O |
Necm
|
O |
|
33- Ey Muhammed,
görüyor musun, şu gerçeğe sırt çevireni?
34- Önce biraz verip de arkasını getirmeyeni.
35- Acaba gaybın bilgisine sahiptir de o alemin
sırlarını mı görüyor?
36- Yoksa Musa'ya indirilen kutsal sayfaların içeriğinden
haberi olmadı mı?
37- Ve görevini titizlikle yerine getiren İbrahim'e
inmiş olan kutsal sayfaların içeriğinden haberdar
olmadı mı?
38- Ki, hiç kimse başkasının günah yükünü
taşımaz.
39- İnsan ancak kendi çalışmasının
karşılığını elde edebilir.
40- Onun çalışması, ilerde kesinlikle gözler
önüne serilecektir.
41- Sonra çalışmasının
karşılığı kendisine eksiksiz olarak
verilecektir.
42- Sonunda kesinlikle Rabb'inin huzuruna
varılacaktır.
43- Güldüren de, ağlatan da O'dur.
44- Öldüren de dirilten de O'dur.
45- Erkeği ve dişiyi çiftler halinde yaratan O'dur.
46- Fışkıran spermadan.
47- Tekrar diriltecek olan da O'dur.
48- İnsana zenginlik veren de gözünü doyuran da O'dur.
49- (Bazı müşriklerin taptıkları) "Şıra"
yıldızının Rabb'i de O'dur.
Bu bölümü oluşturan ayetlerin ilk ikisinde "Gerçeğe
sırt çeviren, önce biraz verip
de arkasını getirmeyen" bir
kişiden sözediliyor. Yüce Allah sözkonusu kimsenin bu
tuhaf tutumunu yadırgayarak anlatıyor Elimizdeki
bazı bilgilere göre bu sözlerle belirli bir kişi
kasdediliyor. Bu kişi önce Allah yolunda biraz hayır
yapmış, fakat sonra "yoksul düşerim"
korkusu ile yardımseverlikten vazgeçmiştir.
Zemahşeri "Keşşaf" adlı tefsir
kitabında bu kişinin kimliğini belirleyerek onun
Hz. Osman olduğunu söyledikten sonra bu görüşünü
destekler nitelikte bir hikaye anlatıyor. Fakat
anlattığı hikayenin hiçbir kaynağı, hiçbir
dayanağı yok. Ayrıca Hz. Osman'ı, O'nun
karakterini, Allah yolundaki sürekli, hesapsız ve kesintisiz
cömertliğini bilen; O'nun Allah'a
bağlılığını, "sorumluluğun
kişiselliği" ilkesine ilişkin
duyarlığını belgeleri ile tespit eden hiç
kimse bu hikayenin doğru olabileceğine ihtimal
vermez.(Zemahşeri'nin anlattığı hikaye
şudur: Hz. Osman sürekli hayır yapıyor, durmadan
Allah yolunda mal dağıtıyordu. Bu arada süt kardeşi
Abdullah b. Saad b. Ebu Sarh birgün kendisine "Yeter artık,
nerede ise hiçbir şeyin kalmayacak ' dedi. Hz. Osman ona
" Çok sayıda günahım ve kusurum var, hayır
yaparak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak istiyorum.
Umarım ki, beni affeder" dedi. Bunun üzerine Abdullah
kendisine "Bana yükü ile birlikte bir deveni ver ben senin
tüm günahlarını üstleneyim" dedi. Hz. Osman da
ona tanıklar huzurunda yüklü bir devesini bağışladı
ve artık yardımseverlik huyundan vazgeçti.
İşte bu ayet bu olay üzerine indi.
Bu hikayenin asılsızlığı apaçıktır.
Hz. Osman'a ilişkin bilgilerimizin hiç biri ile bağdaşmaz
bir uydurmadır)
Bu ayetlerde belirli bir kişi de kasdedilmiş olabilir,
belirsiz bir "insanlık" örneği de
sunulmuş olabilir. Önemli olan şudur: Kim bu yolu
tutarsa, yani bu inanç sistemi uğrunda belirli oranda bedeni
ve mali fedakârlıklar yaptıktan sonra bu tutumunu
değiştirerek fedakârlıklarının
arkasını getirmez ise tuhaf bir tutum benimsemiş
olur. Kur'an böyle bir tutumu yadırgıyor, bu tutumu
vesile ederek insanlara bu inanç sisteminin bazı önemli
gerçeklerini tanıtıp açıklıyor. Okuyoruz:
"Acaba gaybın bilgisine sahiptir de o alemin
sırlarını mı görüyor?"
"Gayb" alemi tüm yönleri ile yüce Allah'ın
tekelindedir. O'ndan başka hiç kimse o alemi göremez. Hiç
kimse orada kendisini ne gibi sürprizlerin beklediğini
bilemez. Bu yüzden insan çalışmalarını ve
fedakârlıklarını sürdürmeli, yaşadığı
sürece geleceğinden kuşkulu olmalı, elinden geleni
tam olarak yapmalı, önce biraz fedakârlık yapıp
da sonra gevşememelidir. Çünkü sözkonusu gayb aleminin
sürprizlerine ilişkin elinde hiçbir garanti yoktur. Tek
garantisi sürekli vefakârlığı, bu sayede yüce
Allah'ın yaptığı iyilikleri kabul
edeceğine ilişkin umududur. Okuyoruz:
"Yoksa Musa'ya indirilen kutsal sayfaların içeriğinden
haberi olmadı mı? Ve görevini titizlikle yerine getiren
İbrahim'e inmiş olan kutsal sayfaların içeriğinden
haberdar olmadı mı?"
Bu dinin kökü eskilere dayanır.
Başlangıcı ile bu günü birbirine bağlıdır.
İlkeleri ve kuralları değişmezdir. Bütün yer
ve zaman uzaklıklarına, çok sayıdaki
ardışık peygambere rağmen değişik
evreleri arasında sıkı bir uyum vardır, bütün
peygamberleri birbirlerini onaylamışlardır. Bu
dinin mesajı Hz. Musa ya inen kutsal sayfalarda ne ise Hz.
Musa dan çok önceki tarihlerde egemen olan Hz. İbrahim'in döneminde
de öz olarak aynıdır. Hz. İbrahim görevine bağlı
bir önderdi. Her anlamda "vefakâr"dı. Öyle ki,
bu sıfatı mutlak anlamı ile hakketmiş bir
peygamberdi. O'nun sıfatı olan "vefakârlık"
ve "bağlılık" yukardaki ayetlerde yerilen
"savsaklama"nın ve "görevi yarıda
bırakma"nın karşıtı olarak veriliyor.
Bu anlamı taşıyan sözcüğün çift sessiz ile
pekiştirilmiş olarak kullanılması aranan müzikal
ahengi ve kafiye uyumunu sağlamak içindir.
Peki gerek Hz. Musa'ya ve gerekse "görevine sıkı
sıkıya bağlı" Hz. İbrahim'e
indirilen kutsal sayfaların mesajı nedir? Bu
mesajın başta gelen ilkelerin-den biri şudur:
"...Ki, hiç kimse başkasının günah
yükünü taşımaz."
Evet, hiç kimse başkasının yükünü kendî sırtına
alamaz. Ne birinin yükünü hafifletmek için ve ne de bir başkasının
yükünü ağırlaştırmak için böyle bir yola
başvurulamaz. Öyle ise hiç kimse kendi yükünü ve
sorumluluğunu başkasının sırtına
aktararak hafifletemeyeceği gibi hiç kimse gönüllü olarak
başkasının günahlarını kendi
sırtına alamaz. Çünkü;
"İnsan ancak kendi çalışmasının
karşılığını elde edebilir."
Evet, böyle işte. Yani insanın sadece çalıştığı,
kazandığı ve somut eylem olarak ortaya koyduğu
kişisel birikimi hesabına yazılır.
Başkasının birikiminden alınarak kendi
birikimine ekleme yapılamayacağı gibi kendi
kazancından kısıntı yapılarak
başkasının birikim hanesine ekleme yapılmaz.
Şu dünya hayatı insana verilmiş bir çalışma
ve kazanma fırsatıdır. Ölünce bu fırsat
elden gider ve "amel" defteri kapanır. Yalnız
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- aşağıdaki
hadisinde sözü edilen kimselerin "amel" defterleri
ölümlerinden sonra da açık kalır:
"İnsan ölünce sevap defteri kapanır.
Yalnız şu üç kimsenin sevapları öldükten sonra
da artmaya devam eder:
1- Ana-babası için dua eden hayırlı bir evlat
bır akan
kimse,
2- Arkada kamuya yararlı bir eser bırakarak ölen
kimse,
3- İnsanlara faydalı bir bilgi öğreterek ölen
kimse." (Bu hadisi Müslim, Ebu Hureyre'ye dayanarak nakletmiştir)
Burada Peygamberimizin saydığı üç davranış,
aslında insanın kendi eylemleri, kişisel
kazanımlarının bir bölümüdür.
İmam-ı Şafii ile taraftarları bu ayete
dayanarak ölülerin arkasından okunan Kur'an'ın
sevabının onlara ulaşmayacağını
ileri sürmüşlerdir. Çünkü başkaları
tarafından okunan Kur'an o ölülerin kişisel ameli, öz
kazanımı değildir. Bundan dolayı Peygamberimiz,
ne açıkça ve ne de dolaylı olarak ümmetini ölüler
arkasından Kur'an okumaya özendirmemiştir, bu yolda hiçbir
yönlendirmesine, hiçbir uygulamasına
rastlanmamıştır. Hiçbir sahabi de bu anlama
gelecek bir söz söylememiştir. Yalnız ölünün arkasından
yapılan duanın ve verilen sadakanın sevabı ona
ulaşır. Bunun böyle olduğuna dair hem ilim
adamları arasında görüş birliği (icma) hem
de Peygamberimizin açık beyanı vardır. (Kaynak:
İbn-i Kesir Tefsiri) Devam edelim.
"Onun çalışması, ilerde kesinlikle gözler
önüne serilecektir.
Sonra çalışmalarının
karşılığı kendisine eksiksiz olarak
verilecektir."
Yani emekler, çalışmalar, kazançlar asla yok
olmayacak, havaya gitmeyecektir. Yüce Allah'ın bilgisinden
ve duyarlı terazisinden en küçük bir şeyin kaçması
sözkonusu değildir. Herkes çalışmasının,
ortaya koyduğu işlerin
karşılığını tam olarak alacak, hiçbir
kısıntıya uğratılmayacak, en ufak bir
haksızlığa maruz bırakılmayacaktır.
Böylece "sorumluluğun kişiselliği"
ilkesi yanında "ödül ve cezanın
adilliği" ilkesi de belirleniyor. Bunun sonucu olarak
insanın, "insan" olmaktan kaynaklanan değeri
somut gerçeklik kazanıyor. Bu "değer"in gerekçeleri,
dayanakları şunlardır: İnsan olgun, sorumluluk
duygusuna sahip, kendine güvenmek durumunda olan, onurlu bir varlıktır.
Kendisine önce çalışma fırsatı,
davranış özürlüğü tanınıyor,
arkasından işlerinden ve davranışlarından
hesaba çekiliyor, ayrıca davranışlarına biçilecek
ödüllerin ve cezaların "adil" olacağı
yolunda güvence veriliyor. Sözkonusu adalet "mutlak"
adalettir. Arzulara boyun eğmez, yetersizlik sebebi ile
havada kalmaz; olayların mahiyetlerini değerlendirmeye
ilişkin bilgi eksikliklerinin ayıplarını
taşımaz. Devam ediyoruz:
"Sonunda
kesinlikle Rabb'inin huzuruna varılacaktır:'
O'na varan yoldan başka bir yol yoktur. O'nun
dışında başka bir sığınak
bulunamaz. O'nun dergâhından başka bir korunak yoktur.
Cennet de, cehennem de O'nundur. Bu gerçek insanın
duygularını biçimlendirme bakımından son
derece önemlidir. Sebebine gelince insan her şeyin, her
olayın ve herkesin sonunun Allah'a
vardığının bilincinde olunca daha yolun
başındayken yolun kaçınılmaz ve yan çizilmez
sonunu kavrar, kendini ve davranışlarını bu
gerçeğe göre ayarlar ya da en azından bu çaba içinde
olur, yolculuğunun daha ilk adımlarından itibaren
kalbi ve gözü bu kaçınılmaz "son"a
bağlanır.
Ayetler, insan kalbini yolculuğun son durağına
ulaştırdıktan sonra onu tekrar hayata döndürüyor,
ona bu sürenin her aşamasında ve her durumunda beliren
ilahi dileği gösteriyor. Okuyalım:
"Güldüren de, ağlatan da O'dur."
Bu ifadede birçok gerçek saklıdır. Onu okurken
zihnimizde birçok düşünceler somutlaşır,
beynimizde birçok çağrışımların
uyarıcı ve etkileyici şimşekleri çakar.
Evet "Güldüren
de, ağlatan da O'dur."
Yani insanı gülme ve ağlama yetenekleri ile
donatmıştır. Bu iki karşıt psikolojik
reaksiyon, insan yapısının iki
sırrını oluşturur. Hiç kimse bu iki
reaksiyonun niteliklerini ve "insan organizması
dediğimiz şu karmaşık yapıda nasıl
meydana geldiklerini açıklayamaz. Bu organizmanın
psikolojik açıdan yansıttığı
karmaşıklığın derecesi, anatomik ve
fizyolojik alandaki karmaşıklığından daha
az değildir. İşte bu psikolojik ve fizyolojik
karmaşıklıklar ve etkenler elele vererek, bütünleşerek,
ortak bir işlev halinde "gülme" ve "ağlama"
reaksiyonlarını meydana getiriyorlar.
Evet, "Güldüren
de, ağlatan da O'dur". Yani
insanları güldüren ve ağlatan etkenleri varetti ve
insanların karmaşık ve esrarlı
yapılarına bağlı olarak bu etkenler sonucunda
falanca olaya gülme tepkisi gösterirken filanca olaya ağlama
tepkisi göstermelerini, bugün ağladıkları olaya
yarın gülmelerini, dün güldükleri olaya bugün ağlamalarını
sağladı. İnsanda görülen bu çelişkili görünümlü
tepkiler delilikten ve algı yanılmalarından
kaynaklanmaz. Sebep değişken psikolojik
durumlardır. Çünkü insan bilincinde kriterler, etkenler,
gerekçeler, güdüler ve bakış açıları sabit
kalmaz.
Evet "Güldüren
de, ağlatan da O'dur". Yani
aynı anda kimilerini güldürürken, kimilerini de ağlatır.
Gülenleri de, ağlayanları da bu tepkilere birtakım
özel etkenler sürükler. Kimi zaman bazı kimseleri güldüren
bir olay, başka birtakım kimseleri ağlatır.
Çünkü sözkonusu olayın berikiler üzerindeki etkisi
öbürküler üzerindeki etkisinden farklı olur. Gerçi olay,
aynı olaydır; ama birbirinden tamamen uzak sonuçlara
yolaçar.
Evet "Güldüren
de, ağlatan da O'dur". Kimi zaman
aynı insan aynı olay karşısında bu iki
karşıt tepkiyi gösterebilir. Yani bugün bir olay karşısında
güler, fakat yarın bu olayın sonuçları ile,
olumsuz ürünleri ile yüzyüze gelince bu defa aynı olay yüzünden
ağladığı görülür. O olaya hiç karışmamış
olmayı, o olay karşısında hiç gülmemiş
olmayı temenni eder. Mesela dünyada nice gülenler vardır
ki, ahirette ağlayacaklardır. Üstelik orada ağlamanın
hiçbir yararı olmaz.
Burada kısa bir Kur'an ayetinin zihinde
canlandırdığı, bilinçte kıvılcımlaştırdığı
çok sayıdaki imajın, çağrışımın
ve duygunun bir bölümü ile karşı
karşıyayız. İnsanın psikolojik
deneyimleri zenginleştikçe, içindeki gülme ve ağlama
etkenleri yenilendikçe bu ayetin sözcüklerinden süzülen
imajların, çağrışımların ve
duyguların yumağı daha kalınlaşır.
İşte Kur'an'ın çeşitli görünümlerle
sözcüklere damgasını vuran çarpıcı
"veciz"liği, erişilmez ifade zenginliği
budur. Devam ediyoruz:
"Öldüren de, dirilten de O'dur."
Evet "Öldüren de, dirilten de O'dur." Yani
O, ölümü ve hayatı varetmiştir. Nitekim başka
bir surede O, bize "Ölümü ve hayatı yaratan
O'dur" buyuruyor. (Mülk Suresi, 2) Ölüm ve hayat
insanların gözleri önünde sık sık
tekrarlandıkları için herkes tarafından iyi
bilinen, hiç kimseye yabancı olmayan olgulardır.
Bununla birlikte eğer insan bu olguların niteliklerini,
insan algılarına kapalı sırlarını
bilmeye kalkışırsa bilinmez ve açıklanamaz
bilmeceler oldukları görülür. Evet, ölüm nedir? Hayat
nedir? Eğer insan bu olguların sözcüklerini ve gözler
önündeki somut yansımalarını aşmak isterde
bunların mahiyetlerini kurcalamaya yönelirse ne
söyleyebilecektir? "Hayat" canlı
varlığın organizmasında nasıl
kımıldamaya başladı? Özü itibarı ile
nedir? Nereden geldi, kaynağı nedir? Şu canlı
varlıkla nasıl bütünleşti? Şu canlı
varlığın, daha doğrusu şu
sayısız canlı varlıkların
eşliğindeki yolculuğunu nasıl sürdürüyor?
Peki ölüm nedir? Organizmalara can yürümeden önce nasıldı?
Canlar, organizmalardan ayrıldıktan sonra
nasıldır? Bütün bunlar kalın bir perdenin
arkasında saklı ve tüm yönleri ile yüce Allah'ın
tekelinde olan sırlardır.
Evet "Öldüren de, dirilten de O'dur". Canlılar
dünyasında bir an içinde milyonlarca ölüm ve doğum
sahnesi yaşanıyor. Mesela şu anı ele
alalım. Kim bilir kaç milyar canlı varlık ölmüştür.
Buna karşılık kaç milyar canlı varlık
hayata ilk adımlarını atmış,
organizmalarında nereden geldiğini yüce Allah'tan başka
hiç kimsenin bilmediği o esrarengiz soluğun ilk
kımıldamaları başlamıştır. Kim
bilir kaç bin canlı varlık yere
yığılmış, fakat bir süre sonra ortaya çıkacak
olan başka canlıların malzemesi olmuştur.
Acaba çağlar boyunca bu sahneler kaç kez yinelenmiştir.
İnsan hayatı karanlık geçmişin labirentlerine
dalarak bu sahnelerin sayılara sığmaz yek ününü
yakalamaya kalkışınca başı döner.
Üstelik bu sahnelerin varlığı, insanın
şu gezegende belirdiği ilk günden önceki nice çağları
da kapsar. Ayrıca "Bu gezegenin dışındaki
başka gök cisimlerinde ölüm ve hayat olayları var
mı, yok mu? Varsa bu ölümlerin ve hayatların türü
nedir gibi soruların cevabını sadece yüce Allah'ın
bilgisine havale etmek zorundayız. Çünkü bunları
kurcalamak insan hayalinin işi değildir.
Görülüyor ki, hayalimizin önünde yığın
yığın sahneler cirit atıyor. Bu
yığın yığın sahneyi zihnimizde
canlandıran bu ayetin sayılı birkaç sözcüğü
kalplerimizi derinden sarsıyor. Öyle ki, kalplerimiz bu çok
sesli melodinin ahenkli titreşimleri altında kendinden
geçiyor. Okumaya devam ediyoruz:
"Erkeği ve dişiyi çiftler halinde yaratan
O'dur."
Burada her an tekrarlanan görkemli bir gerçektir. Yalnız
gözlerimizin önünde sürekli biçimde yinelendiği için
onu kanıksıyoruz. Oysa bu olay insan hayalinin
canlandırabileceği en müthiş acayipliktir.
Düşünelim. Dışa fışkıran bir
meni damlası. İnsan vücudunun ter gibi, gözyaşı
gibi sümük gibi çok sayıdaki salgılarından
birinin damlası. İşte bu salgı damlası ,yüce
Allah'ın tasarlayıp belirlediği bir sürenin
sonunda ne oluyor? İnsan oluyor. Bir süre sonra da bu
insandan erkek ve dişi cinsleri türüyor. Nasıl?
Eğer gerçekten meydana gelmiş olmasa insan hayalinin
ucundan bile geçmesi düşünülemeyecek olan bu çarpıcı
olay nasıl meydana geliyor? Son derece karmaşık,
son derece kompleks yapıya sahip olan şu
"insan" bir damlacık meninin, hatta milyonlarca hücreden
oluşan bu damlanın bir tek hücresinin neresinde
gizleniyor? insan denen canlı eti ile, kemiği ile,
derisi ile, damarları ile, saçları ile,
tırnakları ile vücut hatları ile parmak izleri
ile, yüz çizgileri ile, huyları ile, karakteristik
özellikleri ile, yetenekleri ile bu tek hücrede nasıl
saklanıyor? Milyonlarca benzeri ile birlikte bir damla meni içinde
yüzen bu mikroskobik hücre bunca ayrıntıyı
nasıl bünyesinde barındırıyor? Özellikle
ilerdeki "cenin" evresinde ortaya çıkacak olan
erkeklik ve dişilik karakteristikleri bu hücrenin neresinde
saklanıyor?
Hangi insan kalbi bu müthiş, bu çarpıcı gerçek
karşısında şaşkınlıktan
donakalmaz da şımarık ve inkarcı bir
tavırla şöyle sözler gevelemeye kalkışabilir?:
"Bu iş böyle oldu, o kadar. Doğal olay yolunu
izledi, o kadar. Canlı hücre belirli süreci boyunca gelişti,
o kadar: ' Aynı kalbin bir de bilgiçlik taslayarak şöyle
sözler söylemesine ne buyurulur? "Efendim, bu hücre
bünyesinde taşıdığı soyunu sürdürme
yeteneği sayesinde bu süreci izledi. Tıpkı
aynı yetenekle donanmış olan diğer canlı
türleri gibi."
Bu defa bu açıklamanın kendisi açıklanmaya
muhtaçtır. Peki, hücreyi bu yetenekle donatan kimdir? Bu
hücreye soyunu sürdürme, soyunun yeni bir dölünü meydana
getirme arzusunu kim aşılamıştır? Bu
minik, bu zayıf canlı tohumuna yeni bir döl meydana
getirme gücünü kim vermiştir? Bu gizli amacını
gerçekleştirebilmesi için izleyeceği doğru yolu
kim çizmiştir? Bu hücreciğin bünyesine sürdüreceği
soyun karakteristik niteliklerini kim yerleştirmiştir?
Bu hücreciğinin aynı karakteristik nitelikleri
taşıyacak bir döl vererek soyunu sürdürmekteki amacı
ve çıkarı nedir? Eğer o hücreciğin
arkasında tasarlayıcı güçlü bir irade olmasa, bu
iradenin belirli ve plâna bağlanmış bir
dileği olmasa, yine bu üstün irade dileğine
vardıracak yolu çizmemiş olsa bu süreç kendi kendine
gerçekleşebilir mi?
Sonra her an gözler önünde tekrarlandığı için
hiç kimsenin inkar edemeyeceği "ilk
yaratılış" olgusundan hemen "yeniden
diriliş"olgusuna dönülüyor. Okuyalım:
"Tekrar diriltecek olan da O'dur."
"Yeniden diriliş" insan bilgisine kapalı
bir "gayb" olgusudur. Fakat "ilk
yaratılış" olgusu bu ikinci olgunun ön
göstergesidir, onun olabileceğini gösteren bir kanıttır.
Sebebine gelince vücuddan fışkırmış bir
damla meniden erkekli-dişili insan çiftlerini yaratan yüce
Allah, hiç kuşkusuz kemik
kırıntılarını yeniden canlı insan
haline getirmeye muktedirdir. Çünkü kemik kırıntıları
fışkıran bir meni damlasından daha önemsiz
şeyler değildir. Ayrıca yeniden dirilme
olayının gerekçesine ilişkin birer ipucudurlar.
Sebebine gelince küçücük bir canlı hücreyi uzun ve
zahmetli yolculuğu boyunca yardımcı olan gizli
iradenin mutlaka yeryüzü yolculuğunu aşan, uzun vadeli
bir amacı vardır. Çünkü yeryüzünün sınırları
içinde hiçbir şey tam olarak gerçekleşmiyor. Burada
ne iyiler iyiliklerinin eksiksiz
karşılıklarını alabiliyorlar ve ne de kötüler,
yaptıkları kötülüklerin hakkettirdiği cezalara
tam olarak çarpılabiliyorlar. Çünkü sözünü ettiğimiz
üstün irade herşeyin tam olarak yerini bulabilmesi için
insanların yeniden dirilmesini planlamıştır.
Demek ki, "ilk yaratılış" olgusu,
"yeniden diriliş" olgusuna iki koldan delil
sunmaktadır. Bundan dolayı bu olgu, burada "tekrar
diriliş"ten önce gündeme getiriliyor.
Gerek ilk yaratılış aşamasında gerekse
yeniden diriliş döneminde yüce Allah, dilediği
kullarına varlık sunar, onları tatmin eder.
Okuyoruz:
"İnsana zenginlik veren de, gözünü doyuran da
O'dur."
Yüce Allah dünyada dilediği kullarına türlü
alanlarda zenginlik bağışlar. Bu alanlar
sayıca çoktur. Mal zenginliği olur, sağlık
yeterliliği olur, evlat zenginliği olur, psikolojik
zenginlik olur, düşünce zenginliği olur, yüce Allah'a
bağlılık zenginliği olur ki, bu en emsalsiz
hazinedir. Ayrıca O, ahirette de dilediği kullarına
ahiret zenginliği bağışlar. Bunların
yanısıra gerek dünya nimetlerinden yana gerekse ahiret
mutluluğundan yana dilediği kullarının gözünü
doyurur, onları tatmine erdirir.
Kullar yoksuldurlar, açtırlar. Ancak hazinelerinden
alacakları paylar sayesinde zengin olurlar, doyuma
kavuşabilirler. Zengin yapan ancak O'dur. Doyuma erdiren de
sadece O'dur. Burada pratikte yaşanan bir gerçek aracılığı
ile ve dünyada da ahirette de göz diktikleri bir ayrıcalık
yolu ile kalplerine dokunuluyor. Amaç tek kaynağa yönelmelerini,
dikkatlerini biricik dolu hazineye çevirmelerini sağlamaktır.
Gerisi boştur, tamtakırdır. Devam ediyoruz:
"(Bazı müşriklerin taptıkları)
"Şira" yıldızının Rabb'i de
O'dur." "Şira" yıldızı güneşin
yirmi kat ağırlığında, güneşten
elli kat daha parlaktır; dünyamız ile arasındaki
uzaklık, güneş ile aramızdaki
uzaklığın bir milyon katıdır.
Araplar arasında bu "Şıra"
yıldızına tapanlar vardı. Ayrıca kimileri
de onu önemli olayların habercisi sayarak hareketlerini gözlüyorlardı.
Kayan yıldıza andederek söze başlayan, yüceler
alemine dönük yolculuktan sözeden, bunların
yanısıra tek Allah inancını zihinlere
yerleştirmeyi, asılsız ve tutarsız
putperestlik inancını reddetmeyi amaç edinen bu surede
yüce Allah'ın "Şıra"
yıldızının Rabb'i olduğunun
vurgulanması son derece anlamlıdır.
Bir yandan insanın iç dünyasının
derinliklerine ve öbür yandan dış dünyanın çeşitli
ufuklarına yönelik uzun gezi burada noktalanıyor.
Arkasından helak edilmiş eski milletlere yönelik gezi
başlıyor. Bu milletler de tıpkı müşrik
araplar gibi kendilerine gelen uyarıcıları
yalanlamışlardı. Bu gezide yüce Allah'ın gücüne,
özgür dileğine ve bu gücün tek tek eski milletlere yansıyan
belirtilerine dikkat çekiliyor.
|
|
O |
|
O |
|