Bu ayetlerde yüce Allah'ı aklına getirmeyen, ahirete
inanmayan ve dünya hayatından başka hiç düşüncesi
olmayan kimselerden yüz çevirilmesi emrediliyor. Bu emir
öncelikle Peygamberimize yöneliktir. Yüce Allah,
Peygamberimizden bu surenin daha önceki ayetlerinde masallarından,
kuruntularından ve ahirete inanmazlıklarından sözedilen
müşrikleri umursamamasını, önemsememesini istiyor.
Fakat bu emir, Peygamberimizden sonra bütün müslümanlara da
yöneliktir. Müslümanlar da Peygamberimizin karşılaştığı
türden sapıklardan yüz çevirmelidirler. Bu sapıkların
başlıca ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Bu adamların akıllarında Allah yoktur, O'na
inanmaya yanaşmazlar, tek düşünceleri dünya hayatıdır,
gözleri onun dışında hiçbir şeyi görmez,
ahirete inanmazlar, onu hiç hesaba almazlar, insanın yeryüzündeki
hayatını varoluşunun tek amacı sayarlar,
insanın varoluşunun başka bir amacı
olduğuna ihtimal vermezler, hayat tarzlarını bu
bakış açısına dayandırırlar,
insanın hayatını yönlendiren, şu kısa
yeryüzü yolculuğunun arkasından onun
davranışlarına karşılıklar biçecek
olan bir Allah'ın varlığına şiddetle
karşı çıkarlar, bu kavramın bütün izlerini
insan vicdanından silmeye yeltenirler. Günümüzde bu
niteliklerin en somut örneği materyalistlerdir, maddeci
akımların taraftarlarıdır.
Yüce Allah'a ve ahiret gününe inananlar, Allah'ı
aklına getirmeyen ve ahireti hiç hesaba katmayan insanlar
ile dostça yanyana yaşamak şöyle dursun, onlara
zihinlerinde bile yer vermezler. Çünkü bu iki grup, karşıt
hayat felsefelerine bağlıdırlar. Bu hayat
felsefelerinin hiç bir ortak adımı, hiçbir ortak
noktası yoktur. Bu iki grubun kafalardaki hayatın bütün
ölçüleri, bütün değerleri ve bütün amaçları
birbirlerine zıttır. Böyle olunca bu iki grubun hayatta
işbirliği yapmaları, şu dünyanın
herhangi bir işinde ortak çalışmaları mümkün
değildir. Hayatın değerlerine, amaçlarına,
çalışma yöntemlerine ve çalışma amaçlarına
ilişkin bu temel çelişki ortada dururken bu iki grubun
birbiri ile bağdaşması, uyuşması düşünülemez.
Aralarında işbirliği ve ortak çalışma düşünülemeyeceğine
göre birbirlerine niye önem versinler, birbirlerini niye umursasınlar.
Eğer bir mümin,'kafalarında Allah düşüncesi
bulunmayan, dünya hayatından başka hiçbir düşüncesi
olmayan bu tür sapıkları önemser de yüce Allah'ın
kendisine bağışladığı enerjileri
yanlış yerlerde harcarsa emeğini ve
zamanını boşuna tüketmiş olur.
Üstelik bu yüz çevirmenin, bu ilgi kesmenin bir başka
anlamlı yönü daha var. O da Allah'a inanmayan, dünya hayatının
ötesinde başka bir amaç gözetmeyen bu
şaşkın yığınları küçümsemek,
adam yerine koymamaktır. Çünkü bu şaşkınlar
bu sakat zihniyeti sürdürdükçe gerçekten uzak kalırlar,
onu kavrayamazlar, dünya hayatının kalın
surları içinde tutsak kalırlar. Okuyalım:
"Onların bilgilerinin erişebileceği
sınır budur."
Erişebildikleri bu bilgi sınırı
aslında basittir, istediği kadar büyük ve önemli
görünsün; yetersizdir, istediği kadar geniş
kapsamlı görünsün; yanıltıcı ve
sapıktır, istediği kadar doğru ve erdirici görünsün.
Kalbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yeryüzünün
sınırlarına takılıp kalan insan hiçbir
önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstünkörü bir
gözlem bile bu dünyanın dışında görkemli
bir varlık alemi olduğunu ortaya koyar. Bu alem kendini
yaratmış değildir. Rastgele varolduğunu
farzetmek en yalın mantık kuralları ile çelişir.
Eğer bir yaratıcısı varsa o
yaratıcının onu boşuna
yarattığı da düşünülemez. "Bu
görkemli evrenin sonu ve ana amacı şu dünya hayatıdır"
demek, akılla alay eden bir saçmalıktır. Öyleyse
şu evrenin herhangi bir bölümünün özünü kavramak, bir
yaratıcının varolduğuna ve ahiretin de
varolacağına inanmanın teminatıdır. Yoksa
şu koca evreni yaratan yüce yaratıcının amaçsız
bir iş yaptığını, oyun
oynadığını farzetmek gibi bir
beyinsizliğe saplanmış oluruz.
Yüce Allah'ı kafasından silerek dünyanın dar
sınırları içinde tutsak kalan sapıklardan
işte bu gerekçe ile yüz çevirmek gerekir. Onlara yüz
çevirmeli ki, ilgimizi yanlış yere harcamaktan
kurtaralım. Onlara yüz çevirelim ki, bu dar görüşlü,
yetersiz bilgili şaşkınları küçümsediğimizi,
hor gördüğümüzü kanıtlamış olalım.
Eğer yüce Allah'ın emrini alırken
amacımız bu emre uymaksa böyle davranmak zorundayız.
Yoksa, Allah korusun, bir zamanların yahudilerinin durumuna düşeriz.
Bilindiği gibi o yahudiler, yüce Allah'ın emirlerine "Duyduk
ve karşı geldik" diye cevap vermişlerdi. (Bakara
'
Yüce Allah sözü edilen şaşkınların
sapık olduklarını biliyor. Bu yüzden gerek
Peygamberine, gerekse doğru yolda olan müminlere bu sapıklarla
ilgilenmemeyi, onlarla dost olmamayı, onları adam yerine
koymamayı, onların yanıltıcı ve yetersiz
bilgilerinin yüzeysel çekiciliğine kapılmamayı
emretmiştir. Çünkü onların bilgisi dünya hayatının
sınırlarına kadar uzanabilir ve insan idraki ile
katıksız gerçeğin arasına girer. Oysa
katıksız gerçek, kendisini kavrayanları yüce
Allah'a ve ahirete inanmaya iletir, onlara şu yeryüzünün
yakın sınırlarını ve şu dar ufuklu dünya
hayatının boyutlarını aştırır.
Bu sapıkların yetersiz bilgileri sıradan
halkın gözünde hayatın özünü yapıcı yönde
etkileyen, önemli bir faktör olarak görülür. Kalpleri,
idrakleri ve duyguları sıradan halkın düzeyini aşmayan
sözde okumuşlar da bu kanaattedirler. Fakat bu yüzeysel
görüntü o sapıkların temeldeki
sapıklıklarını, cahilliklerini ve
yetersizliklerini ortadan kaldırmaz; alınlarındaki
sapıklık, cahillik ve kısa görüşlülük
damgalarını sildiremez.
Çünkü bir bilginin gerçek bilgi olabilmesi için şu
varlık bütünü ile yaratıcısı
arasındaki bağıntının özünü ve insan
davranışı ile bu davranışa verilecek
karşılık arasındaki
bağıntının mahiyetini kavraması gerekir.
Bu bağıntıları kavramayan bilgi kabukta
kalır, insan hayatını yapıcı yönde
etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin değeri
insan psikolojisi ve insanlar arası ilişkilerin düzeyi
üzerinde meydana getirdiği yapıcı etki ile
ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi görülmeyen
bilgi, teknolojik araçlar açısından gelişme,
fakat insanlar açısından gerileme anlamına gelir.
Teknolojik araçlarda insanın zararına gelişme
sağlayan bilgiden daha kötü, daha zararlı bir şey
olabilir mi?
İnsanın bir yaratıcısının
olduğunu, bu yaratıcının aynı zamanda tüm
evrenin de yaratıcısı olduğunu, kendisinin ve
evrenin yaratılışının aynı
doğal yasalar uyarınca gerçekleştiğini düşünmesi,
bu gerçeğin bilincine varması hayata, çevresindeki
tüm canlı-cansız varlıklara yönelik bakış
açısını kökten değiştirir.
Varlığına, bu bilinçten yoksun olanlarınkinden
daha büyük, daha geniş kapsamlı, daha yüce bir değer
ve amaç kazandırır. Çünkü böyle bir insanın
varlığı, şu evren bütünü ile ilişkilidir.
Bu yüzden o ömrü sayılı günlerden ibaret olan
geçici kimliğinden daha büyüktür, sayılı
bireylerden oluşan ailesinden daha büyüktür; çağdaş
maddeci akımlara bağlı olanların böbürlenme
gerekçesi saydıkları soyundan, yurdundan ve sosyal
sınıfından daha büyüktür; bütün bu
organizasyonların ideallerinden daha yüce bir ideale
sahiptir.
İnsanın yaratıcısı tarafından
ahirette hesaba çekileceğinin ve
davranışlarının haklı
karşılıklarını alacağının
bilincinde olması onun düşüncelerini, değer
yargılarını, duyarlıklarını ve amaçlarını
kökten değiştirir. İçindeki ahlaki duyarlığı
ile tüm geleceği arasında bağ kurar. Bu ahlâki
duyarlığa güç ve etkinlik kazandırır.
Çünkü onun kurtuluşu ya da mahvoluşu bu ahlâki
duyarlılığına, onun niyetleri ve
davranışları üzerindeki etkisine bağlıdır.
Bundan dolayı içindeki "insan" özü güçlenir ve
bu iki ayaklı canlının tüm davranışlarına
egemen olur. Çünkü gözünü kırpmayan bekçi artık
uyanıktır. Çünkü son hesaplaşma işlemi,
kendisini "orada" beklemektedir.
Diğer taraftan böyle bir insan iyiliğe gönülden bağlıdır,
son hesaplaşmada onun muzaffer olacağından emindir.
Yeryüzündeki sürekli savaşın bazı
aşamalarında kötülük karşısında yenik
düşse bile son kazanan o olacaktır. Bu yüzden o, her
zaman iyiliği desteklemekle, onun uğrunda
savaşmakla yükümlüdür. Uğrunda
savaştığı iyilik şu dünyada ister
yensin, ister yenilsin, farketmez. Çünkü son ödül ve cezanın
verileceği yer ``orası"dır.
Görüldüğü gibi Allah'a ve ahirete inanma meselesi, son
derece büyük bir meseledir, insan hayatının en temel
meselesidir. Yeme, içme, giyinme ihtiyaçlarından daha
öncelikli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç ya karşılanır,
o zaman insan gerçekten "insan" olur, ya karşılanmaz,
o zaman da bu iki ayaklı canlı bildiğimiz
hayvanlardan biri olur.
İnsanlar arasında ölçüler, amaçlar ve hayata ilişkin
düşünceler böylesine bağdaşmaz oranda birbirine
ters düşünce aralarında işbirliğine, ortak
yaşamaya, hatta belli oranda ilgi doğuran
tanışmaya imkan kalmaz.
Bundan dolayı Allah'a inanan insan ile Allah
kavramını kafasından silerek sırf dünya hayatı
peşinde koşan insan arasında
arkadaşlığa, dostluğa, ortak yaşamaya,
işbirliğine, alış-verişe, ilgiye,
umursamaya dayalı ilişkiler kurulamaz, gelişemez.
Bunun tersine olacak her söz yüce Allah'ın emrine ters düşen
bir demogojidir, bir imkansızı boşu boşuna
zorlama girişimidir. Evet;"Bizi anmaktan yüz
çeviren ve sadece dünya hayatını isteyenlerden yüz
çevir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
"Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir.
Amaç kötülük işleyenlere kötülüklerinin ve iyilik
yapanlara da iyiliklerinin karşılığını
vermektir."
Yüce Allah'ın gökler ve yeryüzü üzerindeki ortaksız
"mülkiyet"inin böylesine kesin bir dille vurgulanması
ahiret olgusuna güç ve etkinlik kazandırır. Sebebine
gelince bu durumda ahireti tasarlayıp planlayan Allah, göklerin
ve yeryüzünün "mülkiyeti"ni tek başında
elinde bulunduran Allah'ın kendisidir. Buna göre, O ödül
ve ceza vermeye muktedirdir, bu işlem sadece O'nun
tekelindedir ve bu işlemin araçlarına kesinlikle
egemendir. Böylesine tartışmasız bir "mülkiyet"in,
davranışlara adil ve eksiksiz karşılıklar
biçmesi normal ve beklenir bir sonuçtur. Zaten;
"Amaç kötülük işleyenlere kötülüklerinin ve
iyilik yapanlara da iyiliklerinin karşılığını
vermektir."
Arkasından sözkonusu "iyiler" ile
"iyiliklerinin karşılığında
ödüllendirilenler" kimler oldukları belirtiliyor.
Bunlar;
"İyilik işleyenler, büyük günahlardan ve
çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece küçük
kusurları olabilir."
Ayetin orjinalindeki geçen "Kebar-ül ism" tamlaması
"Büyük günahlar", "Fevahiş" sözcüğü
"ağır ve çirkin günahlar" demektir.
"Lemem" sözcüğünün anlamı konusunda ise
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Meselâ
ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu konuda şöyle
diyor; "Sadece diye başlayan cümle, ayetin öncesinden
kopuk bir istisnadır. Çünkü `lemem' sözcüğü
`küçük günahlar' ve `basit, önemsiz davranışlar'
anlamına gelir. Nitekim İmam-ı Ahmed'in Abdurrezzak
Muammer, İbn-i lâvus ve bu zatın babası
kanalı ile bize verdiği bilgiye göre sahabilerden
Abdullah b. Abbas Ebu Hureyre tarafından bize aktarılan
Peygamberimizin şu sözleri kadar `Lemem' kavramım çağrıştıran
ve açıklayan bir ifadeye rastlamadım. Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- diyor ki:
"Allah bir insanın hesabına zinadan bir pay
yazdığı zaman o pay o kulu mutlaka bulur. Gözün
zinası bakmak, dilin zinası konuşmaktır
İnsan umanı özler ve çeker. Cinsiyet organı da bu
arzuyu ya onaylar ya da ona karşı çıkar." (
Bu hadisi Buhari ve Müslim Abdurrezzak kanalı ile
nakletmişlerdir)
Tanınmış tefsir bilgini İbn-i Cerir ise
aynı konuda şunları söylüyor; "Muhammed b.
Abdulalâ'nın İbn-i Sevr, Muammer; Ameş ve Ebu Duha
kanalı ile bize bildirdiğine göre sahabilerden Abdullah
b. Mesud şöyle dedi: "Gözün zinası bakmak,
dudakların zinası öpmek, ellerin zinası tutmak ve
ayakların zinası adım atmak, yürümektir. Cinsiyet
organı bu ön girişimleri ya onaylar ya da reddeder.
Eğer insan cinsiyet organını bu işe
karıştırırsa zina etmiş olur. Yoksa
yaptıkları `Lemem' türünden günahlardır.'.'
Mesruk ile Şaaki de bu görüşü paylaşıyorlar.
"Lubat-ut Taif'inin oğlu" diye anılan
Abdurrahman b. Nafi ise aynı konuda şöyle diyor;
"Bir defasında Ebu Hureyre'ye bu ayette geçen `Lemem'
sözcüğünün ne anlama geldiğini sordum. Bana şu
cevabı verdi; `Bu sözcük öpmek, bakmak, gülümsemek ve
ellemek anlamına gelir. Eğer erkeğin ve
dişinin cinsel organları birbirine değerse boy
abdesti almak gerekir. Bu eylem zinadır."
Bu açıklamalar "Lemem" sözcüğünün tanımı
konusunda birbirine yakın görüşlerdir. Aynı
konuda başka bir görüş de vardır. Nitekim Ali b.
Talha'nın bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas
"Lemem' demek, `geçmiş günahlar' demektir" demiştir.
Zeyd b. Eslem de bu görüştedir.
Tanınmış tefsir bilgini İbn-i Cerir bu
konuda diyor ki; "Süleyman b. Abdülcebbar'ın bize Ebu
Asım, Zekeriyya, İbn-i İshak, Amr b. Dinar ve Ata
kanalı ile verdiği bilgiye göre Abdullah b. Abbas "İyilik
işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan
uzak dururlar. Sadece küçük kusurları (lemem'leri)
olabilir" ayetini açıklarken şöyle demiştir;
"Lemem" işleyen kimse demek günah işleyip de
arkasından tevbe eden kimse demektir." Nitekim
Peygamberimiz `Allah'ım, sen affedince günahların tümünü
affedersin. Senin hangi kulun hiç günaha bulaşmamıştır'
buyurmuştur.
Bu hadisi Ahmed b. Osman kanalı ile Ebu Asım Nebil'e
dayandırarak aktaran tirmizi hadisin sonunda
şunları söylüyor: "Bu hadis sahih, hasen ve garip
bir hadistir. Onun tek kaynağı Zekeriyya b.
İshak'tır." Bezzaz da aynı hadis hakkında
"Bildiğimiz kadarı ile bu hadis, kesintisiz olarak
sadece bu kanaldan gelmiştir" demiştir. Öteyandan
tefsir bilgini İbn-i Cerir, Muhamed b. Abdullah b. Yezi,
Yezid b. Zeri, Yunus ve Hasan kanalı ile verdiği bilgiye
göre sahabilerden Ebu Hureyre "İyilik
işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan
uzak dururlar. Sadece küçük kusurları (lemem'leri)
olabilir." ayetini açıklarken `sadece bir kez zina
işleyen, hırsızlık yapan ve içki içen, fakat
arkasından hemen tevbe ederek bir daha bu günahlara
dönmeyen bir adamın durumunu düşünün. İşte
"lemem" yapmak budur" demiştir.
Hasan'a "mevkuf" olarak da bu sözlerin benzeri
nakledilmiştir.
Bunlar da "lemem" sözcüğünün anlamını
birinci guruptaki görüşlerden farklı biçimde açıklayan
başka bir görüş grubudur.
Kişisel görüşümüze göre ikinci grubun görüşü
ayetin devamını oluşturan
Yani yüce Allah'ın insanlara ilişkin bilgisi
onların somut davranışlarının ortaya çıkışının
çok öncesine uzanır. Onların değişmez
özlerini kavrayan bir bilgidir bu. İnsanlar bu
değişmez özlerini bilemezler. Onu ancak yüce yaratıcıları
bilir. Bu bilgi insanların özü topraktan yaratılırken,
yani henüz onlar "bilinmezlik alemi"nin bir parçası
iken varolduğu gibi insanlar analarının
karınlarında cenin aşamasındayken, henüz gün
yüzüne çıkmamışlarken de vardı. Bu bilgi görüntüden
önce öze, eylemden ve davranıştan önce karakteristik
yapıya ilişkin bir bilgidir.
Bilgisinin niteliği bu olan yaratıcıya
insanın kendini tanıtması, özünü anlatmaya kalkışması,
karşısına geçerek "ben şöyleyim, ben
böyleyim" diye övünmesi boş bir iş, hatta
edepsizliktir. Okuyalım:
"Öyleyse kendinizi temize çıkarmayınız.
Çünkü O, kimin kötülüklerden sakındığını
herkesten iyi bilir." ,
Öyleyse gayretkeşlikle O'nun gözüne batmaya çalışmanıza,
O'nun karşısında
davranışlarınıza değer biçmenize gerek
yoktur. O'nun katında eksiksiz bilgi ve duyarlı terazi
vardır. Davranışlara biçeceği
karşılıklar adildir, sözü kesindir ve her
meseleyi kesin çözüme bağlayacak olan O'dur.
Bundan sonra surenin son bölümü geliyor. Son derece melodi
yüklü bir ahenk yansıtan bölüm, müzikal yönü ile
surenin ilk bölümünün bir benzeri olarak karşımıza
çıkar. Bu bölümde bu inanç sisteminin ana ilkeleri açıklanır.
Tek Allah inancının ilk tutarlı savunucusu olan Hz.
İbrahim'den bu yana hiçbir değişikliğe
uğramayan ilkelerdir bu ilkeler. Bu açıklamada
insanlara, yüce yaratıcıları
tanıtılıyor. Dikkatleri O'nun hayatları
etkileyen, aktif ve yaratıcı dileğine çekiliyor.
Bu aktif dileğin izleri, insanı sarsacak, kendine
getirecek, derinden derine titretecek somutlukta gözler önüne
seriliyor. Öyle ki, bu ayetlerin sonuna gelince, melodilerin son
namesi kulaklarda çınlayınca duygular, titrek bir
ürperti içinde verilen etkili mesajı kabul etmeye
hazır bir duyarlığa kavuşurlar. Okuyoruz: