50- Eski dönemlerde yaşamış
Adoğullarını yokeden O'dur.
51- Semudoğullarının da. Kazıdı köklerini.
52- Daha önce de Nuh'un soydaşlarını
yoketmişti. Çünkü onlar son derece zalim ve azgın
kimselerdi.
53- Lût'un soydaşlarının
yaşadıkları yöreleri alt-üst eden O'dur.
54- Buraları yerin dibine O geçirmiştir.
55- Ey insanoğlu, öyleyse Rabb'inin hangi nimetinden kuşku
duyuyorsun?
56- Bu Peygamber de eski uyarıcıların bir
halkasıdır:
57- Kıyamet günü iyice yaklaştı
58- Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan
savamaz.
59- Bu Kur'an sizin tuhafınıza mı gidiyor?
60- Onu dinlerken ağlayacağınıza gülüyorsunuz,
öyle mi?
.
61- Gaflet içinde yüzüyorsunuz, değil mi?
62- Haydi, hemen Allah'a secde ediniz, O'na kulluk ediniz.
Bu ayetler bizi hızlı bir geziye çıkarıyor.
Gezi her yok edilmiş eski ümmetin kalıntıları
önünde verilen kısa molalardan oluşmuş, bilinci
ürperten, çarpıcı dokunlar içermektedir.
Kur'an okuyucuları Adoğullarını,
Semudoğullarını ve Nuh'un
soydaşlarını çeşitli ayetlerin verdikleri
bilgiler sayesinde yakından tanıyorlar. Ayetin
orjinalinde "Mutefike" lâkabı ile anılan
toplum ise Hz. Lût'un ümmetidir.
İftiracı,uydurmacı ve sapık tutumları yüzünden
bu lâkap ile anılıyorlar.
Yüce Allah'ın bu toplumları ve
yaşadıkları yurtları derinliklere
batırmış, toprağa gömmüş, ayetin deyimi
ile "yerin dibine geçirmiştir." Bu ifade
belirsizlik, korkunçluk ve ürkütücülük yansıtmaktadır.
İfadenin sözcükleri arasında yok edilmenin, yerin
dibini boylamanın, ağır gazaba çarpılmanın
somut tablolarını nerede ise görür gibi oluyoruz. Dile
getirilen ilahi gazap herşeyi kapsıyor, her yeri
örtüyor ve belirsiz hale getiriyor. Son ayeti bir daha okuyoruz:
"Ey insanoğlu, öyleyse Rabb'inin hangi nimetinden kuşku
duyuyorsun?" Demek oluyor ki, eski dönemlerde gerçekleşen
bu toplu yoketmeler yüce Allah'ın insanlığa yönelik
birer nimeti, birer lütfudur. Öyle ya, sözkonusu olaylarda aslında
kötülük yok edilmemiş miydi? Doğruluğun balyozu
altında eğriliğin beyni ezilmemiş, vücudu dağılmamış
mıydı? Bu olaylar ibret alanlar ve olup bitenlerden ders
çıkaracaklar için geride yararlanılacak belirtiler
bırakmamışlar mıydı? Bütün bunlar birer
nimet değil mi? O halde yüce Allah'ın hangi nimetini
kuşku ile karşılıyorsunuz? Ayet herkese, her
kalbe ve yüce Allah'ın uygulamalarını akıl süzgecinden
geçirerek belalarda bile O'nun nimetini görebilen her kula
sesleniyor.
Gerek insanın iç dünyasına ve gerekse dış
dünyaya yansıyan ilahi iradenin görüntüleri gözden
geçirildikten sonra gözlerimizin önüne serilen eski milletlere,
peygamberlerini yalanlayan toplumlara ilişkin toplu
yokediliş sahnelerinin külleri karşısında çınlayan
müthiş ve tüyler ürpertici bir çığlıkla
sarsılıyoruz. Bu son çığlık sanki büyük
kıyametin eşiğinde kulak zarlarımızı
titreten bir alarm çanıdır. Okuyoruz:
"Bu Peygamber de eski uyarıcıların bir
halkasıdır.
Kıyamet günü iyice yaklaştı.
Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan
savamaz."
Peygamber olup olmadığı hakkında kuşku
duyduğunuz, uyarıcılık görevini onaylamak
istemediğiniz bu Peygamber var ya? O eski
uyarıcılar zincirinin bir halkasıdır; şu
güne kadar o eski uyarıcıları birçok uyarıcılar
izlemiştir. Dehşet dolu günün eşiğindesiniz.
Ortalığı silip süpürecek olan korkunç bir afetin
günü yaklaştı.
Sözü edilen felaket ve dehşet günü, ya bu Peygamberin
sizi tehdit ettiği kıyamet günüdür ya da yüce
Allah'tan başka hiç kimsenin türünü ve zamanını
bilmediği bir azabın dehşetidir. Bu azabın
dehşetinden sizi ancak yüce Allah kurtarırsa
kurtarır. Ayetin deyimi ile
"Onun
dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan
savamaz."
Koyu tehlike yakınınızdayken ve aranızdaki
iyi niyetli uyarıcı sizi kurtuluşa çağırırken
sizler umursamazlık içinde yüzüyor, boş şeyler
ile oyalanıyorsunuz, durumunuzu değerlendirmekten uzak
duruyor, aklınızı başınıza getirmeye
yanaşmıyorsunuz. Devam edelim:
"Bu Kur'an sizin tuhafınıza mı gidiyor?
Onu dinlerken ağlayacağınıza gülüyorsunuz,
öyle mi?
Gaflet içinde yüzüyorsunuz, değil mi?"
Ayetteki orjinal deyimle "bu söz" yani Kur'an, son
derece ciddi ve önemlidir İnsanların omuzlarına büyük
görevler yüklediği gibi aynı zamanda kendilerini
eksiksiz bir hayat sistemine iletiyor. Öyleyse onun nesini tuhaf
görüyorlar, neresine gülüyorlar? Oysa onun yansıttığı
katıksız ciddiyet, önerdiği büyük
yükümlülükler ve insanları bekleyen, yeryüzündeki
hayatlarına ilişkin hesaplaşma, bütün bunlar ağlanacak
bir durumla karşı karşıya
olduklarını gösterir, üstelik o hesaplaşmanın
ötesinde daha nice korkunçluklarla ve sıkıntılarla
yüzyüze geleceklerdir.
Bu noktada müşriklere gök gürlemesini andıran bir
uyarı yöneltiliyor. Kulaklarını ve gönüllerini tırmalayan
yüksek bir ses tonunun yankısı ile
sarsılıyorlar. Uçurumun kenarında titreşen bu
şaşkınları kendi insiyatifleri ile
yapmaları gereken bir görevi yerine getirmeye çağırıyor.
Okuyoruz:
"Haydi, hemen Allah'a secde ediniz, O'na kulluk ediniz.
Uzun bir hazırlama aşamasından sonra sure,
işte bu kalpleri titreten, ürpertici ve akılları
baştan alıcı bir çığlıkla
noktalanıyor.
Bundan dolayı adamlar hemen secdeye kapandılar. Müşrik
oldukları halde secdeye vardılar. Vahyi ve Kur'an'ı
şüphe ile karşıladıkları, Allah ve
Peygamber hakkında tartıştıkları halde
secdeye yattılar.
Kalplerine ardarda inen bu müthiş darbelerin etkisi
altında alınlarını yere koydular.
Peygamberimiz bu sureyi okuyor. Dinleyiciler arasında müslümanlar
da vardır, müşrikler de. Surenin sonunda Peygamberimiz
secdeye kapanınca bütün müslüman ve müşrik
dinleyicileri O'nunla birlikte secdeye varıyorlar.
Kur'an'ın bu müthiş etkisine karşı
koyamıyorlar, onun büyüleyici yaptırım gücü karşısında
direnemiyorlar. Bir süre sonra kendilerine geldiklerinde anlaşılıyor
ki, yaptıkları secdenin bilincinde değildirler.
Tıpkı secde ederken ne yaptıklarının
bilincinde olmadıkları gibi.
Değişik kanallardan gelen rivayetler bu olayı
aktardıktan sonra bu şaşırtıcı
gelişmeyi açıklama konusunda farklı görüşler
öne sürüyorlar. Oysa olay aslında garip ve
şaşırtıcı değildir. Sebep şu
Kur'an'ın hayret verici etkisi ve gönüllere yönelik müthiş
yaptırım gücüdür.
GARANİK OLAYI VEYA ŞEYTAN AYETLERİ
Değişik rivayet kanallarının bize
aktardığı bu olay, yani müşriklerin müslümanlarla
birlikte secde etmeleri olayı, uzun zaman kafamı
kurcaladı. Onu bir türlü açıklayamıyor,
tutarlı bir nedene bağlayamıyordum. Fakat daha
sonra yaşadığım bir olay, bu olayın içimde
meydana getirdiği duygusal deneyim ufkumu genişletti. Bu
deneyim sayesinde artık sözkonusu olayı açıklayabilmiş,
asıl sebebini açık bir biçimde görebilmiştim.
"Garanik Olayı" diye anılan bu olay
hakkındaki uydurma rivayetleri daha önce okumuştum.
İbn-i Saad, "Tabakat" adlı eserinde ve
İbn-i Cerir lâberi, ünlü "'Tarih"inde bu
rivayetleri aktardıkları gibi kimi tefsir bilginleri de
aşağıdaki ayetleri açıklarken bu söylentilere
yer vermişlerdir.
"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve
nebiler birşey dilediklerinde şeytan, bu dileklerine
mutlaka birtakım beşeri arzular
karıştırırdı. Fakat Allah,
şeytanın körüklediği bu arzuları her
defasında giderek arkasından ayetlerini
pekiştirirdi. Allah herşeyi bilir ve her
yaptığı yerindedir
.
Amaç şeytanın körüklediği bu arzular vesilesi
ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri sınavdan
geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece
uzak düşen bir ayrılığa
saplanmışlardır." (Hacc Suresi, 52-53)
Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir, tefsirinde bu
rivayetlerden sözederken "Bunların tümünün rivayet
zincirlerinde kopukluk var, aralarında rivayet zincirinin
halkaları tamam olanına rastlamadım" der.
Bu rivayetlerin en ayrıntılısı, hurafelere
en az batmış olanı ve Peygamberimize yönelik en az
iftiraya yer vereni İbn-i Hatem'in aktardığı
şu rivayettir. İbn-i Hatem diyor ki: Musa b. Ebu Musa
Kufî'nin, Muhammed b. İshak b. Şeybi, Muhammed b.
Fuleyh ve Musa b. Akabe kanalı ile bize
anlattığına göre İbn-i Şihab şöyle
diyor:
"Necm suresi inmişti. O günlerde müşrikler
şöyle diyorlardı: Eğer bu adam (yani
Peygamberimiz) bizim tanrılarımız hakkında
saygılı bir dil kullansa biz de onu ve
arkadaşlarını anlayışla
karşılardık. Fakat o bizim
tanrılarımıza karşı, dininin öbür karşıtları
olan yahudilere ve hristiyanlara karşı
kullandığından daha sert ve kırıcı sözler
kullanıyor.
Bu sıralarda müşriklerin Peygamberimize ve
arkadaşlarına yönelik baskıları ve yalanlama
girişimleri doruk noktasına
ulaşmıştı. Peygamberimiz bu eziyetlerden
bıkmıştı, adamların
sapıklıkları O'nu üzüyor, bir an önce doğru
yola gelmelerini temenni ediyordu. Necm suresi inip de "Lât
ve uzza hakkındaki görüşünüz nedir? Ya bunların
öbürü, üçüncüsü olan Menat hakkında ne düşünüyorsunuz?"
ayetlerini okuyunca şeytan bu putların isimlerinin söylenişinden
sonra araya girerek "Onlar kutsal kuğu
kuşlarıdırlar. Kuşku yok ki, Allah
katında onların aracılığı
umulur." dedi. Bu sözleri şeytanın kendisi
uydurmuştu, amacı zihinleri
karıştırmaktı.
Bu iki cümle bütün Mekke müşriklerinin hoşuna
gitmişti. Onları dilden dile aktarmaya
koyulmuşlardı. Olaydan son derece memnun olmuşlar
ve "Muhammed, eski dinine, atalarının inancına
döndü" diyerek bu sevinçlerini dile getirmeye yönelmişlerdi.
Bu arada Peygamberimiz, surenin son ayetini okuyup da secdeye
kapanınca müslüman ve müşrik bütün dinleyicileri de
secdeye kapandı. Sadece çok yaşlı bir ihtiyar olan
Velid b. Muğire secdeye varamamıştı. O da
avucuna doldurduğu toprağı yukarı
kaldırarak ona secde etmişti.
Her iki grup ta taraftarlarının Peygamberimiz ile
birlikte secde etmelerine
şaşırmışlardı. Müslümanlar ise müşriklerin
inanmadıkları, ikna olmadıkları halde secde
etmelerine anlam veremiyorlardı. Çünkü şeytanın
kulaklarına fısıldamış olduğu sözkonusu
cümleleri işitmemişlerdi. Müşrikler ise
istediklerine ermişlerdi. Şeytan, Peygamberimizin
dileklerine müdahale ederek araya bazı cümleler katmış
ve müşriklere bu sözleri Peygamberin kendisinin surenin bir
parçası gibi okuduğunu sandırmıştı.
Bunun üzerine müşrikler putlarına saygı gösterisi
olarak secde etmişlerdi.
Bu sözler kısa sürede halk arasına
yayıldı. Şeytan bu yayılmayı körüklemiş,
öyle ki, yankıları Habeşistan'a kadar uzanarak.
oradaki müslümanların kulaklarına kadar
varmıştı. Osman b. Maz'un ve
arkadaşlarından oluşan müslüman göçmenler
Mekkelilerin topluca müslüman olduklarını ve Peygamber
ile birlikte namaz kıldıklarını
işitmişlerdi. Velid b. Muğire'nin de avucuna
doldurduğu toprağa secde ettiğini, müslümanların
artık Mekke'de güven içinde yaşadıklarını
haber almışlar, bu yüzden hemen Mekke'ye geri dönmüşlerdi.
Ama yüce Allah, şeytanın sözlerini silip atmış,
ayetlerini sağlamlaştırmış ve bu aldatma
girişiminden korumuştu. Bu amaçla "Senden önce
gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey
dilediklerinde şeytan bu dileklerine mutlaka birtakım
beşeri arzular karıştırırdı:' diye
başlayan ayetleri indirdi. (
Hacc
Suresi, 52-53) Yüce
Allah bu konudaki kesin hükmünü açıklayıp
şeytanın uydurmalarını silince müşrikler
tekrar eski sapıklıklarına ve müslümanlara
yönelik düşmanlıklarına döndüler. Hatta bu düşmanlığın
dozajını daha da arttırdılar." İbn-i
Hatem'in sözleri burada sona eriyor.
Bu konuda daha aşırı ve daha çok iftira dolu
rivayetler de vardır. Bu rivayetler sözkonusu şeytan
uydurması cümleleri Peygamberimizin araya kattığını
ve bu işi -haşa- Kureyşli müşriklerin gönüllerini
kazanmak, onları tavlamak amacı ile
yaptığını ileri sürecek kadar ileri giderler.
Ben daha işin başından beri bu rivayetlere tümü
ile karşı çıktım. Çünkü bu iki cümle
Peygamberlerin yanılmazlığı ve Kur'an'ın
uydurma ve tahrif girişimlerine karşı
korunmuşluğu ilkeleri ile
bağdaşmadıkları gibi surenin içeriğine
de taban tabana ters düşüyorlardı. Sebebine gelince
sure baştan sona kadar müşriklerin bu putlara
ilişkin inançları ve onların çevresinde uydurulmuş
masalları alaya alan ifadelerle dolu idi. O halde bu cümlelere
surenin akışı içinde uygun bir yer bulmak asla
mümkün değildi. Bu uyuşmazlık o kadar belirgindi
ki, "Bu cümleleri şeytan sadece müşriklerin
kulaklarına fısıldamıştı, müslümanların
onlardan hiç haberleri olmamıştı" diyenlerin
görüşleri bile inandırıcı olmaktan
uzaktı. Çünkü
Mekkeli müşrikler
dillerinin ifade zevkini özümlemiş araplardı. Bu
niteliklerini gözönünde tutarak şöyle düşünelim:
Adamlar bu uydurma, bu şeytan tarafından araya
sokuşturulmuş cümleleri işittikten sonra şu
ayetleri dinlemiş olacaklardı:
"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle
mi?
Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir.
Aslında bunlar sizin ve atalarınızın
uydurduğu kuru isimlerdir. Allah, onlara ilişkin hiçbir
kanıt indirmemiştir."
"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişi adları
tapıyorlar. Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri
yoktur. Sadece sanılarının peşinden
gidiyorlar. Sanıları ise, gerçeğin
kırıntısının bile yerini tutamaz."
"Göklerde nice melek var ki, Allah'ın dilediklerine
ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça
şefaatleri hiçbir yarar sağlamaz."
Adamlar o uydurma cümlelerin arkasından bu ayetleri
işitince Peygamberimizle birlikte secdeye varmazlardı.
Çünkü bu gerçek ayetler sözkonusu şeytan
fısıltıları ile, tanrılarına yönelik
övgülerle ve onların Allah katında aracılık
fonksiyonu üstleneceklerinin beklenmesi gerektiği yolundaki
vurgulama ile asla bağdaşmaz. Zira Mekke müşrikleri
bu rivayetleri uyduranlar kadar aptal değillerdi. Daha
sonraları ya maksatlı olarak ya da bilmeyerek
batılı oryantalistler o aptalca uydurmalara dört elle
sarılmışlardır.
Durum böyle olunca gerek müşriklerin Peygamberimizle
birlikte secde etmelerinin ve gerekse göçmen müslümanların
Habeşistan'dan dönmelerinin ve bir süre sonra başka müslümanlarla
birlikte oraya geri gitmelerinin başka sebepleri
olmalıydı.
Göçmen müslümanların neden önce Habeşistan'dan döndüklerini
ve bir süre sonra niçin başkaları ile birlikte tekrar
oraya gittiklerini incelemenin yeri burası değildir.
Müşriklerin secde etmelerine gelince burada bu konu
üzerinde durmamız gerekir.
Uzun bir süre bu secde olayına tutarlı bir sebep
aradım. Arasıra böyle bir olayın
olmadığını, sadece Habeşistan göçmenlerinin
iki-üç ay sonra geri dönmelerini açıklamak için ileri
sürüldüğünü düşünüyordum. Çünkü bu kısa
süreli dönüşün mutlaka bir sebebi olmalıydı.
İşte bu tereddütlü günlerimden birinde yukarda
sözünü ettiğim özel psikolojik deneyimi yaşadım.
Kafamdaki tereddüt bulutlarını dağıtan olay
şu oldu: Gecenin birinde idi. Birkaç arkadaş
toplanmış, aramızda sohbet ediyorduk.
Derken bir ara kulağımıza Kur'an sesi geldi.
Sesin kaynağı yakınımızda idi. Necm
suresi okunuyordu. Konuşmayı keserek Kur'an'ı
dinlemeye koyulduk. Okuyanın sesi etkileyici ve güzeldi.
Kelimeleri tek tek ve çarpıcı bir ahenkle okuyordu.
Yavaş yavaş okunan ayetlerin ahengine ve içeriğine
kapıldım. Peygamberimizin yüceler alemine yönelik
yolculuğunu O'nun kalbi ile birlikte yaşadım. Cebrâil'i,
Allah tarafından yaratıldığı asıl
kılığı ile gördüğü sahneyi O'nunla
birlikte yaşadım. Eğer insan düşünecek,
hayal etmeye çalışacak olursa ne müthiş, ne çarpıcı
bir olaydır bu! Peygamberimizle birlikte o yüce ve uyarıcı
yolculuğu yaşadım. "En uçtaki ağacın
(Sidret-ül Münteha'nın) yanında, "Me'va"
cennetinin yanında O'nunla birlikte oldum. Hayal gücümün
elverdiği, sezgimin kanat çırpabildiği,
duygularımın ve algılarımın
kaldırabildiği oranda O'nunla birlikte
yaşadım. O'nun önderliğinde müşriklerin
sapıklıklarını kavramaya çalıştım.
O zavallıların meleklerin niteliklerine ilişkin
masallarının, onları ilah sayan
saplantılarının, onların erkek ya da dişi
olduklarına yönelik kuruntularının ne kadar saçma
olduğunu, bu iddiaların ilk okunuşta
yıkılan oyuncak çocuk çadırlarına ne kadar
benzediklerini gönlümün derinliklerinde hissettim.
"İnsan" denen varlığın topraktan
yaratılışını ve analarının
karnındaki "cenin"leri somutlaştıran
sahnelerin önünde durdum. Yüce Allah'ın bilgisi bu
olayları tek tek izliyor, onları kapsamı içinde
tutuyordu. Surenin son kesitindeki ardışık
dokunuşların etkisi altında bütün vücudum
titremeye başladı. Bilgimize kapalı
"gayb" alemini yüce Allah'tan başka hiç kimse
göremiyordu. Kayda geçen "ameller'in hiç biri hesaplaşma
ve ödül-ceza verme işlemi sırasında ihmal
edilmiyor, gözden kaçırılmıyordu. Kulların
üzerinden geçtikleri her yol sonunda yüce Allah'a varıp
dayanıyordu. Ağlayanlar, gülenler, ölüler ve diriler
yığın yığın karşımda
duruyordu. Bir meni damlası içinde yüzen embriyo hücresi
karanlıklar içinde yol bularak adım adım
gelişiyor ve sonunda sırlarını ortaya koyarak
ya erkek ya da "dişi" kimliğinde
karşımıza çıkıyor. Yeniden diriliş.
Eski toplumların toplu yokoluş sahneleri. Yerin dibine
geçen "iftiracı sapıklar" ve onları her
yönden kuşatan ilahi gazap!
Derken "son uyarıcının" "müthiş
felaketin eşiğindeki şu çığlığına
kulak verdim; "Kıyamet günü iyice yaklaştı.
Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan
savamaz."
Arkasından son feryadın titreşimleri kulak
zarlarıma çarptı ve bu müthiş "Bu Kur'an
sizin tuhafınıza mı gidiyor? Onu dinlerken
ağlayacağınıza, gülüyorsunuz, öyle mi?
Gaflet içinde yüzüyorsunuz değil mi?" , darbe
karşısında tiril tiril titredim
Bütün bunlardan sonra "Haydi, hemen Allah a secde
ediniz, O'na kulluk ediniz: ' duyunca kalbimin titremesi
gerçekten eklemlerime, kemiklerime geçti. Artık tüm
vücudum gözle görülür biçimde zangır zangır
titriyordu. Çok uğraşmama rağmen bunu
önleyemiyordum. Ayrıca gözlerimden de sürekli yaşlar
boşanıyordu, bunu da bütün gayretime rağmen
durduramıyordum.
İşte o anda sözkonusu "secde olayı"nın
doğru olduğunu ve bu olayın nedenini açıklamanın
hiç de zor olmadığını anladım.
Olayın sebebi şu Kur'an'ın çarpıcı
etkisi ve surenin ayetlerinde yankılanan bu sarsıcı
namelerin büyüleyiciliği idi. Necm suresini ilk kez okuyor
ya da dinliyor değildim. Fakat bu defa üzerimdeki etkisi ve
benim ona karşı reaksiyonum böyle oldu. Bu da Kur'an'ın
bir başka esrarengiz özelliğidir. Önceden bilinmesi
mümkün olmayan bazı uğurlu özel anlar vardır.
Belirli bir ayet, ya da belirli bir sure bu anlarda bambaşka
bir duyarlılıkla algılanır ve insan kalbi güç
kaynağı arasında kontak kurulur; o zaman da olacak
olanlar olur.
Anlaşılan Necm suresinin o günkü bütün
dinleyicilerinin kalpleri böyle bir ana yakalandılar.
Peygamberimiz bu sureyi tüm benliği ile okuyordu. Daha önce
bizzat yaşadığı olayların bu defa somut
sahnelerinde yaşıyordu. Surenin bütün potansiyel
enerjisi Peygamberimizin sesinin dalgaları
aracılığı ile dinleyicilerin sinir sistemine
akıyor, onlar da "Haydi, hemen Allah'a secde ediniz,
O'na kulluk ediniz:' buyruğunu işitir-işitmez
titremeye tutuluyorlar. Sonra Peygamberimiz ile müslümanlar
secdeye varınca kendilerini tutamayarak secdeye
kapanıyorlar. ,
Denebilir ki; "Sen bu açıklamayı yaparken kendi
başından geçen bir anı yüzyüze geldiğin bir
psikolojik deneyimi ölçü olarak alıyorsun. Sen müslümansın.
Bu Kur'an'a inanıyorsun. Onun senin ruhuna yönelik özel bir
etkisi vardır. Oysa o adamlar müşrikti. İmanı
da Kur'an'ı da reddediyorlardı: '
Fakat bu itirazı yapanlar şu iki önemli noktayı
gözönünde tutmalı, hesaba katmalıdırlar:
1- O gün bu sureyi okuyan, Peygamberimizdi. O bu Kur'an'ı
kaynağından doğrudan doğruya almış,
onu iliklerine kadar yaşamıştı. Onu o kadar
seviyordu ki, içinde Kur'an okunan dostunun evinin önünden
geçerken adımları ağırlaşıyor,
kapının önünde dikilerek okuma bitinceye kadar
dinlemekten kendini alamıyordu. Üstelik bu sureyi okurken
yüceler aleminde yaşamış olduğu anların,
Cebrail ile birlikte onu asıl kılığında görerek
geçirdiği dakikaların anısını
tazeli-yordu. Oysa ben bu sureyi sıradan bir okuyucunun
sesinden dinlemiştim. Bu iki pozisyon arasında büyük
fark olduğu kuşkusuzdur.
2- Sözü edilen müşrikler, Peygamberimizi dinlerken
ürpermekten ve titremekten kendilerini alamazlardı. Fakat
yapmacık inatları onları dinlediklerini kabul
etmekten alıkoyuyordu. Aşağıdaki iki olay
onların kalplerinde doğan bu ürpermelerin tanığıdır:
İbn-i Asakir, azılı müşriklerden biri olan
Utbe b. Ebu Leheb'in hayatını anlatırken
şunları söyler: İbn-i İshak'ın Osman b.
Urve, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Zübeyr'in babası
kanalı ile bize verdiği bilgiye göre Hennad b. Esved
şöyle diyor: Ebu Leheb ile oğlu Utbe bir gün
Şam'a gitmeye hazırlanmışlardı. Ben de
onlarla birlikte gitmek üzere hazırlanmıştım.
Ebu Leheb'in oğlu Utbe "Vallahi, Muhammed'e
gideceğim ve O'na Rabb'i hakkında
sataşacağım" dedi. Gerçekten Peygamberimizin
yanına varıp "Ya Muhammed" diye söze girdi ve
'' `Yüce ufuktayken sonra yaklaştı, yere doğru
uzandı. Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay
aralığı ya da daha yakın oldu." (Necm
Suresi, 7,9) ayetlerine inanmadığını belirtti.
Peygamberimiz de ona "Ya Rabbi, bunun üzerine köpeklerinden
birini sal" diye beddua etti.
Utbe Peygamberin yanından ayrılarak
babasının yanına döndü. Babası
"Oğlum, Muhammed'e ne dedin?" diye sordu. Utbe, söylediklerini
aktardı. Babası "Peki, o sana ne dedi?" diye
sorunca kendisine "Ya Rabbi, bunun üzerine köpeklerinden
birini sal" diye beddua ettiğini anlattı. Bunun
üzerine Ebu Leheb "Onun bedduasının seni
tutmayacağından vallahi emin değilim" dedi.
Yola çıktık. Sudde'deki "Ebrah" denen
yerde mola verince bir hristiyan Rahibinin manastırına
vardık. Rahip bize "Ey araplar, burada ne işiniz
var? Biz burada arslan gezdiririz. Sizin çayıra koyun
saldığınız gibi" dedi. Ebu Leheb, Rahibe
"Biliyorsunuz ben yaşlı bir adamım ve
aramızda eskiden beri gelen bir dostluk var. Şu adam
oğluma bir beddua yaptı da vallahi bedduası tutar
diye korkuyorum" dedi. Sonra bize dönerek "Erzakınızı
toplayıp manastıra taşıyın ve oğluma
orada bir yatak serin ve kendi yataklarınızı da
onun etrafına serin" dedi. Biz de dediği gibi
yaptık. Bir ara arslan gelip yüzlerimizi kokladı.
İstediğini bulamadığı için geri çekildi
ve hemen erzaklarımızın üzerine atıldı.
Arkasından Utbe'nin de yüzünü kokladı ve sert bir
darbe ile başını dağıtıverdi. Bunun
üzerine Ebu Leheb "Muhammed'in bedduasından
yakasını kurtaramayacağını
biliyordum" dedi.
Anlatılan bu ilk olayın kahramanı Ebu Leheb'dir.
Bu adam Peygamberimizin en amansız düşmanıdır.
O'nun aleyhinde düzenlenen her komplonun elebaşısıdır,
kendisi de ailesi de Peygamberimize ellerinden gelen her kötülüğü
yapmışlardır Bu yüzden Kur'an'da kendisine ve
ailesine şöyle beddua edilmiştir; "Ebu Leheb'in
elleri kurusun, yokolsun! Malı ve kazancı kendisine
fayda vermez. O kızgın alevli ateşe
yaslanacaktır. Eşi de boynunda bir ip olduğu halde
ona odun taşıyacaktır." (Leheb Suresi) Fakat
bu azılı düşmanlığına rağmen
Peygamberimiz ve O'nun sözü hakkındaki gerçek düşüncesi
budur. Görüldüğü gibi Peygamberimizin onun oğluna yönelik
bedduası karşısında kalbi iliklerine kadar
titremektedir!
Müşriklerin Peygamberimizin hakkında besledikleri
gerçek duyguyu belgeleyen ikinci olay da şudur: Bu
olayın kahramanı önde gelen müşriklerden biri o
an Utbe b. Ebu Rebia'dır. Bir defasında Kureyşliler
bu adamı Peygamberimize göndermişlerdi. Onunla
pazarlık etmesini istemişlerdi. Bu pazarlığa göre
Peygamberimiz Kureyş kabilesini ikiye bölen yeni dininden ve
müşriklerin putlarını kötülemekten vazgeçmeyi
kabul ettiği takdirde kendisine mal, mevki kadın,
kısacası ne isterse verilecekti. Utbe teklifini açıkladıktan
sonra Peygamberimiz kendisine "Ya Utbe söyleyeceklerin bitti
mi?" diye sorar. Utbe "Evet bitti" der. Bunun
üzerine Peygamberimiz "Öyleyse şimdi beni dinle"
der. Utbe'nin "Peki söyle" demesi üzerine besmele
çekerek "Fussilet" suresini okumaya başlar:
"Ha Mim. Bu, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından
indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış,
arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderilmiştir. Fakat çokları onu anlayıp,
kabul etmekten yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler: '
Surenin devamında sıra "Eğer yüz
çevirirlerse de ki; `Ben sizi Ad ve Semudoğullarının
başlarına gelen yıldırıma benzer bir
yıldırım tehlikesine karşı
uyardım" gelince Utbe, büyük bir korku içinde
yerinden fırlayarak eli ile Peygamberimizin
ağzını kapattı ve "aramızdaki
akrabalığın hatırı için seni susmaya çağırıyorum"
dedi. Biraz sonra Kureyşlilerin yanına vararak olup
bitenleri anlattıktan sonra sözlerini şu
değerlendirme ile bağladı "Muhammed
birşey söyleyince yalan söylemeyeceğini biliyordum. Bu
yüzden başınıza bir azap, bir bela
geleceğinden korktum." (Bu olay değişik
rivayetlerden özetlenerek aktarılmıştır)
İşte müslüman olmayan bir adamın
Peygamberimize yönelik gerçek duyguları. Bu duyguların
ürperme içerdiği açıktır.
İnadının ve kof gururunun baskısı
altında kalan etkilenmişliği meydandadır.
İşte bu gibi insanlar peygamberimizin sesinden
dinlediklerinde kalplerinin en duyarlı anını
yaşamaları, bu yüzden işittikleri sözlere karşı
koyamayarak kendilerini Kur'an'ın çarpıcı etkisine
kaptırmaları ve bunun sonucunda secdeye kapanan müslümanlarla
birlikte secdeye varmaları son derece akla yakın bir
ihtimaldir. Yoksa bu davranışın sebebi ne
"garanik" olayı ve ne de uydurma rivayetlerin ileri
sürdüğü başka bir gerçektir.
NECM SURESİNİN SONU