönüştürürse... Ve bu kuşkulu haliyle
"haram" oluşturursa... İşte bu, İslâm'ın
öngördüğü birşey değildir. Bunlar da İslâm'ı
temsil edemezler. Bunlar İslâm'dan uzaklaştıkları
için bu aşağılık duruma düşmüşlerdir.
Çünkü onlar İslâm'ın temiz ve şerefli ruhunu
kavramamışlardır. Nedeni de İslâm'ın hükmetmediği
İslâm şeriatının egemen
olmadığı ve İslâm ve şeriatına
boyun eğen insanları İslâm'ın direktifleri,
kanunları ve gelenekleriyle idare eden müslüman bir
otoritenin idare etmediği bir toplumda
yaşamalarıdır.
İslâm'a karşı olan, onun şeriat ve
kanunundan uzaklaşan toplum bu
aşırılığın birinci sorumlusudur. Bu
bozuk ve bu aşağılık haliyle "harem"
hayatının oluşmasına birinci derecede sorumlu
bu toplumdur. Evlilik hayatının hayvansal zevklerin
tatmin edildiği bir ortama dönüşmesinin sorumlusu
odur. Bu durumu düzeltmek isteyen, insanları İslâm'a,
onun şeriatına ve hayat metoduna döndürmelidir. Ancak
bu şekilde onları temiz, arınmış
doğru ve dengeli bir hayata döndürebilir, çünkü. Bu
durumu düzeltmek isteyen insanları İslâm'a çağırmalıdır,
ancak sadece bu kısmına
değil, hayat metodunun tümüne çağırmalıdır.
Çünkü İslâm düzeni bir bütündür. Tam ve kapsamlı
bir şekilde uygulanmadığı sürece işlevini
yerine getiremez.
Yerine getirilmesi istenen adalet, davranışlarda,
nafakada geçinme ve cinsel ilişkidedir. Kalplerin
arzularında ve ruhsal duygularda hiçbir insandan adil olması
beklenemez. Çünkü bu insanın iradesi
dışındaki bir olaydır. Yüce Allah'ın bu
suredeki diğer bir ayette sözünü ettiği adalet budur:
"Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz
arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde
birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız.
Eğer barışır, Allah'tan korkarsanız, hiç
kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir." (Nisa
suresi; 129)
Bazı insanların birden fazla kadınla
evliliğin haramlığına delil göstermeye çalıştıkları,
bu ayettir. Oysa iş böyle değildir. Allah'ın
şeriatı sağdan verip soldan alır gibi, bir
ayette emrettiğini diğer ayette yasaklayacak kadar komik
değildir. Birinci ayette istenen ve gerçekleşmesinden
korkulduğunda birden fazla kadınla evliliğin
olmamasını gerektiren adalet davranış nafaka,
beraberlik cinsel ilişki ve diğer görünür durumlarda
gözetilmesi gereken adalettir. Beşeriyetin
tanıdığı en üstün insan olan Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) yaptığı gibi hiçbir
eşi bu durumların hiç birinde yoksun bırakmamak
veya öncelik tanımamak... Bu arada çevresinde bulunanlar ve
eşlerinden Resulullah'ın Aişe'yi sevdiğini ona
özel kalbî bir ilgi gösterdiğini ve bu sevgiyi
diğerleriyle paylaşmadığını bilmeyen
yoktu. Çünkü kalpler sahiplerinin egemenliğinde
değildir. Onlar Rahman'ın parmaklarından iki
parmağının arasındadırlar ve onları
dilediği tarafa çevirir. Dinini ve kalbini bilen Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) şöyle diyordu:
"Allah'ım, bu benim kontrolümde olan kısımdır.
Senin kontrolünde olup benim gücümün yetmediği bir konuda
beni kırma." (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
Bu noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden
fazla kadınla evliliği İslâm ortaya çıkarmamış,
ona sınırlama getirmiştir.
Bu noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden
fazla kadınla evliliği emretmemiş, sadece izin
vermiş ve çeşitli bağlarla bağlı
kılmıştır. İnsan hayatının gerçeklerini
ve insan fıtratının zaruretlerini
karşılamak için bu izni vermiştir. Şimdiye
kadar algılayabildiğimiz bu gerçekleri ve zaruretleri
anlatmıştık. Ancak, bunların ötesinde başka
nesillerde başka zorunluluklar da olacaktır
kuşkusuz.
Rabbani metodun öngördüğü her hüküm ve direktifin
arkasındaki hikmet ve iyiliğin insanlar tarafından
tarihin herhangi bir döneminde tam anlamıyle
algılanmaması gibi... İnsanlar,
sınırlı idrakleri aracılığıyla
kısa tarihlerinin herhangi bir döneminde algılasalar da
algılamasalar da hikmet ve iyilik her ilahi hükmün arkasında
birer zorunluluk ve birer olgu olarak varolmuşlardır.
Ardından, adaletin gerçekleşmesinden korkulduğu
zaman ayet-i kerimenin öngördüğü ikinci uygulamaya
geçiyoruz:
"...Ama eğer onlar arasında adil
davranamayacağınızdan korkarsanız tek
kadınla evleniniz, ya da elinizin altındaki cariye ile
yetininiz."
Yani birden fazla kadınla evlenildiğinde adaletin gözetilmeyeceğinden
korkulursa bir taneyle yetinilmelidir. Bu sınırı
aşmak doğru değildir. Ya da "sahip
olduğunuz" kadın esirlerden evlenmek ya da cariye
edinmek suretiyle seçebilirsiniz.
Burada ayet herhangi bir sınırlama getirmiyor. Fi
Zılâl'in ikinci cüzünde kölelik sorunu üzerinde
özetleyerek kısaca durmuştuk. Burada da özel olarak
cariyeden yararlanma sorununu iyice açıklamakta yarar
vardır.
Cariye ile evlilik, onun insanlık itibar ve şerefinin
iadesidir. Bu, kendisinin ve soyunun efendisinden özgürlüğünü
kazandığı meziyetlerden biridir. Efendisi evlenme
anında azat etmese bile, doğum yaptığında
"çocuk anası" olarak adlandırılır
ve efendisinin onu satması yasaklanır. Efendisinin
ölümünden sonra da özgür olur. Çocuk ise doğduğu günden
itibaren özgürdür.
Evlenmeksizin cariyeyle birlikte olma halinde de durum
böyledir. Doğurduğu zaman "çocuk anası"
sıfatını kazanır ve satılması
yasaklanır. Efendisinin ölümünden sonra da özgür olur.
Efendisinden doğurduğu çocuk efendisi tarafından
nesebi olarak kabul edilirse o da özgür olur. Bu da geleneklerin
ortaya çıkardığı bir şeydir.
Evlilik ve birlikte olma, İslâm'ın öngördüğü
birçok özgürlük yollarından iki tanesidir. Bununla
beraber evlenmeksizin cariyelerle birlikte olma olayı ile
ilgili olarak nefiste bir kuşku söz konusu olabilir. Bu
yüzden -orada da açıkladığımız gibi- kölelik
sorununun bütünüyle zorunlulukların ortaya çıkardığı
bir sorun olduğunu hatırlamamız yerinde
olacaktır. Allah'ın şeriatını uygulayan müslümanların
önderinin ilan ettiği savaşta köle edinmeyi doğuran
zorunluluk cariyelerle birlikte olmayı da
doğurmuştur. Çünkü öte tarafta hür ve iffetli
müslüman kadınların esir düşmeleri bundan çok
daha kötü bir durumdur.
Esir düşmüş bu cariyelerin hayatlarında göz
önünde bulundurulması gereken birtakım fıtri
isteklerinin olduğunu da unutmamamız gerekmektedir. Gerçek
anlamda insan fıtratını gözeten pratik bir
düzende bu durumun ihmal edilmesi düşünülemez. Kölelik
düzeni sürdükçe bu istekler ya evlilik yoluyla çözümlenecek
ya da efendisinin evlenmeksizin birlikte olmasıyla
çözümlenecektir. Bu da cahiliyede olduğu gibi fıtri
ihtiyaçlarını fuhuş veya metres hayatıyla
karşılamak suretiyle toplumda ahlâki çöküntünün ve
önü alınmaz cinsel taşkınlığın
yayılmasını önlemek amacına yöneliktir.
Ancak bazı asırlarda cariyelerin, satın alma, kaçırma
ve köle ticareti yoluyla çoğaltılıp saraylarda
toplatılmaları, hayvansal cinsi arzuların tatmini için
bir araç edinilmeleri, içki, dans ve müzik eşliğinde
cariyeler arasında eğlence gecelerinin düzenlenmesi...
Ve bize aktarılan doğru haberlerde veya abartmalarda
aktarılan daha nicesi... Bunlara gelince, bunların tümü
de İslâmî değildir. Bunlar İslâm'ın
işi değildir. İslâm'ın işaretiyle de
olmuş değildir. İslâm düzenine mal edilmesi ve
onun tarihsel olgusuna eklenmesi doğru değildir.
İslâm'ın tarihsel olgusu, onun temelleri, düşüncesi,
şeriat ve ölçüleri uyarınca
oluşanıdır. İslâm'ın tarihsel olgusu
yalnızca budur. Kendilerini İslâm'a dayandıran
toplumların hayatlarında meydana gelen İslâm'ın
temellerine ve ölçülerine aykırı uygulamalara gelince
onları İslâm'dan saymak yanlıştır.
Çünkü bu İslâm'dan sapmadır.
İslâm herhangi bir müslüman ulusun pratiği
dışında bağımsız bir yapıya
sahiptir. İslâm'ı müslümanlar meydana getirmiş
değildir. Fakat müslümanların varlığı
İslâm sayesindedir. İslâm köktür, müslümanlarsa
dal konumundadırlar, onun ürünü durumundadırlar. Bu yüzden
insanların yaptığı ya da
anladığı şeyler İslâm düzeninin
temelini veya İslâm kavramının esasını
sınırlandıramaz. Ancak insanların
pratiğinden ve anlayışından
bağımsız İslâm'ın değişmez
temeline uygun olması müstesna. İslâm'ın
değişmez temel kuralları, uygun olanı veya
olmayanı bilmeleri için her nesilden insanların pratik
yaşayışlarını ve
anlayışlarını ölçtükleri ölçüt
konumundadırlar.
İnsan öncelikle İslâm düşüncesinden ve
kendileri için düzenledikleri görüşlerden kaynaklanan
yeryüzü düzenlerinde durum böyle değildir. Böyle bir
durum, mümin olduklarını iddia etseler de Allah'ı
inkar edip cahiliyeye döndüklerinde söz konusudur. Çünkü
Allah'a imanın başta gelen belirtisi, hayat düzenini
O'nun metodundan ve şeriatından almaktır. Bu büyük
temel olmaksızın imandan söz edilemez. Böyle bir
durumda insanların kendileri için koştukları sonra
da kendi kendilerine uyguladıkları prensiplerin
anlamını sınırlandıran onların
değişken anlayış ve hayat düzenlerindeki gelişen
durumlardır.
İnsanların kendi kendilerine meydana getirmedikleri
ancak, insanların Rabbi, onların
yaratıcısı; razıkı ve sahibi olan
Allah'ın insanlar için meydana getirdiği İslâm
düzenine gelince... Evet, insanlar bu düzende ya ona tabi
olacaklar ve durumlarını ona uyduracaklar bu durumda da
pratikleri İslâm'ın tarihsel pratiği olacak ya da
ondan sapacak veya büsbütün ayrılacaklar bu da İslâm'ın
tarihsel pratiği sayılmayacaktır. Çünkü bu durum
İslâmdan sapmadır.
İslâm tarihine bakarken bu değerlendirmeyi göz
önünde bulundurmak zorunludur. Çünkü İslâm'ın
tarih tezi bu değerlendirmeye dayanmaktadır. Bu da
toplumun fiili duygusunu kuram ya da pratik yorumu olarak kabul
eden, görüş ve ekollerin gelişmesini toplumun bu görüşe
ilişkin değişken anlayışlarında
araştıran diğer tarih tezlerinden
ayrılmaktadır. Bu görüşü İslâm'a uygulamak
onun kendine özgü tabiatına ters düştüğü gibi
gerçek İslâm anlayışının
kavranmasında da büyük tehlikelere neden olur.
Son olarak ayet-i kerime bu uygulamaların tümünün
hikmetini açıklamakta ve bunun zulümden kaçınma ve
adaleti gerçekleştirme olduğunu bildirmektedir.
"Haksızlığa düşmemeniz için en uygun
hareket budur."
İşte bu... -Haklarında adaleti yerine
getirmeyeceğinden korktuğunuzda- yetim kızlarla
evlenmekten uzak durmanız. Onların
dışındaki kadınlardan -ikişer, üçer,
dörder evlenmeniz adaleti yerine getiremeyeceğinizden
korktuğunuzda- bir tanesiyle evlenmeniz veya sahip
olduğunuz cariyelerle yetinmeniz.. "Haksızlığa
düşmemeniz için en uygun hareket budur."
Yani bu durum haksızlık ve zulüm yapmamamıza
daha elverişlidir.
Böylece, adalet ve eşitliği
araştırmanın bu metodun öngördüğü bir
durum olup her parçasının hedefinin de bu olduğu
ortaya çıkmış oluyor. Aile yuvasında adaleti
gözetmekse en uygun olanıdır. Çünkü aile tüm
toplumsal yapının ilk tuğlası ve genel
toplumsal hayata atılmanın ilk noktasıdır.
Nesiller burada olgunlaşır. Burası
şekillenmeye müsait işlenebilir yumuşak bir
ortamdır çünkü. Şayet bir toplum adalet, sevgi ve
barışa dayanmazsa o toplumun tümünde adalet, sevgi ve
barışın yer etmesi mümkün değildir.
KADIN HAKLARI
Daha sonra ayet-i kerimenin akışı yetimlerin gözetilmesine
ilişkin sözünü tamamlamadan önce -kendi isimlerini alan
bu surenin ilk bölümü kendilerine ayrılan- kadın
haklarını belirtmeye geçerek şöyle buyuruyor:
"Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu
ile veriniz. Fakat eğer onlar mehirlerinin bir bölümünü
gönüllü olarak size bağışlar ise bunu afiyetle
yiyiniz."
Bu ayet mehir konusunda kadına açık ve kişisel
bir hak kazandırıyor. Bu hakkın cahiliye toplumunda
çeşitli şekillerde yenilmesini haber veriyor. Bunlardan
bir tanesi, sanki kadın alışveriş
metaıdır. O da sahibiymiş gibi velinin mehri
kendine almasıdır. Bir tanesi de evlilikte
"değiş tokuştu", velisinin himayesindeki
kadını almak isteyen kişinin himayesindeki
kadını karşılığında almak
suretiyle evlendirmesiydi. Birine karşılık
diğeri. İki veli arasında yapılan bir
alışverişti bu, kadınların hiçbir payı
söz konusu değildi. İki hayvan değiştirilir
gibi... İslâm bu tür evliliklerin tümünü yasakladı.
Evliliği iki kişinin isteyerek ve seçerek birleşmesine
dönüştürdü. Mehri de kadının kendisi için aldığı
bir hak şekline soktu velisi için değildi.
Kadının buna almayı bir farz ve karşı
gelinmez bir görev olarak algılaması için mehrin
adlandırılmasını ve belirlenmesini de zorunlu
kılmıştır. Erkeğin bunu
karşılıksız olarak vermesini şart
koşmuştur. Yani temiz bir bağlı olarak gönül
hoşluğuyla bağış ve hibe verir gibi
yerine getirmelidirler. Ancak bundan sonra kadın
kocasına mehrinin bir kısmını ya da tümünü
gönül hoşluğuyla birşey verirse bu onun
bileceği bir iştir. Gönül hoşluğuyla ve içten
gelerek bunu yapabilir. Erkek de karısının gönül
hoşluğuyla verdiğini alabilir. Helal ve temiz
olarak afiyetle ve kolaylıkla yiyebilir. Çünkü iki eşin
arasındaki ilişkiler, tam bir hoşnutluğa,
mutlak bir seçime, kalpten gelen bir hoşgörüye ve
şuradan buradan toz bulaşmayan sevgiye
dayanmalıdır.
İşte bu uygulamayla İslâm, kadının
kendisi, mehri, hakkı, canı, malı, şeref ve
konumuna ilişkin cahiliye tortularını hayattan
uzaklaştırmak istemiştir. Bu arada erkekle
kadın arasındaki bağları da
kurutmamıştır. Konuyu sadece kanunun
kesinliğine dayandırmamıştır.
Karşılıklı hoşgörü, hoşnutluk ve
sevginin de bu ortak hayatta yer almalarını ve bu
hayatın atmosferin yumuşaklıklarıyla
nemlendirmelerini sağlamıştır.
ÖZEL MÜLKİYET
Ayetlerin akışı -yetim kızlarla ve
diğer kadınlarla evliliği teşvik eden-
kısmı sona erince yetimlerin malına dönmekte ve
surenin ikinci ayetinde yetimlerin mallarının
verileceği ilk merci özet bir şekilde ifade edildikten
sonra burada da mallarının geri verilmesine ilişkin
hükümleri ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.
Bu mal yetimlerin malı da olsa -bundan önce- toplumun malıdır.
Yüce Allah, bunu toplumun ayakta kalması için bahşetmiştir.
Ve toplum bu maldan en güzel bir şekilde yararlanmak
durumundadır. Çünkü öncelikle tüm malların sahibi
toplumdur. Yetimler veya varisleri -toplumun izniyle- bu malı
arttırmak için ellerinde bulundururlar. Malı çoğaltıp
arttırabildikleri, tasarruf ve idaresinde yetkinlik gösterdikleri
sürece hem kendilerini hem de toplumu bu maldan yararlandırırlar.
-Bütün hak vakayıtlarıyla özel mülkiyeti bu
çerçeveye oturtmak lazımdır.- Malın idaresini ve
arttırmasını beceremeyen mal sahibi sefih
(zayıf akıllı) yetimlere gelince, özel mülkiyet
hakları sürse ve bu hak ellerinden alınmasa bile bu mal
kendilerine teslim edilmez ve onlara mal üzerinde tasarruf ve
yönetme yetkisi verilmez. Büyük insanlık ailesinin genel
dayanışma temeli olan ailesel dayanışmayı
gerçekleştirmek için yetime yakınlık derecesi göz
önünde bulundurularak, toplum içinde toplumun bu malını
en iyi idare edecek birine verilir tasarruf yetkisi. Bununla
Beraber, sefihin (zayıf akıllı) malındaki geçinme,
giyinme ve güzel muamele hakkı her zaman mevcuttur:
`Allah'ın sizi başına diktiği malları
aptalların (akli dengesi yerinde olmayanların) ellerine
vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz, giydiriniz
ve kendilerine güzel söz söyleyiniz."
Akılsızlık ve olgunluk -büluğ çağından
sonra- anlaşılır. Bu olay hükümlerle anlamının
açıklanmasını gerektirmeyecek şekilde
geleneksel olarak bilinmektedir zaten.
Çevre, olgun kişiyi sefih (zayıf akıllı)
ten ayırd edebilmektedir. Şunun olgun şunun da
sefih olduğunu görmektedir. Çünkü buluğa ermedikçe
bu görev yerine getirilemez. "Yetimleri evlenme çağına
gelene kadar deneyiniz. Eğer
olgunlaştıklarını görürseniz hemen mallarını
kendilerine teslim ediniz. Yetimler büyüyecek endişesiyle
bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin veliler bu mallara hiç
el sürmesinler. Fakir veliler ise bu malların geleneklere
uygun düşec
ek kadarım
yesin. Yetimlerin mallarını teslim ederken
yanınızda şahit bulundurunuz. Gerçi hesap sorma
merci olarak Allah yeter."
Nassın genel havasında rüşt çağına
geldiğinde yetime malının teslim edilişi
uygulamasındaki dikkat sezilmektedir. Ayrıca,
yalnızca -büluğdan sonra- olgunlaşması
anında mallarını tam ve eksiksiz olarak çabucak
verilmesinin zorunluluğu da gözlenmektedir. Bu arada malı
elinde bulunduranın koruması, sahip çıkması,
büyüyüp teslim etmeden önce çabucak yiyip israf etmemesi de
telkin edilmektedir. Ancak -velinin zengin olması durumunda-
idare etmesi karşılığında az birşeyi
alması muhtaç olması durumunda ise en
sınırlı biçimde ondan birşeyler yemesi
hoş karşılanmaktadır. Malın tesliminde
şahitlerin bulunması da belirtilmektedir.
Ayetin sonunu da Allah'ın herşeyi gördüğü ve
hesaba çekeceğinin hatırlatılması
oluşturmaktadır.
"Gerçi hesap sorma merci olarak Allah yeter."
Bütün bu tekitler, ayrıntılı açıklamalar,
bunca hatırlatma ve sakındırmalar, toplumdaki
zayıfları oluşturan yetimlerin malları
üzerindeki çevrenin yaygın geleneğin
değişmesinin, herhangi bir yolla oynanmasına imkan
bırakmayacak şekilde bunca sıkı tutmaya, bunca
tekide ve ayrıntılı açıklamaya muhtaç olduğunu
göstermektedir.
Rabbani metod ruhlarda ve toplumlarda yereden, cahiliye
alametlerini kaldırıyor, toplumun çehresindeki cahili
çizgiyi silip yerine İslâm'ın güzelliğini
yerleştiriyordu. Böylece Allah korkusu ve O'nun gözetiminin
gölgesinde, duygulan, gelenekleri, hüküm ve kanunlarıyla
yepyeni bir toplum meydana getiriyordu. Bunları da hükümlerinin
uygulanması için son güvence olarak belirliyordu. Zaten,
herhangi bir hüküm için yeryüzünde bu takvadan ve bu
gözetimden başka güvence söz konusu değildir.
"Hesap sorma merci olarak Allah yeter."
Cahiliye döneminde Araplar, -çoğunlukla- genç kızları
ve kız çocuklarını basit bir miktarın
dışında mirastan yoksun
bırakırlardı. Çünkü ne bunlar ne de onlar ata
binip düşmanı karşılayamazlardı. Oysa
İslâm -temelde mirası derecelerine ve sonradan
belirlenecek paylarına göre- tüm akrabalar için bir hak kılmıştır.
Bu durum, bir ailedeki fertler arasında ve genel anlamda tüm
insanlar arasında dayanışma hususundaki İslâm'ın
görüşüne uygundur. "Ganimet elde eden zorluklarına
katlanmalıdır" kuralı uyarınca akrabalar,
muhtaç olması durumunda akrabanın nafakasından
sorumlu oldukları gibi öldürme durumunda diyet vermekte ve
yaralamada karşılığını vermekte güvence
konumundadırlar. O halde -mal
bıraktığında- akrabalık derecesi ve
sorumluluğu oranında ona varis olmaları adaletin
gereğidir. İslâm tam ve uyumlu bir düzendir.
Mükemmellik ve uyumluluğu, hak ve görevleri dağıtımında
açıkça görülür.
Genel anlamda mirasın temeli budur. Kimi zaman miras
ilkesi etrafında orada burada koparılan yaygaraları
duymuyor değiliz. Ancak bu, insan tabiatından ve
hayatının pratik şartlarından habersiz ve
Allah'a karşı büyüklük taslamaktan başka
birşey değildir.
Kuşkusuz İslâm'ın toplumsal düzeninin dayandığı
esasların kavranması bu şamatalara kesin bir
sınır koyar.
Bu düzenin temeli dayanışmadır. Bu
dayanışmanın İslâm'ın öngördüğü
temellere oturması için de insan ruhundaki değişmez
fıtri eğilimlere dayanması gerekir. Çünkü bu eğilimleri
yüce Allah boşuna yaratmamış aksine insan
hayatında temel bir rol oynamaları için yaratmıştır.
Uzak-yakın aile bağları gerçek fıtri
bağlar olduklarından herhangi bir nesil tarafından
seçilemedikleri gibi tüm nesiller tarafından da seçilemez
tabiatiyle. Bu yüzden bu bağların ciddiyeti,
derinliği ve hayatın yükselmesi, korunması ve
ilerlemesine olan etkisini tartışmak laf
kalabalığından öteye geçmez. Bu nedenle saygıyı
hak etmez. Bu yüzden İslâm, aile içindeki dayanışmayı
genel toplumsal dayanışma yapısının temel
taşı kılmıştır. Mirası da aile
içindeki bu dayanışmanın belirtisi
kılmıştır. Buna ilaveten genel toplumsal ve
ekonomik düzen içindeki başka görevleri de vardır.
Şayet bu adım yetersiz kalır ve
dayanışmaya ihtiyaç gösteren tüm durumları
kapsamına alamazsa bu durumda önceki adımı
tamamlamak ve güçlendirmek için bilinen yerel toplum içinde
ikinci adım atılır. Bu da yetersiz kalırsa,
ailenin ve sınırlı yerel toplumun çabalarına
rağmen eksik kalmış yardımlaşma ve
dayanışmayı tamamlamak için müslüman devletin
rolü devreye girer. Böylece bütün ağırlık
devletin genel organlarının omuzuna yüklenmemiş
olur. Öncelikle.. Aile ya da küçük bir topluluk içindeki
dayanışma latif ve şefkatli duyguların
oluşmasını sağladığı için. Bu
duyguların etrafında yardımlaşma ve
karşılıklı vermenin meziyetleri yapmacık
olmayan tabii bir gelişme sağlar. -Üstelik bu duygular,
alçak, uğursuz ve kötü kimselerden başkasının
ortadan kaldıramayacağı duygulardır: Özel
şekliyle aile içindeki dayanışmaya gelince bu,
fıtrata uygun tabii etkiler meydana getirir. Ferdin
kişisel çabasının etkilerinin akrabalarına -özellikle
zürriyetine- döneceğini bilmesi onu, çabasının
arttırmaya sevk eder. Bu durumda, dolayısıyle
toplum kazançlı çıkar. Çünkü İslâm fertle
toplum arasına mesafeler koymaz. Ferdin sahip olduğu
herşey, ihtiyaç duyulduğunda sonuçta toplumun malıdır.
Bu son kural -dendiği gibi- yorulmayan ve çaba sarf
etmeyen kimselerin varis olmasına ilişkin yüzeysel
itirazları ortadan kaldırmaktadır. Çünkü şu
varis bir yönden miras bırakanın devamıdır.
Sonra kendisi mal sahibi olduğunda miras bırakanın
muhtaç olması halinde ona bakmakla yükümlüdür. Ayrıca,
genel dayanışma kuralı uyarınca kendisi ve
sahip bulunduğu şeyler sonuçta ihtiyaç duyduğunda
toplum içindirler.
Nitekim varis ile miras bırakan -özellikle zürriyet-
arasındaki ilişki mal ile sınırlı
değildir. Mal üzerindeki veraseti ortadan kaldırsak
bile, aralarındaki diğer bağları ve başka
alanlardaki veraseti kesemeyiz.
Anne, baba, dedeler ve tüm akrabalar, çocuklarına,
torunlarına ve akrabalarına sadece mal bırakmazlar,
iyilik ve kötülük yeteneklerini, hastalık ve
sağlık konusunda kalıtımsal özellikler, sapıklık,
doğruluk, güzellik, çirkinlik, zeka ve aptallık gibi
şeyler de bırakırlar. Bu özellikler varislere de
geçer, hayatlarını etkiler ve ebediyyen onları
terk etmezler. Onlar kendilerini hastalık sapıklık
ve aptallıktan kurtaramadıkları gibi -tüm araçlarıyla-
devlet de onları bu kalıtımlardan kurtaramaz.
İşte insan hayatındaki pratik fıtri
oluşlar ve bunların dışında daha birçok
toplumsal yararlar için, yüce Allah miras hükmünü koymuştur.