İslam barış dinidir. Sevgiye dayalı bir
inançtır. Bütün insanlığın onun himayesinde
o havayı teneffüs etmesini hedefler. Bütün dünyaya
sistemini egemen kılmak ister. İnsanların tümünü
Allah'ın sancağı altında birbiriyle
tanışan birbirini seven kardeşler haline getirmek
ister. İslamın bu temel misyonuna islama ve müslümanlara
karşı düşmanlık ve saldırı temeline
dayalı yönelişlerden başkası engel
sayılmaz. Onlar barış içinde yaşamayı
istediklerinde islam ille de sürtüşmeyi ön görmez.
Kendisi de böyle düşmanca bir ortamı istemez. Hatta
islam sürtüşme hallerinde bile gönüllerde sevginin
tohumlarını muhafaza eder. Güzel davranmayı,
ilişkilerde adaleti gözetmeyi öngörür. Her zaman düşmanlarının
yüce sancağın altına girdiklerinde kurtuluşa
ereceklerine kanaat getirecekleri günü bekler. Bütün ruhların
ve gönüllerin düzeleceği, doğru yola geleceği ve
sağlam yöne yöneleceği bu günden islam asla umudunu
kesmez.
Birinci ayette ümitsizliğin asla alt edemeyeceği bu
umuda işaret edilmektedir. Mekke'den hicret eden bazı
Muhacirlerin gönüllerini rahatlatmak, aileleri ve yakınlarıyla
ilişkilerini kesmiş olmanın ve onlarla
savaşmanın zorluklarıyla,
sıkıntılarıyla boğuşarak yorgun düşen
kalpleri beslerken buna değinmektedir:
"Belki de Allah sizinle onlardan düşman
olduklarınız arasında bir sevgi koyar Allah buna
kadirdir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir."
Allah tarafından belirtilen bu umudun anlamı onun
kesin gerçekleşeceği anlamına gelir. Bu haberi
duyan müminlerin de onun gerçekleşeceğine kesin kanaat
getirmeleri gerekir. Zaten kısa bir zaman sonra Mekke
fethedildiğinde Kureyşliler müslüman olduklarında,
hepsi tek sancağın altında
toplandığında o zamana kadarki bütün kinler ve
intikam duyguları sona erdiğinde, hepsi kalpleri
birbirine ısınan kardeşler haline geldiklerinde bu
umut gerçekleşmiştir.
"Allah herşeye kadirdir." İstediğini
yapar. "Allah çok bağışlayan çok
esirgeyendir." Geçmişte işlenen şirki ve
günahları bağışlar.
Temenni ifadesiyle dile getirilen Allah'ın sözü
gerçekleşene kadar yüce Allah, inananların din
konusunda kendileriyle savaşmayan ve kendilerini
yurtlarından çıkarmayan müşriklerle dostluk
kurmalarına izin vermiştir. Onlara iyilik
yapmalarındaki sakıncayı
kaldırmıştır. Onlarla ilişkilerinde
adaleti gözetmelerini, onların haklarına tecavüz
etmemelerini öngörmüştür. Bunun yanında din
konusunda kendileriyle savaşan, kendilerini yurtlarından
çıkaran ya da çıkarılmalarına
yardımcı olmuş kimselerle dostluğu kesin biçimde
yasaklamıştır. Onlarla dostluk kuranların
zalimlerin ta kendileri olduğuna hükmetmiştir. Hiç
şüphesiz ki "Allah'a ortak koşmak büyük bir
zulümdür." (Lokman suresi, 13) ayetini
gözönünde bulundurduğumuzda zulmün anlamlarından
birinin de şirk olduğunu söyleyebiliriz. Bu ise
korkunç bir tehdittir. Müminler ondan ürperir. Onun korkunç
olan kapsamına girmekten kesinlikle uzak dururlar.
Müslüman olmayanlarla ilişkileri düzenleyen bu ilke
islam dininin yapısına, yönelişine, insan
hayatına hatta onun bu evrene ilişkin köklü anlayışına,
en uygun ve en adil ilkedir. Çünkü bütün bir varlık çeşitliliğine
ve yüzeysel ayrılıklarına rağmen ilahi
kaynaklı özünde ve ezeli planında birbiriyle uyum içindedir,
dayanışma içindedir. Tek bir ilahtan gelmiştir.
Tek bir ilaha yönelmiş bulunmaktadır.
Bu ilke, islamın devletlerarası hukukunun da
temelidir. Buna göre islam ile insanlar arasında
barış hali değişmeyen temel tutumdur. Bu hal
ve tutum, savaş açılması ve bu savaşa
karşılık verilmesinin zorunlu olması veya
antlaşma yapıldıktan sonra ihanet edilmesi
durumları dışında değişmez.
Antlaşmaya ihanet ise saldırıyla tehdit etmek
demektir. Davanın özgürlüğü ve inanç hürriyeti
önünde kaba kuvvetle durmak da bunun gibidir. Bu da bir saldırıdır.
Bunların dışındaki hallerde islam tüm
insanlara barışı, sevgiyi, iyiliği ve adaleti
öngörür.
Sonra bu ilke islam düşüncesiyle de uyum içine
girmektedir. İslam düşüncesine göre müminler ile
onların düşmanları arasındaki temel sorun,
inanç davasıdır. Başkası değil. Müminin
uğrunda her fedakârlığı göze alabileceği
ve ölebileceği tek davanın sadece inanç davası
olduğunu ortaya koymaktadır. Müslümanlarla diğer
insanlar arasında düşmanlığa yol açabilecek
ve çarpışmalarına neden olabilecek tek şey
davanın özgürlüğü ve inancın özgürlüğüdür.
Yeryüzünde Allah'ın sisteminin gerçekleştirilmesi ve
sözünün yüceltilmesidir.
Bu yöneliş, surenin tüm akışıyla da uyum
içindedir. Sure bütünüyle inancın değerini ortaya
koymakta ve onun tüm müslümanların altında
toplanacakları biricik sancak olduğunu ön plana çıkarmaktadır.
Kimi müslümanlarla birlikte bu sancak altında durursa o müslüman
topluluktandır. Kim de bu topluluğa karşı
savaşırsa o da müslümanların düşmanıdır.
Kim islam toplumuyla barış antlaşması yapar,
onları inançları ve davalarıyla başbaşa
bırakır, insanları ondan alıkoymazsa,
insanların onu duyup anlamasına engel olmazsa ve ona
iman edenlere zorluk çıkarmazsa o da müslümanlarla barış
içinde demektir. İslam bu insanlara iyilik yapmayı ve
onlara adil davranmayı yasaklamaz.
Müslüman bu yeryüzünde inanç davası için yaşar.
Kendisine ve insanlara karşı en önemli sorunu inancıdır.
Müslüman çıkar için düşmanlık yapmaz. Irk,
vatan, soy ve aile gibi tutkunluklar ve taassuplar için savaşmaz.
Onun savaşı sadece Allah'ın sözünü yüceltmek
içindir. İnancının hayatta uygulanan egemen bir
sistem olması içindir.
Bundan sonra Tevbe suresi inmiş ve orada şöyle
denilmişti: "Kendileri ile aranızda
antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i
tarafından yöneltilen bir ilişki kesme
ihtarıdır bu." (Tevbe suresi, 1) Bununla müslümanlar
ve müşrikler arasındaki tüm sözleşmeler ve
barış antlaşmaları yürürlükten kaldırıldı.
Süresi belli olmamış olan antlaşma sahiplerine dört
aylık bir süre tanınmış, süreleri belirlenmiş
olan antlaşma sahiplerine ise bu sürenin bitimine kadar izin
verilmiştir.
Şu kadar var ki bu uygulama müşriklerin
antlaşmalarına bağlı kalmadıkları
çeşitli deneyimlerle tesbit edildikten sonra yürürlüğe
girmiştir. Çünkü onlar antlaşmayı
bozduklarında kazançlı çıkacaklarına
inandıkları ilk fırsatta, bu anlaşmaları
bozacak kimselerdi! Bunlara başka bir ilke uygulandı: "Eğer
antlaşmalı bir toplumun antlaşmasını
bozacağından endişeli isen, aranızdaki
antlaşmayı, karşılıklılık
ilkesi uyarınca açıkca yüzlerine fırlat. Çünkü
Allah ihanet edenleri sevmez." (Enfal suresi, 58)
Böyle bir uygulama o zamanki islam yurdunun -ki burası o
sıralarda aşağı yukarı Arap
yarımadasının tamamıydı- güvenliği
için zorunluydu. Çünkü bu sırada fırsat kollayan düşman
komşular olan müşrikler ve ehl-i kitap defalarca islama
saldırılarda bulunmuş ve
antlaşmalarını bozmuşlardı. Bu ise, öz
itibariyle saldırıdan başka bir şey.
değildi. Onlara da savaş ve saldırı
uygulanması gerekiyordu. Özellikle o sırada
islamın yurdunu çepeçevre kuşatan iki imparatorluk
ondan önce kendisine karşı hazırlık yapmaya
ve onun tehlikesini hissetmeye başlamıştı. O
sırada Bizans ve Pers imparatorlukları, kendilerine
bağlı bulunan göçebe Arap emirliklerini ona karşı
kışkırtıyorlardı. Müslümanlar, o gün
beklenen dış bir savaşa girmeden önce kendi
içindeki düşman güçleri temizlemek zorunda idiler.
Bu kadarlık açıklama ile yetiniyor ve surenin
akışına tekrar dönüyoruz. Burada Mekke den hicret
eden müslüman kadınlarla ilgili hükümler yer alıyor: