O

Mümtehine

O

   

7- Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına ağır sevgi koyar, Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.

8- Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanız ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.

9- Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarından çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse, işte zalim onlardır.

İslam barış dinidir. Sevgiye dayalı bir inançtır. Bütün insanlığın onun himayesinde o havayı teneffüs etmesini hedefler. Bütün dünyaya sistemini egemen kılmak ister. İnsanların tümünü Allah'ın sancağı altında birbiriyle tanışan birbirini seven kardeşler haline getirmek ister. İslamın bu temel misyonuna islama ve müslümanlara karşı düşmanlık ve saldırı temeline dayalı yönelişlerden başkası engel sayılmaz. Onlar barış içinde yaşamayı istediklerinde islam ille de sürtüşmeyi ön görmez. Kendisi de böyle düşmanca bir ortamı istemez. Hatta islam sürtüşme hallerinde bile gönüllerde sevginin tohumlarını muhafaza eder. Güzel davranmayı, ilişkilerde adaleti gözetmeyi öngörür. Her zaman düşmanlarının yüce sancağın altına girdiklerinde kurtuluşa ereceklerine kanaat getirecekleri günü bekler. Bütün ruhların ve gönüllerin düzeleceği, doğru yola geleceği ve sağlam yöne yöneleceği bu günden islam asla umudunu kesmez.

Birinci ayette ümitsizliğin asla alt edemeyeceği bu umuda işaret edilmektedir. Mekke'den hicret eden bazı Muhacirlerin gönüllerini rahatlatmak, aileleri ve yakınlarıyla ilişkilerini kesmiş olmanın ve onlarla savaşmanın zorluklarıyla, sıkıntılarıyla boğuşarak yorgun düşen kalpleri beslerken buna değinmektedir:

"Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız arasında bir sevgi koyar Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir."

Allah tarafından belirtilen bu umudun anlamı onun kesin gerçekleşeceği anlamına gelir. Bu haberi duyan müminlerin de onun gerçekleşeceğine kesin kanaat getirmeleri gerekir. Zaten kısa bir zaman sonra Mekke fethedildiğinde Kureyşliler müslüman olduklarında, hepsi tek sancağın altında toplandığında o zamana kadarki bütün kinler ve intikam duyguları sona erdiğinde, hepsi kalpleri birbirine ısınan kardeşler haline geldiklerinde bu umut gerçekleşmiştir.

"Allah herşeye kadirdir." İstediğini yapar. "Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir." Geçmişte işlenen şirki ve günahları bağışlar.

Temenni ifadesiyle dile getirilen Allah'ın sözü gerçekleşene kadar yüce Allah, inananların din konusunda kendileriyle savaşmayan ve kendilerini yurtlarından çıkarmayan müşriklerle dostluk kurmalarına izin vermiştir. Onlara iyilik yapmalarındaki sakıncayı kaldırmıştır. Onlarla ilişkilerinde adaleti gözetmelerini, onların haklarına tecavüz etmemelerini öngörmüştür. Bunun yanında din konusunda kendileriyle savaşan, kendilerini yurtlarından çıkaran ya da çıkarılmalarına yardımcı olmuş kimselerle dostluğu kesin biçimde yasaklamıştır. Onlarla dostluk kuranların zalimlerin ta kendileri olduğuna hükmetmiştir. Hiç şüphesiz ki "Allah'a ortak koşmak büyük bir zulümdür." (Lokman suresi, 13) ayetini gözönünde bulundurduğumuzda zulmün anlamlarından birinin de şirk olduğunu söyleyebiliriz. Bu ise korkunç bir tehdittir. Müminler ondan ürperir. Onun korkunç olan kapsamına girmekten kesinlikle uzak dururlar.

Müslüman olmayanlarla ilişkileri düzenleyen bu ilke islam dininin yapısına, yönelişine, insan hayatına hatta onun bu evrene ilişkin köklü anlayışına, en uygun ve en adil ilkedir. Çünkü bütün bir varlık çeşitliliğine ve yüzeysel ayrılıklarına rağmen ilahi kaynaklı özünde ve ezeli planında birbiriyle uyum içindedir, dayanışma içindedir. Tek bir ilahtan gelmiştir. Tek bir ilaha yönelmiş bulunmaktadır.

Bu ilke, islamın devletlerarası hukukunun da temelidir. Buna göre islam ile insanlar arasında barış hali değişmeyen temel tutumdur. Bu hal ve tutum, savaş açılması ve bu savaşa karşılık verilmesinin zorunlu olması veya antlaşma yapıldıktan sonra ihanet edilmesi durumları dışında değişmez. Antlaşmaya ihanet ise saldırıyla tehdit etmek demektir. Davanın özgürlüğü ve inanç hürriyeti önünde kaba kuvvetle durmak da bunun gibidir. Bu da bir saldırıdır. Bunların dışındaki hallerde islam tüm insanlara barışı, sevgiyi, iyiliği ve adaleti öngörür.

Sonra bu ilke islam düşüncesiyle de uyum içine girmektedir. İslam düşüncesine göre müminler ile onların düşmanları arasındaki temel sorun, inanç davasıdır. Başkası değil. Müminin uğrunda her fedakârlığı göze alabileceği ve ölebileceği tek davanın sadece inanç davası olduğunu ortaya koymaktadır. Müslümanlarla diğer insanlar arasında düşmanlığa yol açabilecek ve çarpışmalarına neden olabilecek tek şey davanın özgürlüğü ve inancın özgürlüğüdür. Yeryüzünde Allah'ın sisteminin gerçekleştirilmesi ve sözünün yüceltilmesidir.

Bu yöneliş, surenin tüm akışıyla da uyum içindedir. Sure bütünüyle inancın değerini ortaya koymakta ve onun tüm müslümanların altında toplanacakları biricik sancak olduğunu ön plana çıkarmaktadır. Kimi müslümanlarla birlikte bu sancak altında durursa o müslüman topluluktandır. Kim de bu topluluğa karşı savaşırsa o da müslümanların düşmanıdır. Kim islam toplumuyla barış antlaşması yapar, onları inançları ve davalarıyla başbaşa bırakır, insanları ondan alıkoymazsa, insanların onu duyup anlamasına engel olmazsa ve ona iman edenlere zorluk çıkarmazsa o da müslümanlarla barış içinde demektir. İslam bu insanlara iyilik yapmayı ve onlara adil davranmayı yasaklamaz.

Müslüman bu yeryüzünde inanç davası için yaşar. Kendisine ve insanlara karşı en önemli sorunu inancıdır. Müslüman çıkar için düşmanlık yapmaz. Irk, vatan, soy ve aile gibi tutkunluklar ve taassuplar için savaşmaz. Onun savaşı sadece Allah'ın sözünü yüceltmek içindir. İnancının hayatta uygulanan egemen bir sistem olması içindir.

Bundan sonra Tevbe suresi inmiş ve orada şöyle denilmişti: "Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu." (Tevbe suresi, 1) Bununla müslümanlar ve müşrikler arasındaki tüm sözleşmeler ve barış antlaşmaları yürürlükten kaldırıldı. Süresi belli olmamış olan antlaşma sahiplerine dört aylık bir süre tanınmış, süreleri belirlenmiş olan antlaşma sahiplerine ise bu sürenin bitimine kadar izin verilmiştir.

Şu kadar var ki bu uygulama müşriklerin antlaşmalarına bağlı kalmadıkları çeşitli deneyimlerle tesbit edildikten sonra yürürlüğe girmiştir. Çünkü onlar antlaşmayı bozduklarında kazançlı çıkacaklarına inandıkları ilk fırsatta, bu anlaşmaları bozacak kimselerdi! Bunlara başka bir ilke uygulandı: "Eğer antlaşmalı bir toplumun antlaşmasını bozacağından endişeli isen, aranızdaki antlaşmayı, karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkca yüzlerine fırlat. Çünkü Allah ihanet edenleri sevmez." (Enfal suresi, 58)

Böyle bir uygulama o zamanki islam yurdunun -ki burası o sıralarda aşağı yukarı Arap yarımadasının tamamıydı- güvenliği için zorunluydu. Çünkü bu sırada fırsat kollayan düşman komşular olan müşrikler ve ehl-i kitap defalarca islama saldırılarda bulunmuş ve antlaşmalarını bozmuşlardı. Bu ise, öz itibariyle saldırıdan başka bir şey. değildi. Onlara da savaş ve saldırı uygulanması gerekiyordu. Özellikle o sırada islamın yurdunu çepeçevre kuşatan iki imparatorluk ondan önce kendisine karşı hazırlık yapmaya ve onun tehlikesini hissetmeye başlamıştı. O sırada Bizans ve Pers imparatorlukları, kendilerine bağlı bulunan göçebe Arap emirliklerini ona karşı kışkırtıyorlardı. Müslümanlar, o gün beklenen dış bir savaşa girmeden önce kendi içindeki düşman güçleri temizlemek zorunda idiler.

Bu kadarlık açıklama ile yetiniyor ve surenin akışına tekrar dönüyoruz. Burada Mekke den hicret eden müslüman kadınlarla ilgili hükümler yer alıyor:

 

 

O

 

O