O |
Muhammed
|
O |
|
4- İnkar edenlerle
karşılaştığınız zaman
boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup
sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları
esir alın). Savaş sona erince de artık ya
karşılıksız veya fidye
karşılığı salıverin. Allah dileseydi
onlardan başka türlü de öç alabilirdi. Bunun öyle olması
kiminizi kiminizle denemek içindir. Ancak kendi yolunda
ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz.
Bu ayette "karşılaşmak"tan gaye;
inanmayanlarla savaş ve çarpışmak üzere karşı
karşıya gelmektir. Yoksa hedefsiz olarak sadece
karşılaşmak değildir. Bu sure inene kadar Arap
yarımadasında müşriklerin bir kısmı müslümanlarla
savaş halinde, bir kısmı da adlaşmalı
idiler. Ve henüz Berae (Tevbe suresi) inmemişti. Bu sure, müşriklerle
belirli süre ile sınırlı olarak yapılan
antlaşmaları o sürenin sonuna kadar geçerli sayarken
herhangi bir süre ile sınırlı olmayan
antlaşmalar için dört aylık bir süre tanıyordu.
Bu sürenin sonunda Arap yarımadasındaki müşriklerin
nerede ele geçirilirlerse -islamın kuralı olarak- orada
öldürülmeleri emrediliyordu. Ya da müşriklerin islama
girmeleri gerekiyordu. Bundan hedef ise kuralı artık
islamın belirlemesi gerektiği idi.
İnançsızlarla
karşılaşıldığı zaman emredilen
boyun vurma doğal olarak kendilerine islama girmeleri teklif
edildikten ve onların da girmekten kaçınmalarından
sonra sözkonusudur. Bu ayet surenin savaş atmosferine ve çağrışımlarına
uygun olarak, öldürme işlemini doğrudan doğruya
dışa vuran şekli ile ve bu öldürmeyi simgeleyen
hareketle canlandırmaktadır.
"Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı
sıkıca bağlayın (onları esir alın)."
Ayette geçen "ishan" düşmanı öldürmekte
aşırı gitmektir. Bundan hedef ise düşmanın
gücünü kuvvetini kırmak, birbiri ardı sıra
kırılıp ölmesini sağlamaktır. Ki
artık bir daha düşman kendisine gelip de
saldıracak ya da kendini savunacak gücü bulamasın...
İşte o zaman -bundan önce değil- esir düşen
tutsak edilir ve kelepçesi sıkı tutulur. Ama düşman
hala gücünü yitirmemişse "ishan" ve öldürmede
aşırı gitme bu tehlikeyi kırmak için ana
hedef olarak kalır. Buna göre, bu ayetin anlamı ile yüce
Allah'ın Bedir savaşında düşmanı
öldürmek yerine çok esir aldıklarından dolayı
Peygamberini ve müslümanları azarlayıp çıkıştığı
Enfal suresinin ayetleri arasında çelişki olmaz. O
zaman kafirleri öldürmek daha uygundu. Nitekim o ayette yüce
Allah:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe
hiçbir Peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici
dünya malını istiyorsanız. Oysa Allah sizin
hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün iradeli ve
hikmet sahibidir. Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş
(ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı
esirlerin karşılığında
aldığınız fidyeler yüzünden başınıza
büyük bir azap gelirdi" (Enfal
suresi 67-68). Öncelikle, düşmanın gücünü ve
kuvvetini kırmak için "ishan" gerekir. Esir almak
bundan sonraki aşamada sözkonusudur. Bunun nedeni gayet açıktır.
Çünkü islama düşman ve saldırgan olan gücün
ortadan kaldırılması savaşın ilk
hedefidir. Hele hele, İslam toplumunun sayısal gücü az
ve sınırlı ve çoğunluk müşriklerin
yanında ise, müşriklerden bir tek eli silahlı
askerin saf dışı edilmesi bile -o zamanlar
olduğu gibi- güç dengesi açısından çok büyük
önem taşıyorsa daha da öncelik kazanır. Bu hüküm,
genel anlamı ile her zaman, düşmanın gücünü
kuvvetini kırmayı ve düşmanı hem
saldırı hem de savunma yapamayacak şekilde güçsüz
bırakmayı sağlayacak biçimi ile hala geçerlidir.
Bundan sonra esirler hakkındaki hükme gelince, bu ayet o
hükümleri, belirlemektedir. Nitekim bu ayet esirlere dair
hükümleri içeren biricik Kur'an ayetidir:
"Savaş sona erince de artık ya
karşılıksız veya fidye
karşılığı salıverin."
Yani, düşman askeri esir alındıktan sonra ya
herhangi bir karşılık alınmadan
salıverilir. Onlardan bu salıverme
karşılığı herhangi bir mal
alınmadığı gibi, bunların
karşılığında müslüman esir kurtarılmasına
gidilmez. Ya da fidye karşılığı
salıverilir. Bu fidye bir mal olabilir, bir çalıştırma
zorunluluğu olabilir, tutsak düşen müslümanların
salıverilmeleri karşılığı olabilir.
Bu ayette müşrik tutsaklar için öldürülme ya da
köleleştirilme gibi üçüncü bir ihtimal sözkonusu
edilmiyor.
Ancak bir uygulama biçimi olarak gördüğümüz şu
ki; Resulullah ve kendisinden sonra gelen halifeler -çoğunlukla-
tutsakları köle edinmişler bazı belirli durumlarda
ise öldürülmüşlerdir. ,
Biz burada bu ayetle ilgili olarak Hanefi bilgin İmam
Cessas"ın Ahkamul Kur'an isimli eserinde yer alan açıklamaları
aktaracak, arada açıklamayı uygun gördüğümüz
noktalarda açıklama yapacağız. Sonra da bu konuda
düşündüğümüz hükmü belirteceğiz.
Allah Teala "İnkar
edenlerle karşılaştığınız zaman
boyunlarını vurun" buyurmaktadır.
Ebu Bekr Cessas der ki: "Bu ayetin sözcük ve cümlelerinin
yansıttığı anlam tutsakların
öldürülmesini gerektirir. Bundan başka bir çözüm yoktur.
Bunun dışındaki çözüm düşmanı tamamen
yenip güçsüz hale getirdikten sonra gündeme gelir. Bu ayet
Enfal suresindeki "Yeryüzünde üstünlüğü
perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde
değildir" (Enfal suresi, 67) ayetinin benzeridir. Bu
ifade doğrudur, her iki ayet arasında bir çelişki
yoktur."
Hakem oğlu, Muhammed oğlu, Ca'fer oğlu Muhammed
nakleder. O da İb-nu'l Yeman oğlu Muhammed oğlu
Cafer'den nakleder. Bu Ebu Ubeyd'den, Ubeyd'in babası Salih
oğlu Abdullah'tan, o Salih oğlu Muaviye'den, o da Ebu
Talha oğlu Ali'den o da İbn-i Abbas'dan nakleder.
İbn-i Abbas, "Yeryüzünde üstünlüğü
perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde
değildir" (Enfal suresi, 67) ayeti hakkında der
ki: Bu durum Bedir günü için sözkonusu idi. Çünkü o
zamanlar müslümanlar azınlıkta idiler. Müslümanlar
çoğalınca ve güçleri artınca Allah bu ayetten
sonra tutsaklar hakkında "Savaş sona erince
de onları ya karşılıksız veya fidye
karşılığında salıverin" ayetini
indirdi. Ve peygamber ile müminlere tutsaklar konusunda tercih
hakkı verdi. Artık dilerlerse tutsakları
öldürebilirler dilerlerse köle edinirler. Ve yine dilerlerse
tutsakların vereceği fidyeyi kabul edip onları
serbest bırakırlar. Ebu Ubeyd "Dilerlerse köle
edinirler" ifadesini söylemediğinde kuşku
duymuştur. (Köle edinme konusunun İbn-i Abbas
tarafından söylenmediği hakkında kuşku
vardır, bu nedenle onu bir yana bırakıyoruz. Ama
tutsakları öldürmenin caiz olacağı hakkında
ayette bir dayanak görmüyoruz. Çünkü ayetin ifadesi ya karşılıksız
ya da fidye karşılığı salıvermektir.)
Muhammed oğlu Ca'fer, Ebu Ubeyd'den, o da Mehdi ve
Haccac'dan bu ikisi de Süfyan'dan naklederler. Süfyan der ki:
Süddi'nin "Ya
karşılıksız ya da fidye
karşılığı salıveriniz" ayetini
açıkladığını duydum. Diyordu ki; bu
ayetin hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.
Ortadan kaldıran ayet ise; "Müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe suresi, 5)
ayetidir.
Ebu Bekr El-Cessas der ki: "Kafirlerle
karşılaştığınız zaman
boyunlarını vurunuz" ayetinin
"Yeryüzünde
üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir
alması yerinde değildir" (Enfal
suresi, 67) ayetinin ve "Eğer
savaşta onları ele geçirirsen, onları geride
kalanlara bir ibret olacak biçimde cezalandır" (Enfal
suresi, 57) ayetinin yürürlüğü ortadan kaldırılmış
değişmez birer hüküm ifade etmeleri mümkündür.
Çünkü yüce Allah, peygamberine savaşta onları
şiddetle öldürmesini emretmiş tutsak almayı yasak
etmiştir. Bu hükümden ancak onlar tamamen boyun eğdirilip
bastırıldıktan sonra dönmeye izin verilmiştir.
Bu hüküm müslümanların sayılarının az, düşmanları
olan müşriklerin sayılarının çok olduğu
zaman sözkonusu idi. Müşrikler adam akıllı
öldürüldükten ve gerek öldürülerek gerekse darmadağın
edilerek yenik duruma düşürüldükten sonra sağ
bırakılmaları caiz olmuştur. O halde
islamın ilk devirlerindeki müslümanların durumu gibi
bir durum yine oluşursa uygulanmak üzere bu hükmün değişmez
bir hüküm olarak kalması gerekir."
"Biz diyoruz ki: Müşriklerin ele geçirildiği
yerde öldürülmelerinin emredilmesi Arap yarımadası müşriklerine
özgüdür. Oysa Muhammed suresindeki ayet özel bir durum için
değil, aksine her türlü durumlar için amel edilmesi
gereken bir hüküm ifade eder. Yeryüzünde inançsızları
tamamen yenip güçsüz duruma getirince artık esir almak
caiz olur. Resulullah'dan sonra devlet başkanı olan
halifelerin uygulamaları böyle idi. Doğal olarak Berae
(Tevbe) suresi indikten sonra da uygulama böyle olmuştu. ve
müslümanlar bazı belirli durumlar hariç tutulan tutsakları
öldürmemişlerdir. Buna ilerde değineceğiz."
"Onları karşılıksız veya fidye
karşılığı salıverin" ayetine
gelince... Bu ayetin akla ilk anda gelen dış
anlamı iki seçenekten birisini uygulamayı gerektiriyor.
Ya, karşılıksız salıvermek ya da fidye
karşılığı salıvermek. İslam
bilginleri bu konuda fikir ve görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Haccac
İbn-i Fidale oğlu Mübarek'ten, o da el Hasen'den
naklederek El Hasen in tutsakların öldürülmelerini hoş
görmediğini ve "Ya karşılıksız
salıver ya da fidye alarak serbest bırak"
dediğini ifade eder. Cafer, Ebu Ubeyd'den, o da
Huşeym'den. Huşeym Eş'as'ten nakleder. Eş'as
der ki: Ata'a tutsakları öldürmenin hükmünü sordum. O
da: Ya karşılıksız salıver ya da fidye
alarak serbest bırak dedi. Eş'as aynı soruyu El
Hasen`e sordum o da: Resulullah Bedir tutsaklarına nasıl
davranmış ise öyle yapılır. Ya
karşılıksız salıverilir ya da fidye
alınıp bırakılır, dedi. Rivayet
olunduğuna göre İbn-i Ömer'e İstahr
kodamanlarından büyük bir kodaman öldürülmek üzere
teslim edilmiş İbn-i Ömer onu öldürmekten kaçınmış
ve "Ya karşılıksız veya fidye mukabili
salıverin" ayetini okumuş. Mücahid ve Muhammed
İbn-i Sirin'in de tutsakların öldürülmelerini hoş
görmedikleri rivayet edilmektedir. Süddi'nin, "Ya karşılıksız
ya da fidye karşılığı
salıverin" ayetinin "Müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe
suresi 5) ayeti ile yürürlükten kaldırıldığını
söylediğini nakletmiştik. Bu görüşün aynısı
İbn-i Cüreyc'den de nakledilir. Cafer, Ebu Ubeyd, Haccac
rivayet yolu ile, İbn-i Cüreyc in bu ayetin hükmünün
yürürlükten kaldırıldığını söylediği
nakledilir. İbn-i Cüreyc: Resulullah Bedir günü Ebu Muayt
oğlu Ukbe'yi tutukladıktan sonra öldürtmüştür
der. Ebu Bekr El Cessas der ki: Arap yarımadası
dışındaki önemli İslam hukukçuları
tutsakların öldürülebileceğinde görüş
birliği içerisindedirler. Bu konuda aralarında görüş
ayrılığı olduğunu bilmiyoruz.
Resulullah'ın savaş tutsaklarını öldürdüğü
haberleri bize yalan üzere birleşmesi imkansız derecede
çok kişi tarafından nakledilmiştir. Söz gelimi
Bedir günü tutsak aldıktan sonra Ebu Muayt oğlu Ukbe
ile, Haris oğlu Nadr'ı öldürtmüştür. Uhud
günü, tutsak alındıktan sonra şair Ebu
İzze'yi öldürtmüştür. Kureyza oğulları
Muaz oğlu Sa'd'ın haklarında vereceği hükmü
kabul ettikten sonra, hüküm sonucu onları öldürtmüştür.
Çünkü Sa'd onların öldürülmelerine, çocuklarının
tutsak edilmelerine hükmetmiş, İbn-i Bata oğlu Züber'i
karşılıksız salıvermişti. Resulullah
Hayberin bir kısmı, barış yolu ile bir
kısmını da kuvvet kullanarak fethetmişti.
Ebu'l-Hakik'in oğluna hiçbir şeyi gizlememesini
şart koşmuş, sözünde durmadığı ve
gerçekleri sakladığı ortaya çıkınca onu
öldürtmüştür. Resulullah Mekke'yi fethedince, Hatal oğlu
Hilal'in, Hubaba oğlu Makis'in Ebu Serh oğlu
Abdullah'ın ve daha başkalarının
öldürülmelerini emretmiş ve: Onları Kabe'nin
perdelerine yapışmış bulsanız bile
öldürünüz buyurmuştur. Mekkelileri
karşılıksız salıvermiş
mallarını ganimet olarak almamıştır.
Keysan oğlu Salih, Abdurrahman oğlu Muhammed'den,
Muhammed babası Avf oğlu Abdurrahman'dan nakleder.
Abdurrahman Hz. Ebu Bekrin şöyle dediğini duyar:
İsterdim ki ansızın bana getirilen kimseleri
yakmayayım. Ya hemen öldüreyim ya da bağışlayarak
bırakayım. Sûs yöresinin başkanı halkı
için isim isim sayarak güven belgesi almış ve kendi
ismini belge isteyenler arasında saymayı unutunca,
rivayete göre Ebu Musa onu öldürtmüştür. Bu sıraladıklarımız,
gerek Resulullah'tan ve gerekse sahabeden savaş
tutsaklarını öldürmenin veya sağ
bırakmanın caiz olabileceğine dair, çok kanallı
aktarılan uygulama haberleridir. Arap yarımadası
dışındaki önemli şehirlerin İslam hukukçuları
bu konuda görüş birliği içindedirler. (Savaş
tutsağının öldürülebileceği ayetten çıkarılamaz.
Ne varki Resulullah'ın ve bazı sahabenin
uygulamalarından çıkarılabilir. Tutsakların
öldürüldüğü durumları incelenince bu
durumların özel durumlar oldukları, gerisinde
savaşa katılma ve tutsak edilmenin
dışında belirli nedenlerin yattığı
anlaşılır. Sözgelimi, Haris oğlu Nadir ve Ebu
Muayt oğlu Ukbe Resulullah ve onun çağrısına
zarar vermek için özel bir tutum takınmışlardır.
Şair Ebu İzze de aynı şekilde özel tutum takınanlardandı.
Kureyza oğullarının da özel durumları
vardı. Çünkü daha baştan Muaz oğlu Sa'd'in
vereceği hükme razı olmuşlardı.
İşte böylece tutsakların öldürüldüğü
bütün durumlarda, tutsakların durumunu düzenleyen ve her
durumda uygulanacak olan "Ya karşılıksız
veya fidye karşılığı salıverin"
ayetinin hükmünden ayrı özel hükümler içeren
belirli durumlar sözkonusudur."
"İslam hukukçularının görüş
ayrılığına düştükleri konu, tutsakların
verecekleri fidyelerin kabul edilip salıverilmesi konusudur.
Bütün imamlarımız (yani Hanefi alimleri) derler ki:
Savaş tutsağından mal alınarak
salıverilmez ve tutsaklar düşmana da satılamaz,
çünkü bu durumda yeniden vurucu güç olarak karşımıza
dikilirler. Ebu Hanife: Savaş tutsakları müslüman
tutsakların karşılığında da
salıverilemez. Savaş tutsaklarına düşman
saflarına katılıp da vurucu güç olarak karşımıza
dikilme imkanı verilemez der. Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed: Savaş tutsaklarının müslüman
tutsaklarla değiş-tokuş edilmelerinde bir
sakınca yoktur derler. Sevri ve Evzai de aynı görüştedirler.
Evzai derki: "Tutsakların düşmana
satılmasında bir sakınca yoktur. Erkek tutsaklar
ancak müslüman tutsaklarla değiştirilirler." Müzeni
Şafii'nin şu fetvasını nakleder: "Devlet
başkanı yenmiş olduğu savaş
tutsaklarını karşılıksız serbest
bırakabileceği gibi, onlardan fidye alarak da
kendilerini salıverebilir."
Savaş tutsaklarını bir mal ya da müslüman
tutsakların karşılığında
salıvermek caizdir diyenler, "Onları ya
karşılıksız ya da fidye
karşılığı salıverin" ayetini
delil olarak gösterirler. Ayetin ilk anda akla gelen anlamı,
tutsakların bir mal karşılığı ya da
müslüman tutsaklarla değiştirilerek
salıverilmelerini gerektirir. Ve Resulullah Bedir
tutsaklarını mal karşılığı
salıvermiştir. İslam hukukçuları
tutsakların müslüman tutsaklar karşılığı
salıverilmesinin caiz olduğuna delil olarak
şu hadisi gösterirler.
İbn-i Mübarek, Ma'mer, Eyyüb, Ebu Kılabe Ebu`l
Muhalleb, Hüseyin oğlu İmran kanalı ile şu
olayı anlatır: İmran der ki: Sakifliler
Resulullah'ın sahabelerinden iki kişiyi tutsak ederler.
Resulullah'ın sahabeleri de Amir b. Sa'sa
oğullarından birisini tutsak eder. Resulullah
adamın yanına yaklaşır. Kendisi
bağlıdır. Resulullah'a seslenince, Resulullah
adamın yanına yönelir. Tutsak: "Ben niçin
hapsolunuyorum deyince Resulullah. "Yandaşlarının
işlediği suçtan dolayı" buyurur. Tutsak:
"Ben müslüman oluyorum, deyince Resulullah: "Sen bu
sözü, özgürlüğün elinde iken söylemiş
olsaydın, tam anlamı ile kurtulmuş olurdun"
der. Resulullah ilerleyince tutsak yine ona seslenir: "Açım
doyur beni" der. Resulullah: "Tamam bu senin
ihtiyacındır" der. Sonra Resulullah bu adamı
Sakiflilerin tutsak ettikleri iki kişi ile
değiştirerek salıverir. Tutsaklar fidye
karşılığı salıverilir diyen hukukçuların
delilleri bize göre, savaş tutsakları mal veya müslüman
tutsaklar karşılığında
salıverilirler konusundaki ihtilaflı görüşlere
sahip olan İmam Cessas'ın imamlarının
delillerinden daha güçlüdür."
İmam Cessas bu konudaki sözü kendi mezhebinden olan
Hanefi imamların görüşlerini tercih ederek bitiriyor.
Ve şöyle diyor: Ayette yer alan tutsakları "Karşılıksız
salıverme ya da fidye alarak serbest bırakma"ya
bir de Bedir tutsaklarının
fidye
karşılığı salıverilmeleri konusuna
gelince; Bunların, "Müşrikleri bulduğunuz
yerde öldürünüz. Yakalayıp hapsediniz. Bütün muhtemel
geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder
de namaz kılar ve zekat verirlerse onları
salıveriniz." (Tevbe suresi, 5) ayeti ile hükümleri
yürürlükten kaldırılmıştır. Buna dair
bir nakil de Süddi'den
ve İbn-i Cüreyc'den naklettik. "Allah'a ve ahiret
gününe inanmayan Allah'ın ve Peygamberinin haram
kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek
dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile bunlar, size boyun eğip
kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız." (Tevbe
suresi, 29) ayeti kafirlerle müslüman oluncaya veya cizye
verinceye kadar savaşmayı içerir. Savaş
tutsaklarından mal alarak ya da başka birşey
karşılığı onları salıvermek bu
ayete aykırıdır. Gerek Kur'an tefsircileri gerekse
Hadis rivayet edenler Tevbe suresinin Muhammed suresinden sonra
indiği konusunda görüş ayrılığına
düşmemişlerdir. Şu halde tevbe suresinin ayetinde
yer alan hükmün başka ayetlerde geçen tutsakların
fidye karşılığı salıverilmesi hükmünü
yürürlükten kaldırması gerekir.
Daha önce de söz edildiği üzere, müşriklerin
öldürülmeleri ya da islama girmeleri hükmü Arap yarımadasında
yaşayan müşriklerle ilgilidir. Bu onlara özel bir
hükümdür. Yarımada dışında öteki müşriklerden
ise, yahudi ve Hıristiyanlardan alındığı
gibi cizye alınır. Savaşçılar teslim
oldukları zaman onlardan cizye kabul edilmesi, önce
müslümanların ellerine esir düşmeyecekler demek
değildir. Tutsaklar hakkında hüküm nedir? diye
sorulacak olursa deriz ki: Devlet başkanı yararlı görürse
tutsakları karşılıksız, ya da fidye
alarak mal veya müslüman tutsaklar karşılığı
onları salıverebilir. Bu uygulama düşman
tarafı henüz gücünü koruyorsa, teslim olup da cizye
vermeyi kabul etmemişse geçerlidir. Ama teslim olmuşlar
da cizye vermeyi kabul etmişlerse, doğal olarak problem
sona ermiştir.
Bu başka bir durumdur. Tutsak hükümleri, iş cizye
vermeye kadar varmadıkça geçerliliğini
koruyacaktır.
Özet olarak bizim ulaştığımız sonuç,
bu ayetin tutsakların durumunu düzenleyen biricik ayet olduğudur.
Öteki ayetler, tutsaklık durumundan başka
durumları düzenler. Bu ayet ise, bu konu ile ilgili sürekli
uygulanmak üzere getirilmiş bir prensiptir. Bu prensibe
aykırı olarak yapılmış uygulamalar ise,
bu prensibin dışında, özel durumlar ve gelip
geçici şartlar karşısında
başvurulmuş uygulamalardır. Özel durumlarda bazı
savaş tutsaklarının öldürülmelerinin ise, her
zaman benzeri görülebilecek olan kişisel sebebler
olmuştur. Öldürülen tutsaklar müslümanlarla savaşa
giriştikleri için değil, tutsak düşmeden önceki
sabıkalarından dolayı
cezalandırılmışlardır. Buna örnek olarak
yargılanmasını verebiliriz. Bu durumda tutsak etmek
kendisini yakalamak için sırf bir araç olarak kalır.
Geriye köleleştirme konusu kaldı. Biz bu tefsirin
değişik yerlerinde bu konudan söz ettik ve dedik ki:
Köleleştirme o zamanlar dünyada görülen bir durum ve
genel olarak savaşlarda uygulanan bir gelenekti. İslam düşmanları
tutsak ettikleri müslümanları birer birer köle edinirken,
İslam dini her durumda genel anlamlı "Ya
karşılıksız veya fidye
karşılığı salıverin" ayetini
uygulayamazdı. Dolayısı ile, Resulullah bazı
durumlarda bu ayeti uygulamış ve bazı
tutsakları karşılıksız
salıvermiştir. Bir kısmını da müslüman
tutsaklarla değişirken bazılarını
verecekleri mal karşılığı
salıvermiştir. Başka bazı durumlarda, köleleştirme
uygulamasına başvurulmuştur. Birgün gelir de
bütün bloklar tutsakların köleleştirilmemeleri
üzerinde görüş birliğine varırlarsa, o zaman
İslam da biricik olumlu prensibine, "Ya
karşılıksız veya fidye
karşılığı salıverin" prensibine
geri döner. Çünkü köleleştirmeyi gerektiren şartlar
ortadan kalkmıştır artık. O halde köleleştirme
kesin olarak uygulanması gereken bir kural ve islamda
tutsaklara yapılacak işlemlerden birisi değildir.
Kur'an'ın kesin ifadesinden, olayların,
durumların ve şartların incelenmesinden elde
ettiğimiz görüş budur. Doğruya
ulaştıran da yalnız Allah'tır.
Şu noktanın anlaşılmasında yarar görüyorum.
Benim bu görüşe varmam Kur'an ayetlerinin, olayların
ve şartların incelenmesinden ortaya çıkan sonuçların
bu görüşü güçlendirmesinden dolayıdır. Yoksa
tutsakları köleleştirmeyi, islama yönelik bir leke
kabul edip de onu islamdan temizlemeye çalışmak
aklımın ucundan bile geçmiş değildir. Böyle
bir düşünce asla aklımdan geçmez. İslamın düşüncesi
tutsakları köleleştirmek olsa idi hayırlı
olan budur derdim. Çünkü terbiyeden en ufak bir kırıntı
kadar nasip almış bir insan, Allah'tan daha iyisini düşündüğünü
söyleyemez. Ben ise Kur'an ayetleri ile ve o ayetlerin ruhu
yönünde hareket ediyorum. Ayetler ile ve onların hedefleri
ile bu sıraladığım görüşe
varıyorum. Bütün bunlar... Yani savaş, kafirlerin
boyunlarının vurulması, tutsaklık
bağlarının sıkı tutulması ve
tutsaklar hakkındaki şu prensiplere uyulması... Bütün
bunlar "Savaş sona erinceye kadardır." Yani
islam ile ona karşı gelen düşmanları
arasında savaş bitinceye kadardır. İşte
bu sürekli ve her zaman ve yerde uygulanmak üzere geçerli bir
prensiptir. Çünkü Resulullah'ın dediği gibi, "Cihad
kıyamet gününe kadar sürecektir. Ki yeryüzünde Allah'ın
hükmü egemen olsun." (Ebu Davut'un Hz. Enes'ten rivayet
etmiş olduğu hadi)
Yüce Allah, (haşa) müslümanlara kafirlere karşı
yardım dilemek için bu emirleri
vermiyor,
kendisini desteklesinler diye onlara cihadı farz
kılmıyor. Çünkü Allah
Teala onları
bizzat kendisi yok edebilir. Bu emirler Allah'ın
kullarını birbiri
ile denemesi ve
bunun neticesi olarak da mertebelerini takdir etmesi ve
belirlemesi içindir. "Allah
dileseydi onlardan başka türlü de öc alırdı.
Bunun böyle olması kiminizi kiminizle denemek içindir.
Allah kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını
boşa çıkarmaz."
"
"Allah onları hidayete iletecek ve
durumlarını düzeltecek."
"Onları, dünyada iken tanıttığı
cennete koyar."
Bu inkar edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve yeryüzünde
her zaman bulunan azgın, zalim ve bozgunculuk eden
benzerleri... Gurur ve güç elbisesi içinde
orta çıkanlar...
Kendilerini ve peşlerinden giden sapıkları
herşeyi yapabilen güçlü kimseler olarak gören bütün bu
insanlar, Allah'ın kulları arasında bir avuç yaratık
olmaktan öteye gidemezler.
Evet bütün bu insanlar, şu yeryüzü diye isimlendirilen
küçücük yoğunlar tozmuş bulutu üstünde yaşayan
yaratıklar arasında bir avuç olmaktan öteye
geçemezler çünkü bu insanlar bunca yıldızların,
gezegenlerin, nebuloların, galaksilerin ve sayıları
ile çaplarını ancak Allah'ın bildiği
alemlerin arasında yer alan bu küçücük, adına dünya
denilen yerküre üzerinde yaşayan yaratıklar
arasında bir avuç olmaktan öteye gidemezler. Üstelik bu
gök cisimleri öyle bir uzaydadırlar ki, bütün bu
galaksiler ve alemler sanki uzay boşluğunda saçılmış
noktacık gibi kalırlar. Nerde ise uzayın
enginliklerinde kaybolup gitmişlerdir. Bunları ancak
orada boşlukta Allah tutabilir, bir araya getirebilir ve düzene
koyabilir.
Bütün bu azgınlar ve arkalarına takılan
uşaklar, hatta şu dünyadaki tüm insanlar, Allah'ın
gücü karşısında küçücük birer karınca
olmaktan, çok esintilerin kaldırdığı birer
toz zerreleri olmaktan, hayır hayır asla hiçbir
şey olmaktan öteye geçemezler.
Yüce Allah müminlere kafirlerin boyunlarını
vurmalarını, kendilerini yenip de iyice güçsüz hale
getirince bağlarını sıkı
tutmalarını emrederken, onları kendi kudretine
birer perde olarak kullanmaktadır. Eğer dileseydi
kafirlerden açıktan açığa intikam
alırdı. Nitekim bazılarından tufanla,
bazılarından çığlıkla,
bazılarından da yakıcı rüzgarla intikam almıştı.
Hatta hatta Allah kafirlerden isteseydi, bütün bu saydığımız
araçları kullanmadan da intikam alırdı. Fakat O, mümin
olan kulları için hayır dilemekte, onları
denemekte, eğitimden geçirmekte, durumlarını düzeltmekte
ve büyük iyiliklere götüren yolların
kapısını önlerine açmaktadır.
Allah onları denemek istemektedir. Bu denemede müminlerin
ruhlarında en yüce enerjiler ve yönelmeler harekete
geçiyor. Çünkü bir ruh için, onun inanmış
olduğu hakkın kendisine değerli olmasından
daha yüce bir şey düşünülemez. Hak ruhta değer
kazanınca o kişi hakkın yolunda hem öldürür ve
hem de ölür. Hem kendisi ile ve hem de kendisi için yaşadığı
bu hak uğruna kimseye boyun eğmez, onsuz bir hayata
dayanamaz, onun gölgesinden başka bir yerde geçecek şu
hayatı sevemez.
Ayrıca yüce Allah onları eğitmek istiyor. Bunun
sonucu kendisinden vazgeçmenin onlara ağır geldiği
şu fani dünyanın malına istek ve hevesin tümü
gönüllerinden çıkar gider. Ve artık ruhlarındaki
her zayıf olan şey kuvvet kazanmaya, her türlü
eksiklik tamam olmaya, her türlü hile ve kuşku yok olmaya
başlar. Artık en sonunda bütün arzuları terazinin
bir kefesinde, Allah'ın cihad çağrısı onun
zatını ve hoşnutluğunu arzulama ise diğer
kefesinde yer alır. O da çağrısını ve
hoşnutluğunu alır ve ötekileri kaldırır
atar. Ve yüce Allah bilir ki bu gönüller iki seçenekten birisi
ile serbest bırakılmışlar da Allah'ın
hoşnutluğunu seçmişlerdir. Bu ruhlar
eğitilmişler ve bilmişlerdir. Bu ruhlar bilinçsizce
öne atılmamışlar fakat ölçüp biçmişler
sonra da seçimlerini yapmışlardır.
Allah onların durumlarını düzeltmek istiyor.
Allah yolunda cihad çilesi, her atılışta ölümle
burun buruna gelmek insanın gönlüne bu korkunç tehlikeyi
küçümseme duygusu veriyor. Bu öyle bir tehlikedir ki, insanların
çoğu ondan korunmak için vicdanlarından, ahlâklarından,
ölçülerinden ve değerlerinden neleri feda etmezler! Bu
tehlike ile yüzyüze gelmeye alışanlara bu tehlike
-ister ondan kurtulsunlar ister ölsünler- son derece basittir.
Her defa Allah için cihada yönelmek ruhlarda tehlike anlarındakine
benzer etkiler yapar. Elektriğin vücuda yaptığı
etki bunu anlamaya yardımcı olan en yakın
örnektir. Sanki cihad kalpleri ve ruhları saflık,
duruluk ve düzgünlük hamuru ile yeniden yoğurur.
Sonra bütün bunlar tüm insan topluluklarını mücahidlerin
elleri ile kumanda ederek düzeltmek için gözle görülen dış
nedenlerdir. Bu mücahidler dünyanın fani olan tüm mallarından
ve süslerinden vazgeçmişlerdir. Allah yolunda ölümün
kucağına atılırlarken dünya hayatı gözlerinde
değersiz kalmıştır. Artık gönüllerinde
kendilerini Allah'tan ve O'nun hoşnutluğunu arzulamaktan
alıkoyacak hiçbir şey kalmamıştır.
İktidar bu gibi ellere geçerse yeryüzü bir uçtan bir uca
düzeldiği gibi kullar da düzelir. Bu ellere iktidar sancağını
inkarcılığa sapıklığa ve
bozgunculuğa teslim etmek çok ağır gelir. Çünkü
onlar bu sancağı kanları ve ruhları
pahasına satın almışlar, dünya hayatında
pahalı ve yüce ne değerler varsa o sancağı
ele geçirmek uğruna hepsini feda etmişlerdi. Ama bunu
kendi nefisleri için değil, Allah için yapmışlardı.
ŞEHİD, MÜCAHİD VE CENNET
Sonra cihad, bütün bunlardan başka, Allah'ın
kendilerine iyilik dilediği kimselere, kendi
hoşnutluğunu ve hesapsız ödülünü elde etsinler,
kötülük dilediği kimselere de hak ettikleri gazabına
ve azabına uğrasınlar diye gerekli vasıta ve
aracı hazırlaması demektir. Herkese karakterine
uygun olan ne ise o verilir. Bu da Allah'ın o kimsenin içinde
ve ruhunda olan niyet ve yönelmesine dair bilgisi uyarınca
gerçekleşir.
Bundan dolayı yüce Allah, Allah yolunda öldürülenlerin
akibetlerini gözler önüne sermektedir:
"Allah kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını
boşa çıkarmaz."
|
|
O |
|
O |
|