Bu hükümlerin iniş şartları ile ilgili
bazı rivayetlerde onların Hudeybiye
antlaşmasından sonra indikleri belirtilmektedir.
Hudeybiye antlaşmasında: "Müslüman da olsa
Mekke'den Medine'ye göç eden bizden birini geri vereceksin"
deniyordu. Bu antlaşmadan sonra Hz. Peygamber ve O'nunla
birlikte olan müslümanlar daha Hudeybiye'nin alt tarafında
iken hicret etmek ve Medine'deki islam yurduna katılmak
istediklerini bildiren bazı inanmış kadınlar
Peygambere geldiler. Kureyşliler ardlarından gelerek
antlaşma gereği onların geri verilmelerini
istediler. Öyle anlaşılıyor ki antlaşma
metninde kadınlar konusunda kesin bir hüküm yoktu. Bu iki
ayet-i kerime olay üzerine gelerek inanmış
kadınların tekrar kafirlere verilmelerini yasakladı.
Çünkü kadınlar güçsüz bulunuyorlardı. Dinleri
uğrunda zulme ve işkenceye
uğratılacakları kesindi.
Devletlerarası hukuki ilişkileri de belirleyen hükümler
de bunlarla birlikte indi. Bu hükümler sözkonusu hükümleri en
adil bir şekilde düzenliyor, uygulamanın kendisinde
adaleti ilke kabul ediyordu. Karşı grubun
uygulamalarından ve ondaki zulüm ve taşkınlıktan
etkilenmiyordu. Zaten islam gerek iç, gerekse dış
ilişkilerinde adalet ilkesini bu şekilde gözetmiştir.
Bu konuda ilk uygulama, ilk iş hicret eden
inanmış kadınların hicret sebebini öğrenmek
için onların sınavdan geçirilmeleriydi. Çünkü bu
kadınların hicret nedeni istenmeyen bir evlilikten
kurtuluş, bir çıkar elde etme, islam yurdunu
kişisel bir sevgi peşinde koşarak seçme olmamalıydı!
İbni Abbas der ki: Hz. Peygamber onları şöyle
imtihan ediyordu: "Allah'a yemin ederim ki ben eşime
kızdığım için hicret etmedim. Allah'a yemin
ederim ki bir yerden nefret edip başka bir yeri arzu
ettiğim için hicret etmedim. Allah'a yemin ederim ki dünyalık
bir çıkarı elde etmek için çıkmadım.
Allah'a yemin ederim ki ben sırf Allah ve Rasulünü sevdiğim
için hicret ettim." İkrime der ki; onlara şöyle
deniyordu: "Kocandan kaçmadığına, bizden
birine aşık olmadığına, sırf Allah
ve Resulünün sevgisi için hicret ettiğine yemin et."
İşte imtihan buydu. Allah'a yemin ederek dış görünüşlerinin
ve ikrarlarının durumlarına bakılıyordu.
Onların içlerinde gizledikleri şeyler ise Allah'a
havale ediliyordu. Çünkü bunları insanlar bilemezlerdi. "Allah
onların imanlarını daha iyi bilir." "Eğer
siz de onların gerçekten inanmış
olduklarını anlarsanız onları kafirlere geri döndürmeyin.
Bu kadınlar o inkarcılara helal değildir. Onlar da
bunlara helal olamaz:'
Çünkü aralarındaki inanç bağı olan temel
bağ kopuvermiştir. Artık bu birbirinden kopan parçaları,
birbirine bağlayacak başka bir bağ yoktu. Evlilik
ise kaynaşma, uyuşma ve huzura kavuşma halidir. Bu
temel bağ koptuktan sonra evliliğin devam etmesi mümkün
değildir. Gönül hayatının temel direği
imandır. Başka hiçbir duygu onun yerini dolduramaz.
İman bağından yoksun olan bir kalbin
inanmış bir kalp ile kaynaşması, onunla
uyuşması, dost olması, sevmesi, onunla huzura
kavuşup himayesinde rahat etmesi mümkün değildir.
Evlilik ise sevgidir, merhamettir, kaynaşmadır ve huzura
kavuşmadır.
Hicretin ilk yıllarında bu konu herhangi bir hükme
bağlanmış değildi. İnanmış
kadınla kafir kocanın ayrılması öngörülmediği
gibi inanmış erkekle kâfir kadının
ayrılması da şart koşulmamıştı.
Zira islam toplumu henüz tüm ilkelerini belirlememiş ve
oturmamıştı. Hudeybiye antlaşmasından
-veya birçok rivayette kullanılan deyimle Hudeybiye
zaferinden sonra- ise artık tamamen
ayrılığın zamanı gelmişti. Mümin
erkeklerin ve mümin kadınların kalbinde yer eden
ilkenin artık pratik hayatlarına da yerleşmesi
gerekiyordu. "Yani günlük hayatlarında da iman
bağından başka bir bağ yoktur. İnanç bağından
başka bir bağ yoktur. Bağlar ancak Allah'a
bağlı olanlar arasında geçerlidir"
ilkelerinin yürürlüğe konması gerekiyordu.
Ayrılık hükmünün yürürlüğe girmesiyle
bedel ödenmesi hükmü de yürürlüğe girdi. Bu adalet ve
eşitliğin gereğiydi. Buna bağlı olarak
inanmış hanımı kendisinden ayrılıp
Medine'ye geldiğinde zararının
karşılanması amacıyla eşine verdiği
mehrin tazminatı kafir olan kocasına veriliyordu.
Aynı şekilde kafir olan eşini boşayan müslüman
erkeğe de mehrinin karşılığı iade
ediliyordu.
Bundan sonra inanmış erkeklerin hicret eden
inanmış kadınlarla mehirlerini verdikten sonra
evlenmeleri helal olur. Bu konuda fıkhi açıdan
birtakım görüş ayrılıkları vardır.
"Bu kadınların iddet beklemeleri gerekir mi? Yoksa
sadece hamile olanlarının doğum yapana kadar
iddetlerini beklemelidirler? Eğer iddet beklemeleri gerekir
deniyorsa bu iddet normalde boşanan kadınlarınki
gibi üç ay mıdır? Yoksa tek bir aybaşıyla
rahmin temizliği ortaya çıkıncaya kadar
mıdır^" gibi.
"Onların kocalarının sarfettiğini (mehrini)
verin. Mehirlerini kendilerine geri verdiğiniz zaman, onlarla
evlenmenizde bir günah yoktur. Kafir kadınları
nikahınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin,
onlarda harcadıklarını istesinler."
Sonra bu hükümlerin hepsi müminin vicdanındaki büyük
teminata bağlanıyor. Bu Allah'ın gözetimi altında
olma, O'ndan korkma ve takva bilincidir. "Allah'ın hükmü
budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir."
İşte bu sözünde durmamanın, hilenin ve
aldatmanın kökünü kazıyan yegane güvencedir,
teminattır. Allah'ın hükmü, herşeyi bilen ve
herşeyi en güzel yerleştiren Allah'ın hükmüdür.
İnsanın içindeki her şeyden haberi olan üstün
güç ve kudret sahibinin hükmüdür. İşte müslümanın
bu bağı hissetmesi yeterlidir. Bu hükmün kaynağını
kavraması onun doğrultusunda düzelmesi ve ona uyması
için yeterlidir. Çünkü o eninde sonunda Allah'ın huzuruna
çıkacağına kesin inanmaktadır.
Eğer inanmış bir kocanın, kafir olan
eşinden ayrıldıktan sonra eşi ya da ailesi
onun yaptığı masrafı kendisine iade etmezse
-nitekim buna benzer olaylar olmuştur- devlet
başkanı, eşleri iman edip islam yurduna
sığınan kafir erkeklerin mehir
karşılığı alacağı haktan bu mümin
erkeğin alacağını tahsil eder. Ya da
kafirlerin müslümanlar tarafından elde edilen ganimet
mallarından bu inanmış kocanın
zararını karşılar.
"Eğer eşlerinizden biri, sizden kafirlere kaçarda
sizde savaşta galip durumda olursanız, eşleri
gitmiş olanlara ganimetten harcadıkları kadar
verin."
Bu hüküm de ve uygulaması da her hükmün ve her
uygulamanın bağlandığı temel güvenceye
bağlanmaktadır: