Surenin bu ilk ayetlerini okurken Peygamberimizin kalbinin yaşadığı
o aydınlık, o engin, o uçarı ufukta bir kaç
saniyeliğine yaşıyoruz. Nurdan kanatlarla yüce
ruhların o engin alemine doğru süzülüyoruz; o ilahi
melodinin okşayıcı namelerini sözcüklerin titreşimlerinde,
çağrışımlarında ve mesajlarında
işitiyoruz.
Evet, birkaç saniyeliğine Peygamberimizin kalbi ile
başbaşa yaşıyoruz. Bu kalp açıktır,
örtüsüzdür, perdesi kaldırılmıştır. Yüceler
aleminden mesaj almaktadır. İşitiyor ve görüyor.
Aldığı mesajı içine sindiriyor. Aslında
bu saniyeler o saf kalbe özgü saniyelerdir. Fakat yüce Allah,
kullarına lütufta bulunarak bu saniyeleri canlı bir
tasvir üslubu ile onlara anlatıyor. O saniyelerin seslerini,
çağrışımlarını ve
mesajlarını kulların kalplerine aktarıyor.
Onlara bu saf kalbin yüceler aleminin eteklerinde geçen gezisini
tasvir ediyor. Adım adım, sahne sahne, kesit kesit
onlara bu gezinin ayrıntılarını sunuyor. Öyle
ki, bu ayetlerin okuyucuları, bu gezinin
tanıklarıymış gibi oluyorlar.
Bu çarpıcı niteleme, yüce Allah'ın bir yemini
ile başlıyor: "Kayan yıldız hakkı
için."
Burada yıldızın parıldaması, sonra yörüngesinden
kayıp yere yaklaşması hareketini gözlüyoruz. Bu
hareketli sahne, adına yemin edilen Cebrail'in sahnesine
tıpatıp benziyor. Okuyoruz:
Bu yemin cümlesinde kasdedilen yıldızın hangi
yıldız olduğu konusunda çeşitli yorumlar
yapılmıştır. Bu yorumların en akla
yakın olanı burada "Şira"
yıldızına işaret edildiğini ileri süren
görüştür. O dönemin bazı müşrikleri "Şira"
yıldızına tapıyorlardı. Ayrıca
surenin sonlarına doğru bu yıldızın
adından şöyle sözediliyor:
"(Bazı müşriklerin taptıkları) `Şira'
yıldızının Rabb'i de O'dur."
Eski çağlarda bu "Şira"
yıldızına büyük önem verilirdi. Bilindiği
gibi eski Mısırlıların hesaplarına göre
bu yıldız, yörüngesinin tepe noktasından geçerken
Nil nehri taşıyordu. Bu yüzden bu yıldızı
izlerler, hareketlerini gözlerlerdi. Eski İran ve Arap
masallarında bu yıldızdan sık sık sözedildiği
görülür. Bu yüzden ayette bu yıldıza işaret
edilmiş olması, akla yakın bir ihtimaldir. Peki
niye bu yıldızın "kayma" sahnesi seçildi?
Akla gelen ilk ihtimal bu seçimin yukarda sözünü ettiğimiz
uyumun sağlanması için yapılmış
olmasıdır. Bir başka gerekçe de okuyucuya şu
mesajı vermek olabilir: Bir yıldız ne kadar kocaman
ve görkemli olursa olsun, yörüngesinden kayar, yerini değiştirir.
Öyleyse tapılmaya, ilah edinmeye layık değildir.
Çünkü değişmezlik, yücelik ve süreklilik, ilahın
vazgeçilmez niteliklerindendir.
İlk ayet yemin cümlesi idi. Yeminin konusu ise
Peygamberimizin müşriklere anlattığı "vahiy"
meselesi, bu vahyin niteliğidir. Okuyalım:
"Arkadaşınız Muhammed ne sapıttı
ne de azıttı
"Müthiş güçleri olan, üstün yetenekli melek"
Cebrail'dir. Arkadaşınız Muhammed'in size
duyurduğu mesajı O'na öğreten bu melektir. Vahiy
yolu budur. Vahiy amaçlı gezi işte böyle gerçekleşmiştir.
Olay bütün ayrıntıları ile gözler önündedir. O
üstün yetenekli melek "yüce ufuktayken" doğruldu.
Böylece Muhammed O'nu gördü. Bu olay vahyin başlangıç
aşamasında gerçekleşti. O sırada Muhammed,
Cebrail'i aslında olduğu gibi, yüce Allah tarafından
nasıl yaratılmış ise öyle gördü. Sonra
Cebrail kendisine yaklaştı, O'na doğru uzandı,
yere sadece iki yay uzunluğu kadar bir mesafe kaldı.
Yani birbirlerine alabildiğine yaklaştılar.
Arkasından yüce Allah, Kul'una "dilediği"
mesajı indirdi. Görüldüğü gibi ilahi mesajdan
sözeden ifade kısa, yüceltici ve görkem yükleyicidir.
Demek ki, "uzaktan görme" olayını izleyen
bir "yakından görme" olayı ile
karşı karşıyayız. Olay vahiy, öğretme,
görme ve kesinlikle emin olma olayıdır.
Olayda "görme yanılgısı", "göz
aldanması" sözkonusu değildir. Bu yüzden tartışmaya
ve demogojiye kapalıdır. Okuyalım:
"O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Şimdi siz, gözü ile gördükleri konusunda O'nunla tartışmaya
mı girişiyorsunuz?"
Gönlün görmesi daha doğru, daha değişmezdir.
Çünkü bu durumda göz aldanması ihtimali ortadan kalkar.
Kısacası Muhammed, -salât ve selâm üzerine olsun-
Cebrail'i gözleri ile gördü, kesinlikle tanıdı ve gönül
gözü ile kavradı ki, o vahyin
taşıyıcısı olan bir melektir, yüce
Allah'ın kendisine gönderdiği bir elçidir; gelişinin
sebebi ilahi mesajı Peygamberimize öğretmekti,
Peygamberimiz de ondan öğrendiklerini insanlara duyurmakla yükümlü
idi. Öyleyse demogoji ve tartışma sona erdi. Madem ki,
kalp güvendi ve gönül kesin inanca kavuştu. Artık bu
tür inatçı reaksiyonlara yer yoktur.
Peygamberimizin Cebrail'i öz kılığı ile görmesi,
sadece bir kereliğine olmuş bir olay değildi.
Aynı olay daha sonra bir kere daha
yaşanmıştı. Okuyalım:
"O, Cebrail'i bir başka inişinde de görmüştü.
En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha'nın)
yanında.
Yanıbaşında Me'va cenneti vardı.
O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.
Muhammed'in gözü ne yana kaydı ne de öteye geçti.
O gerçekten Rabb'inin bazı büyük ayetlerini gördü: '
Elimizdeki en güvenilir bilgiye göre bu "ikinci görme"
olayı Mirac gecesi meydana gelmişti. O gece Cebrail,
Peygamberimize "en uçtaki ağacın yanında"
öz kılığı ile bir kez daha
yaklaşmıştı.
Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde geçen "sidret"
sözcüğü "bir tür ağaç" anlamına
gelir. Bu ağacın "en uçtaki ağaç" olması
demek, bu ağacın varılabilecek son noktada
olması demektir. Ayetin verdiği bilgiye göre bu ağacın
yanıbaşında "Me'va" cenneti vardır.
Acaba bu uç nokta, mirac yolculuğunun son noktası
mıdır, yoksa bu nokta Peygamberimiz ile Cebrail'in
beraberliklerinin bitiş noktasıdır da Cebrail bu
noktada durduktan sonra Peygamberimiz tek başına
yolculuğuna devam ederek Rabb'inin Arş'ının
daha yakınlarına mı yükselmiştir? Bunlar tümü
ile sadece yüce Allah'ın bilgisine açık "gayb"
konularıdır. Yüce Allah'ın seçkin kulu Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- açtığı
bu konulara ilişkin bize gelen bilgi sadece bu kadardır.
Bu olayların nasıl olduklarını kavramak bizim
gücümüzün dışındadır.
İnsanoğlunun bu olayları kavrayabilmesi için
insanların ve meleklerin yaratıcısı olan,
insanın ve meleklerin ayırıcı niteliklerini
bilen yüce Allah'ın dilediğinin bu yolda olması
gerekir.
Olaya güç ve kesinlik kazandırmak amacı ile ayette
"en uçtaki ağacın yanında" gerçekleşen
bu görmeye eşlik eden bir ayrıntıya
değiniliyor. Okuyoruz:
"O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü."
Yalnız ağacı neyin bürüdüğü açıkça
belirtilmiyor. Çünkü sözkonusu "bürüme" olayı
tanımlanamayacak ve biçimi belirtilemeyecek derecede müthiş
ve görkemlidir.
Bütün bu olup bitenler kesin birer gerçektir. Okuyalım:
"Muhammed'in gözü ne yana kaydı, ne de öteye
geçti."
Yani ne bir göz kayması, ne de bakış sekmesi sözkonusu
değildi. Ortada kuşkulu bir yanı olmayan, sam olma
ihtimali bulunmayan açık ve kesin bir "görme"
olayı vardı. Bu olaydı Peygamberimiz, yüce
Rabb'inin bazı olağanüstü mucizelerini gözlemiş,
kalbi çıplak ve örtüsüz gerçekle iletişim
kurmuştu.
Buna göre olay "vahiy" olayıdır. Ortada çıplak
gözle gerçekleşen bir gözlem, yanılgısız
bir görme, kuşku içermeyen bir kesinlik, dolaysız bir
iletişim, güçlü bir bilgi, somut bir yoldaşlık,
tüm ayrıntıları ve aşamaları ile gerçekleşmiş
bir yolculuk vardır. Ey müşrikler, işte "arkadaşınız"
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- size yönelttiği
çağrı bu "kesinlik" temeline dayanıyor.
Durum böyleyken, siz O'nun bu çağrısını
reddediyor, yalanlıyorsunuz; O'na inen vahyin
doğruluğundan kuşku duyuyorsunuz. Oysa O, sizin
öteden beri tanıdığınız, deneyden geçirdiğiniz
eski bir arkadaşınızdır. Size yabancı
biri değil ki, huyunu ve karakterini bilmemiş
olasınız. Ayrıca Rabb'i de O'nu onaylıyor,
doğru söylediğine yemin ediyor; O'na nasıl, hangi
şartlar ortasında ve kimin eli ile vahiy
indirdiğini, bu vahiy meleği ile nasıl
buluştuğunu, onu nerede gördüğünü size ayrıntılı
biçimde anlatıyor.
İşte Peygamberimizin müşriklere yönelttiği
çağrı böylesine kesin esaslara dayanıyor. Peki,
onların tapınmaları, ilahları ve bu yoldaki
masalları neye dayanıyor? Onlar, Lât, Uzza ve Menat adını
taktıkları putlara taparken, bunların birer melek
olduklarını, meleklerin Allah'ın kızları
olduklarını ve Allah katında insanlara
aracılık edeceklerini beklediklerini ileri sürerken, bu
bulanık iddiaları ileri sürerken neye dayanıyorlar?
Bu saplantıları, bu asılsız kuruntuları
herhangi bir belgeye, herhangi bir kanıta, herhangi bir güçlü
desteğe dayanıyor mu? İşte surenin ikinci
kesitinde ağırlıklı olarak işlenen tema
budur. Okuyoruz: