5- Münafıklara: "Gelin de Allah'ın Rasulü
sizin için bağışlanma dilesin denildiği zaman,
başların: çevirirler ve onların, büyüklük
taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.
6- Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen
de birdir; Allah onları bağışlamayacaktır.
Çünkü Allah yoldan çıkmış topluluğu
doğru yola iletmez.
7- Bunlar: `Allah'ın Peygamberinin anında bulunanlara
bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler"
diyen kimselerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır:
Fakat münafıklar anlamazlar.
8- Diyorlar ki: `And olsun, eğer Medine'ye dönersek
şerefli olan, alçak olarak oradan mutlaka çıkaracaktır.
Şeref ancak
Allah'ın, O'nun Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar
bunu bilmezler.
İlk kuşak tefsircilerin bir çoğu bu ayetlerin tümünün
Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında indiğini söylemişlerdir.
İbn İshak Beni Mustalık seferinden söz ederken
bu meseleyi ayrıntılı olarak anlatır. Olay
Beni Mustalik kabilesine ait Mureysi kuyusunun başında
hicretin altıncı yılında geçer. Savaştan
sonra Peygamber Efendimizin bu suyun başında
konakladığı bir sırada insanlar grup grup
suyun başına iniyorlardı. Ömer b. Hattab'ın
yanında para ile tuttuğu Beni Gıfar kabilesine
mensup bir kişi vardı. Adı Cehcah b. Mesut'tu.
Ömer'in atını sürüyordu. İşte bu Cehcah ile
Avan b. Hazrec 'in müttefiki Sinan B. Vebr Cüheni suyun başında
itişmeye başladılar. Ardından kavga ettiler.
Sinan b. Vebr el-Cüheni. Ey Ensar topluluğu diye seslendi.
Cehcah da "Ey Muhacirler!" diye bağırdı.
Bunun üzerine Abdullah b. Ubey b. Selul öfkelendi. O sırada
yanında akrabalarından bir grup bulunuyordu. Bunlar
arasında genç bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da yer
alıyordu. Abdullah b. Ubey şöyle dedi: Gerçekten
böyle yaptılar mı? Bize karşı soylarıyla
övünmeye başladılar mı? Bizim ülkemizde
çokluklarını ileri sürüp bizimle rekabete kalkıştılar
mı.
Vallahi. bizimle Kureyş'in sürgünlerinin durumu tıpkı
eskilerin şu sözünü andırıyor: "Besle köpeğini
yesin seni" (Besle kargayı oysun gözünü) Allah'a an
dolsun ki Medine'ye döndüğümüzde şerefliler mutlaka
aşağılıkları oradan çıkaracaktır.
Sonra yanında bulunan akrabalarına döndü ve onlara
şöyle dedi: Bu durumu siz kendi elinizle hazırladınız.
Yurdunuzu onlara açtınız, mallarınızı
onlarla bölüştünüz. Fakat Allah'a an dolsun ki eğer
siz onların yakalarına yapışmayacak
olursanız sizi evlerinizden çıkaracaklardır. Zeyd
b. Erkam bunları duydu Sonra kalkıp Rasullullah'ın
yanına gitti. -O sırada Peygamber Efendimiz de henüz
düşmanla giriştiği savaşı
bitirmişti-. Abdullah b. Ubey b. Selul'un sözlerin birer
birer anlattı. Ömer b. Hattab ta Peygamber Efendimizin yanında
bulunu-yordu. Ömer: "Ubad b. Bişr'e emret gidip
öldürsün onu" dedi. Peygamber Efendimiz şöyle dedi:
"Ya Ömer, insanların Muhammed
arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı
iyidir?
Hayır öyle yapmayalım ama yola çıkılacağını
bildir." Peygamber Efendimizin hiç yolculuk yapmadığı
bir saatti bu. Halk yola çıktı. Abdullah b. Ubey b.
Selul da sözlerinin Zeyd b. Erkam tarafından Hz. Peygambere
iletildiğini duyunca Peygamber Efendimizin yanına yürüdü
ve böyle bir söz söylemediğine yemin etti. İbn Selul
akrabaları arasında saygın bir yere sahipti.
Peygamber Efendimizin yanında bulunan Ensar'dan bazı
kişiler: "Ya Resulallah belki de çocuk yanlış
anlamış, adamın dediklerini tam
kavrayamamıştır" diyerek İbn Selul'u
korumaya, onu savunmaya çalıştılar.
İbn İshak diyor ki: Peygamber Efendimiz
konakladığı yerden ayrılıp yola koyulunca
Useyd b. Hudeyr'e rastladı. Useyd Peygamber Efendimizi
peygamberlik selamı ile selamladı ve şöyle dedi:
Ey Allah'ın peygamberi, Allah'a And olsun ki hiç te uygun
olmayan bir saatte yola çıkıyorsun ki bundan önce
böyle bir saatte hiç yolculuk yapmamıştın. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Yoksa sen
arkadaşınızın ne dediğini duymadın
mı?" Useyd: "Hangi arkadaş ya Resulallah?"
dedi. Peygamberimiz: "Abdullah b. Ubey" dedi. Useyd:
"Ne dedi?" diye sordu. Peygamberimiz: "Eğer
Medine'ye dönerlerse şereflilerin
aşağılıkları oradan çıkaracağını
iddia etti" dedi. Bunun üzerine Useyd: "Ey Allah'ın
elçisi Allah'a And olsun ki eğer sen dilersen onu Medine'den
çıkarırsın. Allah'a And olsun ki
aşağılık olan odur ve sen şereflisin"
dedi ve şunları ekledi: "Ey Allah'ın elçisi
O'na yumuşak davran, Allah'a And olsun ki, Allah seni bize gönderdiği
zaman kavmi başına taç giydirmek üzere kıymetli
taşlar düzüyorlardı. Bu yüzden o, senin onun elindeki
mülkü aldığını düşünüyor.
Sonra Hz. Peygamber o gün halkı akşama kadar yürüttü
ve hiç dinlenmeden aynı gece de sabaha kadar yol aldı.
Aynı gün güneş iyice rahatsız edene kadar yürüdüler.
Daha sonra halkın dinlenmesine izin verdi. Daha yere oturur
oturmaz uykuya daldılar. Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber
halkı önceki gün meydana gelen Abdullah b. Ubey b. Selul
olayı ile ilgilenmekten alıkoymak için böyle yapmıştı.
İbn İshak diyor ki: Yüce Allah'ın münafıklardan
söz ettiği bu sure Abdullah b. Ubey ve onun durumundaki
kimseler hakkında inmiştir. Bu sure indiği zaman
Peygamber Efendimizin Zeyd b. Erkam'ın kulağından
tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "işte bu
adam kulağı ile Allah'a karşı
sorumluluğunu yerine getirmiştir." Abdullah b.
Ubeyy'in oğlu Abdullah ta babası ile ilgili bu meseleyi
duymuştu.
İbn İshak diyor ki: Asım b. Ömer b. Katade'nin
anlattığına göre Abdullah Peygamber Efendimizin
yanına gelmiş ve "Ya Resulallah duyduğuma göre,
bazı sözlerinden dolayı Abdullah b. Ubey'i öldürmek
istiyormuşsun. Eğer mutlaka onu öldüreceksen bana
emret başını sana getireyim. Allah'a And olunki
Hazreç kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına
iyi davranan bir kimse yoktur. Şayet onu öldürme işini
bir başkasına verirsen ve o da gidip Abdullah b. Ubey'i
öldürürse, nefsimin babamın katilini insanlar
arasında dolaşmasına tahammül edememesinden dolayı
gibi onu öldürmekten korkarım. Bir kafire
karşılık bir mü'mini öldürüp cehenneme
girmekten endişelenirim" demişti. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştu: Aksine biz ona
iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık
edeceğiz."
Bundan sonra Abdullah B. Ubey herhangi bir olay çıkaracak
olsa bizzat akrabaları tarafından azarlanır,
kızılır ve yaptıkları
kınanırdı. Bu durumu haber alınca
Peygamberimiz Ömer B. Hattab'a şöyle demişti: "Görüyor
musun ey Ömer? Vallahi eğer senin söylediğin gibi o gün
onu öldürecek olsaydım birçok kişi üzerine titrerdi.
Ama bugün onlara onu öldürmelerini emretsem hemen öldürürler."
Hz. Ömer diyor ki: "O gün Peygamber Efendimizin görüşünün
benim görüşümden daha isabetli, daha bereketli olduğunu
anladım: '
İkrime, İbn Zeyd ve başkalarının
anlattığına göre, halk Medine'ye girmeye başladığı
sıralarda Abdullah b. Ubey'in oğlu Abdullah Medine'nin
giriş kapısının önünde durmuş ve
kılıcını kınından çekmiş
durumda bekliyordu. Herkes önünden geçiyordu. Babası
Abdullah b. Ubey gelince: "Geri dön!" dedi. Babası:
"Ne oluyor sana, yazıklar olsun" dedi. Oğlu:
"Vallahi Resulallah izin vermedikçe buradan geçemezsin.
Çünkü o şereflidir, sense
aşağılıksın: ' dedi. Peygamber Efendimiz
gelince -Peygamberimiz kafilenin ardından gözcü olarak
gelirdi- babası oğlu Abdullah'ı ona şikayet
etti. Oğlu: "Vallahi, ya Resulallah, sen ona izin
vermedikçe o, bu kapıdan içeri giremez" dedi.
Peygamberimiz girmesine izin verdi. Bunun üzerine Abdullah babasına:
"Resulallah sana izin verdiğine göre şimdi
şehre girebilirsin" dedi.
Bir olaylara, bir olayların kahramanlarına, bir de
Kur'an ayetlerine bakıyoruz ve kendimizi Peygamberimizin
hayatı ile, ilahi eğitim sistemi ile, olayları yönlendiren
hayret verici Allah'ın kaderi ile karşı
karşıya buluyoruz.
İşte bu, Müslümanların oluşturduğu
saftır. Aralarında münafıklar kol geziyor. On
seneye yakın bir süre -Peygamberimiz hayattayken-
Müslümanlar arasında yaşıyorlar. Peygamber
Efendimiz de onları İslam safının
dışına çıkarmıyor. Yüce Allah onların
adlarını ve şahıslarını
vefatına yakın bir süreye kadar kendisine bildirmiyor.
Gerçi Peygamberimiz onları konuşma biçimlerinden,
kaypaklıklarından ve çevirdikleri dolaplardan,
heyecanların, endişelerin yansıdığı
yüz hatlarından tanıyordu. Bunun sebebi yüce Allah'ın
kalpleri ilgilendiren meseleleri insanlara
bırakmamış olmasıdır. Çünkü kalpler
sadece Allah'ın kontrolündedirler. Kalplerde olanları
sadece O bilir ve bu bilgisi uyarınca onları sorguya
çeker. insanlara gelince meselenin dışa
yansımış şekli onları ilgilendirir. Böylece
zanna dayanarak birbirlerini suçlamaları önlenmiş olur.
Bu sayede sezgiden yola çıkarak herhangi bir meselede karar
vermeye kalkışmazlar. Öyle ki yüce Allah
Peygamberimizin hayatının sonuna doğru, halâ
münafıklıklarını sürdüren bir gurubu
kendisine bildirdiği halde Peygamberimiz onları
cemaatten atmamıştı. Çünkü onlar Müslüman
görünüyor, İslam'ın öngördüğü farzları
yerine getiriyorlardı. Bu yüzden Peygamber Efendimiz onları
bilmek ve sadece arkadaşları arasında birine,
Huzeyfe b. Yeman'e bildirmekle yetinmişti. Müslümanlar arasında
onları deşifre etmemişti. Hatta Hz. Ömer
Peygamberimizin kendisini münafık olarak
nitelendirmediğinden emin olmak için gelip Huzeyfe'ye
kendisinin münafık olup olmadığını
soruyordu. O da: Ya Ömer, sen onlardan değilsin diyor
başka da bir şey demiyordu. Hz. Peygambere hiçbir zaman
ölen bir münafığın cenaze namazını
kılmaması emredilmişti. Arkadaşları
Peygamberimizin birinin namazını
kılmadığını gördüklerinde onun münafık
olduğunu öğrenmiş oluyorlardı. Peygamber
Efendimiz vefat ettikten sonra da Hz. Huzeyfe münafık
olduğunu bildiği kimsenin namazını
kılmazdı. Hz. Ömer, etrafına bakınmadıkça
hiçbir cenazenin namazını kılmazdı.
Şayet Huzeyfe'yi görseydi cenazenin münafıklara ait
olmadığını bilirdi. Aksi taktirde o da
cenazenin namazını kılmaz ve bir şey de söylemezdi.
İşte -kaderin belirlediği şekliyle- olaylar
bir hikmete, bir hedefe yönelik olarak eğitim, ibret
alınmasını sağlama, ahlâk, düzen ve adap
kurallarını yerleştirme amacı ile bu
şekilde akıp gidiyordu.
Hakkında bu ayetlerin inmiş olduğu bu olay bile
tek başına ders alınması , önemli sonuçların,
öğütlerin çıkarılması gereken bir
olaydır...
Şu Abdullah b. Ubeyy b. Selul'dur. Müslümanların
arasında yaşıyor... Peygamber Efendimizin
yakınında bulunuyor. Önünde ve arkasında cereyan
eden olayları, bu dinin gerçekliğini, Peygamberimizin
doğruluğunu kanıtlayan ayetleri gözleriyle
görüyor. Ne var ki yüce Allah kalbini imana, doğru yola
iletmiyor. Çünkü yüce Allah bu rahmetten, bu nimetten ona pay
ayırmamıştır. Peygamberimizin
İslam'ı Medine'ye getirmesi nedeniyle Evs ve Hazreç
kabilelerine kral olamamanın hıncı bu coşan,
parlayan nurun kaynağından etkilenmesine engel oluyor.
Sadece bu ihtiras onu doğru yola girmekten alıkoyuyor.
Oysa her yönden bu yolu gösteren işaretlerle
karşılaşıyordu. İslam'ın
kaynağında, Yesrib'in aydınlığında
yaşıyordu oysa.
Bu da onun oğlu Abdullah'tır. Fedakâr ve itaatkâr
Müslümanın üstün bir örneği. Babasından memnun
değil. Yaptıklarına canı
sıkılıyor. Konumundan utanıyor. Fakat her
şefkatli ve iyi niyetli evlat gibi davranıyor. Hz.
Peygamberin babasını öldürtmek istediğini
duyuyor. İçinde birbiriyle çelişen karmaşık
duygular, düşünceler geçiyor. Fakat o İslam'ı
seviyor. Peygamber Efendimizin buyruğuna uymayı,
babası hakkında da olsa Peygamberimizin emrini
kendisinin yerine getirmesini arzuluyor. Bununla beraber bir
başkasının gidip babasının boynunu
vurmasını, sonra da gözlerinin önünde dolaşmasını
hazmedemiyor. Nefsinin kendisine ihanet etmesinden, kan
bağını kullanan şeytanı yenememekten,
intikam duygusunu frenleyememekten endişeleniyor. Bu
yüzden kalbinin
içinde kopan fırtınalara karşı Peygamberinin,
komutanının yardımına
sığınıyor. Karşı karşıya
kaldığı bu beklenmedik
sıkıntıyı gidermesini istiyor. Şayet
yapmak zorundaysa babasın öldürme işini kendisine
vermesini öneriyor. Hiç kuşkusuz bu emre uyacak,
babasının kesik başını getirecektir. Tâ
ki bir başkası bu işi üstlenmesin. Çünkü bu
durumda babasının katilinin gözlerinin önünde dolaşmasına
katlanamayacak, Dolayısıyla bir kafire
karşılık bir mü'mini öldürmek suretiyle
cehennemi boylayacaktır...
Burası öylesine yüce, öylesine erişilmez bir makam
ki, kalp nereye yönelirse yönelsin, göz nereye ilişirse
ilişsin bir ürperti alır insanı. Bir insanın
kalbini bürüyen iman ürpertisidir bu. Bu insan kalkıyor
Peygamber Efendimize dünyanın en zor işini
-babasını öldürme işini- kendisine vermesini
öneriyor. Bu öneride bulùnurken niyetinde doğrudur.
Çünkü kendisine göre daha büyük ve daha ağır bir yükümlülükten
korunuyor. İnsanın doğasından gelen
duyguların azgınlaşıp kendisini bir kafire
karşılık bir mü'mini öldürmeye zorlamasını,
Dolayısıyla ateşe girmesini önlemiş oluyor.
Bu doğruluğun, açık yürekliliğin neden
olduğu bir ürpertidir. Bu insan babasına yönelik beşeri
zaafına karşı şunları söylüyor:
"Allah'a And olunki Hazreç kabilesi bilir ki aralarında
benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse
yoktur." İşte bu insan, bu zaafına
karşı Peygamberinin ve komutanının
yardımına sığınıyor, bu
sıkıntıdan kurtarmasını istiyor.
Kuşkusuz verdiği emri geri alarak veya
değiştirerek değil. -Çünkü onun emrine
kesinlikle uyulur, işareti derhal yerine getirilir-. Fakat
babasının başını kesme işini
kendisine vermesini istiyor.
Yüce Peygamber bu sıkıntılı, bu dertli mü'min
nefsi görüyor, bir hoşgörü ve yücelik örneği göstererek
onu okşuyor, sıkıntısını gideriyor:
"Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu
sürece iyi arkadaşlık edeceğiz" diyor. Bundan
önce de Ömer b. Hattab'ı -Allah ondan razı olsun- görüşünden
vazgeçiriyor: "Ya Ömer insanların Muhammed
arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı
iyidir?"
Sonra Peygamber Efendimizin ön sezişi güçlü ve her
yaptığını yerinde yapan bir komutan gibi olaya
müdahale etmesi, zamansız yola çıkma emrini verip
herkes bitkin düşene kadar bu yolculuğu sürdürmesi...
Hiç kuşkusuz, kavgaya tutuşan iki adamın: "Ey
Ensar!" "Ey Muhacirler!" diye bağırmak
suretiyle uyandırdıkları ırkçılık düşüncesinden
insanları alıkoymak amacına yöneliktir. Burada
güdülen bir diğer amaç ta, inanç sistemlerinin ve insanlığın
tarihinde sevgi ve kardeşliğin eşsiz örnekleri
olan Muhacir ve Ensar arasında münafık Abdullah b. Ubey
b. Selul'un yaktığı fitne ateşini söndürmek
ve insanları buna kapılmaktan alıkoymaktır.
Öte yandan Hz. Peygamberin Useyd b. Hudayr'a söylediği sözler,
bu sözlerde kargaşaya karşı duyulan ruhsal
bezginliğin belirtileri ve İslam'dan sonra bile
akrabaları arasındaki saygın yerini koruyan
arkadaşının elinden tutma isteği, insanı
ürpertici olaylardır.
Şimdi de insanı derinden ürperten olayın son
sahnesi karşısında duruyoruz. Münafık
Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu mü'min Abdullah'ın
yer aldığı sahne karşısında durup düşünüyoruz.
Abdullah kılıcıyla Medine'nin giriş
kapısını tutmuş, babasının
"Şerefliler mutlaka
aşağılıkları oradan çıkaracaktır"
sözünü doğrularcasına, onun şehre girmesine izin
vermiyor. Ona Allah'ın elçisinin şeréfli kendisininse
aşağılık olduğunu gösteriyor. Resulallah
gelip izin verene kadar babasını şehrin
kapısında durduruyor ve Peygamber Efendimizin izniyle
şehre girmesine müsaade ediyor. Böylece olay henüz bitmemişken
ve olayın geçtiği zaman diliminde kimin şerefli,
kimin aşağılık olduğunu pratik olarak
kanıtlıyor.
Dikkat edin bu, imanın o insanları yükselttiği
erişilmez bir zirvedir. Onlar insan oldukları halde,
insana özgü zaaflar, eğilimler ve duygular
taşıdıkları halde iman onları bu zirveye
çıkarmıştır. Bu durum İslam
inancının mahiyetini en güzel ve en doğru
şekliyle ortaya koymaktadır. insanlar bu inanç
sistemini gerçek mahiyetiyle kavradıkları zaman, bizzat
kendileri bu inancın yemek yiyen, çarşılarda
dolaşan, insanlar şeklinde yürüyen gerçekleri
oldukları zaman bu inanç sistemi en güzel ve en doğru
şekliyle ortaya çıkar.
Biz tekrar bu olayları içeren ayetlerin gölgesine
dönüyoruz:
"Münafıklara: `Gelin de Allah'ın Resulü sizin
için bağışlanma dilesin' denildiği zaman
başlarını çevirirler ve onların büyüklük
taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün
."
Münafıklar kendi içyüzlerini ortaya çıkaran
bazı davranışlarda bulunur, bazı sözler
söylerlerdi. Bunların Peygamber Efendimize
ulaştığını öğrendiklerinde ise
korkmaya, utanmaya ve yeminler etmeye başlarlardı. Bu
yeminleri koruyucu kalkanları olarak kullanırlardı.
Birisi onlara "Gelin, Allah'ın elçisi sizin için bağışlanma
dilesin" dediği zaman, eğer Hz. Peygamberle yüz
yüze gelmeyeceklerinden emin iseler üstünlük taslayarak
büyüklük kompleksine kapılarak başlarını
çevirirlerdi. Bu ikisi münafık ruhların birbirinin
varlığını zorunlu kılan nitelikleridir. Böyle
bir davranış genellikle akrabaları arasında
saygın bir yere sahip kimselerce sergilenirdi. Fakat onlar
özleri itibariyle yüzleşmekten korkan zayıf
kimselerdi. Yüzleşmeyeceklerinden emin oldukları sürece
büyüklük taslar, engellemelerde bulunur, başlarını
çevirirlerdi. Yüzlenince de korkudan titrer, utanır ve
yeminlere başvururlardı.
Bu yüzden hitap Peygamber Efendimize yöneltiliyor ve yüce
Allah'ın onlara ilişkin bütün durumları kapsayan
kararı belirtiyor. Yüce Allah'ın bu kararından
sonra bağışlanma dileğinin onlara bir yarar
sağlamayacağı vurgulanıyor:
"Onlar için bağışlanma dilesen de
dilemesen de birdir; Allah onları
bağışlamayacaktır. Çünkü Allah yoldan çıkmış
topluluğu doğru yola iletmez."
Bu arada yüce Allah'ın haklarında bu kararı
vermesine neden oluşturan yoldan çıkmalarının
bir yönü anlatılıyor:
"Bunlar: `Allah'ın peygamberinin yanında
bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp
gitsinler' diyen kimselerdir."
Bu sözlerde münafıkların iğrenç karakterleri
ve pis tabiatları belirginleşmektedir. Aç bırakmak
suretiyle işkence etme politikasıdır bu. Öyle anlaşılıyor
ki inanç savaşlarında, dinlerin mücadelesinde hak ve
iman karşıtları zaman ve mekan
farklılığına rağmen hep bu yönteme başvurmuşlardır.
Çünkü onlar basit anlayışlarından dolayı
bir lokma ekmeği dünya hayatında her şey
sanırlar. Herkesi kendileri gibi bildikleri için aç bırakmak
suretiyle mü'minleri yeneceklerini sanırlar.
Kureyş'liler, Haşimoğullarını
Peygamber Efendimize yardım etmekten vazgeçip etrafından
dağılsınlar ve onu müşriklere teslim etsinler
diye her türlü ilişkiyi keserek ekonomik ablukaya
alırken bu yönteme başvurmuştu.
Kur'an ayetinde vurgulandığı gibi münafıklar
da Peygamberimizin arkadaşları sıkıntı ve
açlığın baskısına dayanamayıp
dağılsınlar diye bu yönteme başvurmuşlardır.
Komünistler de bu yönteme başvuruyorlar. Ülkelerindeki
dindar insanları yiyecek karnelerinden yoksun bırakarak
ya açlıktan ölmek ya da Allah'ı inkar etmek
namazı terk etmek durumunda bırakıyorlar.
Bu yöntem, İslam memleketlerinde Allah'ın davetine
ve İslami diriliş hareketine karşı savaş
açanların da başvurduğu bir yöntemdir. Ablukaya
almak, aç bırakmak, iş ve geçimini sağlama
yollarını tıkamaya çalışmak gibi yöntemlerle
dava adamlarını sindirmeye çalışırlar.
işte böyle eski çağlardan günümüze kadar gelmiş
geçmiş tüm iman karşıtları kesintisiz bu
iğrenç yöntemi uygulamışlar. Ama onlar
Kur'an-ı Kerim'in daha bu ayetin sonu gelmeden
hatırlattığı şu basit gerçeği
unutuyorlar:
"Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır.
Fakat münafıklar anlamazlar."
Mü'minlerin rızklarını kontrolleri altına
almak suretiyle egemenlik kurmaya çalışan bu adamlar da
geçimlerini yüce Allah'ın göklerde ve yerdeki rızk
kaynaklarından sağlıyorlar. Çünkü onlar kendi rızklarını
yaratmıyorlar. Şu halde başkalarının
rızklarını kesmeye kalkışmaları ne büyük
düşüncesizlik ve ne derin anlayışsızlıktır.
İşte yüce Allah mü'minleri bu şekilde yüreklendiriyor.
Allah düşmanlarının dava adamları ile
giriştikleri her savaşta başvurdukları bu
iğrenç tatbik, bu adi yöntem karşısında
onları bu şekilde destekliyor, güçlendiriyor. Her canlının
rızk kaynağının Allah'ın göklerde ve
yerdeki hazineleri olduğu güvencesini veriyor. Hiç kuşkusuz
düşmanlarına rızk veren dostlarını
unutacak değildir. Yüce Allah'ın rahmeti düşmanları
bile olsa kullarını açlığa mahkum etmemeyi,
rızklarını kesmemeyi öngörmüştür. Yüce
Allah rızklarını kesecek olsa kulların az veya
çok hiçbir şekilde kendilerini
rızklandıramayacaklarını bilir. Hiç kuşkusuz
Allah, düşmanları bile olsa kullarına
yapamayacakları bir sorumluluk yüklemeyecek kadar yücedir,
kerimdir. Çünkü aç bırakma ancak bayağının
bayağısı, alçağın alçağı
insanların düşünebileceği bir yöntemdir.
Bir de münafıkların şu sözlerine değinelim:
"Diyorlar ki: "And olsun eğer Medine'ye dönersek
şerefli olan, alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır."
Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu Abdullah'ın bunu
nasıl gerçekleştirdiğin ve şerefli olan izin
vermedikçe alçak olanı Medine'ye nasıl
sokmadığını gördük.
"Şeref ancak Allah'ın, O'nun peygamberinin ve müminlerindir.
Fakat münafıklar bunu bilmezler."
Burada yüce Allah Peygamberini ve mü'minleri kendisi
ile birlikte anıyor ve kendisine özgü olan şereften
onlara da bahşediyor. Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü
derece sahip bir bağıştır ve ancak ulu Allah
bu bağışta bulunabilir. Yüce Allah'ın
peygamberini ve mü'minleri yanına alıp "işte
biz! ve işte şereflilerin bayrağı. En üstün
saf budur" demesinden daha büyük, daha onurlandırıcı
bir bağış var mıdır?
Elbette ulu Allah doğru söylüyor. Allah üstünlüğü,
şerefi imanın ikizi olarak mü'minin kalbine yerleştirmiştir.
Bu üstünlük, bu şeref Allah'ın üstünlüğünden,
şerefinden kaynaklanır. Bu şeref yıpranmaz ve
bu üstünlük zayıflamaz. Bu şerefe, bu üstünlüğe
sahip bulunan bükülmez, ezilmez imanı sarsılmadıkça
en zor anlarda bile mü'minin kalbi gevşemez. iman oraya
yerleşip kökleşince şeref ve üstünlükte
beraberinde yerleşir, kökleşir.
"Fakat münafıklar bunu bilmezler."
Nasıl bilebilirler ki, onlar bu onuru
tatmamışlar ki. Onurun, üstünlüğün asıl
kaynağına ulaşmamışlar ki!
MAL VE EVLADIN ALLAH'I UNUTTURMASI
Surenin içerdiği son mesaj, yüce Allah'ın
peygamberi ile birlikte kendi safına aldığı,
kendi üstünlüğünden, kendi şerefinden üstünlük ve
şeref bahşettiği müminlere yöneliktir. Burada
yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği onur verici düzeye
yükselmeleri, münafıkların özelliklerini andıran
her türlü özellikten soyutlanmaları, bu aydınlık
ufku mal ve evlada tercih etmeleri, mal ve evladın kèndilerini
bu nurlu makama çıkmaktan alıkoymasına izin
vermemeleri isteniyor: