O |
Mearic
|
O |
|
19- Doğrusu insan hırslı ve huysuz
yaratılmıştır.
20- Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır.
21- Kendisine hayır dokundu mu yoksullara yardım
etmez..
22- Ancak namaz kılanlar bunun
dışındadır.
23- Onlar ki: Namazlarını sürekli kılarlar
aksatmazlar.
24- Mallarında belli bir hisse vardır.
25- Saile ve mahruma .
26- Ceza gününü tasdik ederler.
27- Rabblerinin azabından korkarlar.
28- Çünkü Rabblerinin azabına güven olmaz.
29- Irzlarını korurlar.
30- Yalnız eşlerine ya da ellerinin altında
bulunan cariyelere karşı korumazlar. Bundan ötürü de
onlar kınanmazlar.
31- Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı
aşanlardır.
32- Emanetlerini ve ahidlerini gözetirler.
33-Şahidliklerini yaparlar.
34- Namazlarım korurlar.
35- İşte onlar cennetlerde
ağırlanırlar.
Kalbi imandan yoksun bulunan bir insanın tablosu,
Kur'an-ı Kerim'in çizdiği şekliyle, gerçekliği,
özenle çizilmiş olması ve bu yaratığın
sahip bulunduğu temel karakteristik çizgileri anlatan
ifadeleriyle son derece ilginç bir tablodur. insan bu tabloda
sergilenen temel olumsuz karakterlerinden ancak iman sayesinde
kurtulabilir. iman insanı öyle bir kaynağa bağlar
ki, kötülük karşısında sızlanmayacak,
iyilik bulunca da cimrilik yapmayacak şekilde ona bir
anlayış aşılar.
"Doğrusu insan hırslı
yaratılmıştır. Kendine kötülük dokundu mu sızlanır.
Kendisine hayır dokundu mu vermez."
Sanki her kelime harikalar yaratan sanat fırçasının
bir darbesiymiş gibi her defasında şu insan denen
yaratığın temel bir özelliğini çiziyor.
Birkaç kelimeden meydana gelen bu üç kısa ayetin sonunda
tablo dile geliyor, canlanıveriyor. içinden karakteristik
özellikleri ile, temel çizgileri ile bir insan beliriveriyor. Hırslıdır...
Kötülük dokundu mu sızlanır. Acısı
karşısında ahlar, vahlar. Kötülüğe
uğradım diye dövünüp durur. Bu durumun sürekli olduğunu,
bir gün düze çıkmayacağını sanır. içinde
bulunduğu anın ebedi olduğunu, bu durumu
değişmez kaderi zanneder. Bu an ve bu anda
başına gelen kötülüğün girdabında içinde
uyanan kuruntularla ruhunu hapseder. Bir çıkış
yolunun olabileceğini tasavvur edemez. Yüce Allah'ın bu
durumu değiştirebileceğini beklemez. Bu yüzden
ahlayarak, vahlayarak yer bitirir kendini. Hırs içini
kemirir. Çünkü gücünden destek alacağı sağlam
bir yere yaslanmamıştır. Umut
bağlayacağı, yardımını
umacağı bir merciye yönelmemiştir... Bir iyilik görmesi
takdir edilince de dört elle sarılır, kimseye bir
şey vermez olur. Bu iyiliğin kendi emeğinin
ürünü, kendi kazancı olduğunu sanır. Bu yüzden
başkasına vermeye kıyamaz sırf kendisi için
biriktirir. Gitgide sahip bulunduğu malın esiri olur.
Servet hırsının kulu kölesi olur. Çünkü rızkın
gerçek mahiyetini ve rızk üzerindeki kendi rolünün,
etkinliğinin farkında değildir. Rabbinin
katında ondan çok daha hayırlı ve kalıcı
olan nimetlerden haberi yoktur. Çünkü Rabbinden kopuk durumdadır.
Kalbi Rabbine ilişkin duygulardan yoksundur. Bu insan her iki
durumda da hırslıdır. Zarar dokunmasın, iyilik
sürekli olsun diye hep kendini yer bitirir. İşte bu
imandan yoksun bir kalbe sahip insanın iç karartıcı
tablosudur.
Böylece Allah'a inanma meselesinin insan hayatındaki
önemi ortaya çıkmış oluyor. Kuşkusuz dille söylenen
bir sözü veya yerine getirilen sembolik kulluk davranışlarını
kastetmiyoruz. iman bir ruh hali, bir hayat sistemi,
değerlere, olaylara ve durumlara ilişkin eksiksiz bir düşünce
sistemidir. insan kalbi bu dayanaktan yoksun olunca sarsılır,
sağa sola yalpa vurur. Rüzgarların önünde bir tüy
gibi savrulur durur. ister kendisini bir kötülük dokunsun da sızlansın,
ister bir iyilik dokunsun da dört elle sarılsın o, her
zaman derin bir endişe, ölümcül bir sıkıntı
içinde yaşar. Ama kalp iman tarafından
onarıldığı zaman sürekli bir güven ve
esenlik içinde olur. Çünkü olayların kaynağına,
durumları yönlendiren merciye bağlanmıştır.
Bu yüce mercinin takdirine güvenir. Rahmetinin bilincindedir. Sınamasını
değerlendirir. Sürekli kendisine bir çıkar yolu göstereceğini
umar. Kendisini zorluktan kolaylığa çıkaracağını
bekler. O'na, iyilik yaparak yönelir. O'nun kendisine verdiği
rızktan infak ettiğini ve onun uğrunda
yaptığı hayır amaçlı harcamaların
karşılığını vereceğini dünya
ve ahirette yerini daha iyisiyle dolduracağını
bilir. Çünkü iman, ahiretteki ödülden önce dünyadayken elde
edilen bir kazançtır. Dünya yolculuğu boyunca rahat, güven,
dayanıklılık ve istikrar bahşeder insana.
İnsanın genel karakterleri arasında yer alan
hırstan istisna edilen müminin sıfatlarını
surenin akışı burada ayrıntılı
olarak ve birer birer sıralıyor:
"Ancak namaz kılanlar bunun
dışındadır. Onlar ki; Namazlarına devam
ederler."
Namaz, islamın şartı ve imanın 'belirtisi
olmasının yanısıra, Allah'la iletişim
kurmanın, bu sonsuz kaynaktan güç almanın
aracıdır. Rabblık ve kulluk makamlarının
açık ve belirgin olarak birbirlerinden kesin çizgilerle
àyrıldığı katışıksız
kulluğun görüntüsüdür. "Onlar ki, namazlarına
devam ederler." ayeti ile özellikle vurgulanan
süreklilik niteliği, istikrar ve devamlılık ifade
etmektedir. Şu
halde
onların kıldığı namaz, terk etmek, ihmal
etmek veya tembellik göstermekle kesintiye uğramaz. Namaz,
Allah'la kurulan kesintisiz bir iletişimdir, sürekli bir bağdır.
Peygamber Efendimiz bir ibadete başladığı
zaman artık devamlı o ibadeti yapardı. Şöyle
diyordu Peygamberimiz: "Allah katında amellerin en
sevimlisi az da olsa sürekli olanıdır." (Altı
sahih hadis kitabında yer alan bu hadis Hz. Aişe`den
rivayet edilmiştir.) Kuşkusuz vurgulanmak istenen
kararlılık,
istikrar ve
Allah'la iletişim halini kesintisiz sürdürmedir. Bu iletişimin
saygınlığına da bu yaraşır zaten.
Çünkü bu iletişim, istendiğinde kurulan,
istendiğinde koparılan bir oyuncak değildir.
"Mallarında belli bir hisse vardır.
İsteyene ve yoksula."
Burada kastedilen hak, özellikle zekat ve öteki miktarı
belirlenmiş sadakalardır. Bu, müminlerin mallarındaki
bir haktır. Veya bundan daha kapsamlı ve daha büyük
bir anlam kastedilmiştir. Buna göre onlar, mallarında
belli bir pay ayırırlar ve bunun isteyenler ve yoksullar
için bir hak olduğunu bilirler. Bunun altında
cimrilikten kurtulma, ihtirasları yenme yatar. Ayrıca bu
davranış, karşılıklı
dayanışma ve yardımlaşma içindeki bu ümmette
varlıklının yoksula karşı görevleri olduğuna
ilişkin bilincin de somut ifadesidir. Ayette "seul"
olarak isimlendirilen, isteyen kimsedir "mahrum" ise,
istemeyen, ihtiyacını dile getirmeyen dolayı siyle
yoksun kalan kimsedir. Belki de "mahrum" olarak
nitelendirilen kimse, başına bir musibet gelip te bu yüzden
yoksul kalan ve isteyemeyen kimsedir. Mallarda ihtiyaç
sahiplerinin ve yoksulların hakkının olduğuna
ilişkin düşünce, bir yandan Allah'ın lütfuna
yönelik duyguyu, öte yandan insanlık
bağlarının önemini yansıtır. Bunun
yanısıra hırs ve cimriliğin
boyunduruğundan kurtuluş ta bu sayede mümkündür. Bu
duygu aynı zamanda bütün ümmetin dayanışması
ve yardımlaşması için bir sosyal güvencedir.
Çünkü bu, hem vicdan aleminde hem de realite dünyasında
değişik fonksiyonlar icra eden bir yükümlülüktür,
bir farzdır. Mümin ruhun karakteristik özelliklerinden biri
olarak bu tabloda çizilmesinin yanısıra bu duygu,
surede amaçlanan cimrilik ve mal hırsına yönelik
tedavinin bir halkasını da oluşturur.
"Ceza gününü tasdik ederler."
Bu sıfatın surenin asıl konusu ile
doğrudan bir ilişkisi vardır. Ama aynı zamanda
mümin ruhun karakteristik özelliklerine ilişkin temel bir
çizgi de çiziyor. Çünkü hesaplaşma ve
karşılık görme gününe inanmak, bununla ilgili
uyarıları doğrulamak imanın bir
yanını oluşturur. Bu anlayışın,
duygu ve davranış açısından hayat sistemi
üzerinde derin etkisi vardır. Çünkü, ahirette hesaplaşmanın
olacağına ilişkin uyarıyı doğrulayan
birinin elindeki hayatı, değerleri, amelleri ve
olayları ölçen terazi bunu yalanlayan veya bu konuda kuşkusu
bulunan birinin elindeki hayatı, değerleri, amelleri ve
olayları ölçen teraziden farklıdır. Ceza gününü
(ahiret günü hesaplaşma) doğrulayan kişi, yeryüzünün
değil gökyüzünün terazisini, dünya hesaplaşmasını
değil ahiret hesaplaşmasını gözeterek hareket
eder. iyi-kötü her olayı teslimiyet duygusu içinde karşılar;
bu olayların sonuçlarının öteki dünyada alınacağını
bilir. Bu yüzden olayları değerlendirirken beklenen
sonuçlarını da hesaba katarak değerlendirme yapar.
Ahiretteki hesaplaşmayı (din gününü) yalanlayan
kimse ise, olayları kısa ve sınırlı dünya
hayatındaki görünümleri ile hesaplar. Yeryüzünün ve
insan ömrünün daracık sınırları içinde
hareket eder. Bu yüzden hesabı değişir,
ölçülerinin sonuçları farklı olur. Zaman ve
mekanın dar kalıpları içine hap solmasının
yanısıra yanlış sonuçlar elde eder. Sürekli
düşüncesini, hesabını ve değerlendirmesini
sınırlandırdığı bu dünya hayatında
olup bitenler tatmin etmez kendisini, hiçbir zaman rahat yüzü
göremez, çünkü elde edilen sonuçlar adil ve makul değildir.
Hiç kuşkusuz bunun nedeni olayları hesaplarken daha büyük
ve daha uzun olan öteki yönünü hesaba katmamasıdır.
Bu yüzden ahireti hesaba katmayan insan, olup bitenlerden dolayı
mutsuz olur, veya çevresini mutsuz kılar.
Karşılığını bu dünyada net olarak
göremediği için üstün ve onurlu bir hayat yaşaması
imkansızlaşır. Bu yüzden ahiret gününü doğrulamak
islam hayat sisteminin dayanağı olan imanın bir bölümünü
oluşturur.
"Rabblerinin azabından korkarlar. Çünkü
rabblerinin azabına güven olmaz."
Bu da, din gününü sadece doğrulamanın ötesinde
bir derecedir. Keskin bir duyarlılık, uyanık bir gözetim
ve çok ibadete rağmen Allah'a karşı görevi tam
yapamamanın bilinci gibi unsurların etkin olduğu
bir derecedir bu. Bu derecede sürekli kalbin bir an için
kayabileceği, dolayısiyle azabı hakkedeceği
endişesi ve Allah'ın koruması ve gözetimi umudu taşınır.
Allah katında seçkin bir yere sahip bulunan, Allah'ın
kendisini seçip gözettiğini bilen Peygamber Efendimiz sürekli
Allah'ın azabından sakınır, hep azaba çarpılma
endişesini taşırdı. Allah'ın lütfu ve
merhameti olmadıkça amellerinin kendisini koruyamayacağını,
cennete girmesine neden olamayacağını kesin olarak
biliyordu. Arkadaşlarına şöyle diyordu: "Hiç
kimseyi ameli cennete girdirmez." Seni de mi ey Allah'ın
elçisi? diye sorulduğunda: "Evet beni de. Ancak
Rabbinin rahmeti ile beni kuşatması sayesinde cennete
girebilirim."(Buhari, Müslim ve Nesai)
Yüce Allah'ın: "Çünkü
Rabblerinin azabına güven olmaz."
şeklîndeki sözü, bir an bile devre dışı
kalmayan sürekli bir duyarlılığa yönelik bir
mesajdır. Çünkü azabı gerektirici
davranışlar bu gaflet anında sergilenebilir,
dolayısiyle azap hakkedilebilir. Yüce Allah insanlardan
sadece bu duyarlılığı ve
uyanıklığı istiyor. Buna rağmen insan
olmalarından kaynaklanan zaaflarına yenik düşecek
olurlarsa, O'nun rahmeti geniş ve
bağışlaması hazırdır. Tevbe
kapısı açıktır ve üzerinde hiçbir kilit
yoktur. İşte islama göre gaflet ile endişe
arasındaki denge budur. İslam ne gafleti ne de
endişeyi onaylar. Allah'a bağlanmış olan bir
kalp hem sakınır hem umar. Hem korkar hem ümit besler.
Ve o her halûklârda Allah'ın rahmetine güvenir.
"Irzlarını korurlar. Yalnız eşlerine
ve ellerinin altında bulunan cariyelerine karşı
korumazlar. Bundan ötürü de onlar kınanmazlar. Ama kim
bundan ötesini ararsa, onlar sınırı
aşanlardır."
Bu ayetler, ruh ve toplum temizliğini ifade etmektedirler.
Çünkü islam tertemiz bir toplum kurmayı arzular. Bu
toplumun
aynı zamanda acık ve sade olmasını da ister.
Bu toplumda bütün yükümlülükler coşkuyla yerine
getirilir, insanın öz yaratılışından
kaynaklanan bütün ihtiyaçlar karşılanır. Fakat
kesinlikle güzel hayatı yiyip bitiren
başıboşluğa, tertemiz açıklığı
öldüren çarpıklığa izin vermez. islamın
arzuladığı toplum, sağlam, güçlü ve yasal
aile esasına dayanır. Bu toplumun çekirdeğini
işaretleri belirlenmiş, gözler önünde ve herkesçe
tanınan ev oluşturur. Bu toplumda her çocuk babasının
kim olduğunu bilir ve doğum şeklinden dolayı
kendinden utanç duymaz. Yüzlerde ve ruhlarda utanma duygusu yok
olduğu için değil elbette. Fakat cinsel ilişkiler
temiz, açık, uzun süreli ve belli bir amaç esasına
dayandığı için. insani ve toplumsal bir görevi
yerine getirmeye yönelik olduğu için. Sırf hayvansal içgüdüleri,
cinsel arzuları tatmin amacına yönelik olmadığı
için.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, burada müminlerin
bu niteliğinden sözediyor: "Irzlarını
korurlar. Yalnız eşlerine ya da
ellerinin altında bulunan cariyelerine karşı
korumazlar. Bundan ötürü de onlar kınanmazlar. Ama kim
bundan ötesini ararsa, onlar sınırı
aşanlardır."
Böylece islam eşlerle ve el altında bulunan
cariyelerle kurulan temiz ilişkiyi onaylıyor.
-Cariyeler, yasal bir nedenden dolayı sahip bulunulan
kadınlardır-. islamın kabul ettiği tek yasal
gerekçe de Allah yolunda yapılan savaşta esir
almaktır. Çünkü islamın onayladığı tek
savaş Allah yolunda olanıdır. Savaş
esirleriyle ilgili asıl hüküm, Muhammed suresindeki şu
ayette vurgulanmıştır: "Savaşta
kafirlerle karşılaştığınız
zaman onların boyunlarını vurun. Sonunda onlara
üstün geldiğinizde onları esir Alin. Savaş sona
erince, onları ya karşılıksız, ya da
fidye ile salıveriniz." (Muhammed suresi 4) Fakat
bazan günün koşullarından dolayı esirler ne
karşılıksız ne de fidye
karşılığı serbest
bırakılmayabilirler. Çünkü karşı taraf
-başka bir isim altında da olsa- herhangi bir
şekilde Müslüman esirleri köleleştirirse Müslümanların
ellerindeki esirler de köleleştirilirler. Bu durumda islam,
sadece sahiplerinin cariyelerle ilişki kurmalarına izin
verir. Onların özgürlüklerini ise, islamın bu
kaynağın kuruması için öngördüğü birçok
yola havale eder. islam bu konuda açık ve temiz ilkelerini
belirleyerek, bu kadın esirlerin iğrenç bir cinsel
kargaşaya neden olmalarını önler. Nitekim
eski-yeni savaşlarda esir düşen kadınlar hep bu
iğrenç bataklığa düşmüşlerdir. Bu yüzden
islam aldatmaca yönüne gitmiyor, meseleyi olduğundan
başka türlü göstermiyor. Savaş esiri kadınlar düpedüz
cariye oldukları halde bunlar özgürdürler diye göz
boyamaya kalkışmıyor.
"Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı
aşanlardır."
Bununla islam, bu açık ve dolambaçsız şekilden
başka her türlü cinsel pisliğin yüzüne kapıyı
kapıyor. Aslında islam bu doğal görevin kendisinde
bir pislik görmüyor. pislik bunu çarpıtmakta, iğrenç
bir ilişkiye döndürmektedir. islam ise, temizdir, açıktır,
tutarlıdır
"Emanetlerini ve ahitlerini gözetirler."
islamın toplumsal düzenini dayandırdığı
ahlaki ilkelerden biri de budur. İslamda emanet ve ahitleri gözetme
olgusu, yüce Allah'ın göklere, yeryüzüne ve dağlara
sunduğu, ama onların taşımaktan kaçındığı
buna karşın insanın omuzladığı en büyük
emaneti gözetmekle başlar. Bu en büyük emanet, inanç
sistemidir, zorla değil isteyerek inanç sistemine uyma
yükümlülüğüdür. Emanet ve sözleşmeleri gözetmek,
henüz babalarının sülbünde yer alıyorlarken
insanın öz yaratılışı ile yüce Allah'ın
tek ve ortaksın Rabb olduğuna ilişkin imzalanan ilk
sözleşme ile başlar. İnsanlar
yaratılışları ile bu sözleşmenin
tanıklarıdırlar. İşte yeryüzündeki diğer
ilişkilerde emanet ve sözleşmelere bağlı
kalma ilkesi bu ilk emanet ve sözleşmeden kaynaklanır.
islam emanet ve sözleşme konusunu sıkı
tutmuş, ısrarla üzerinde durmuştur. Amaç,
toplumsal düzeni, ahlak, karşılıklı güvén
ve huzur gibi sağlam esaslara dayandırmaktır. Bu yüzden
islam, emanet ve sözleşmeleri gözetmeyi mümin ruhun temel
bir özelliği olarak öngörmüştür. Nitékim emanete
ihaneti, sözleşmelere bağlı kalmamayı da münafık
ve kafir ruhların bir özelliği olarak
vurgulamıştır. Bu Kur'an ve sünnette defalarca
belirtilmiştir. islam geleneğinde önemli bir yer işgal
eden bu ahlak kuralı hakkında hiçbir kuşkuya yer
bırakmamıştır.
"Şahitliklerini yaparlar."
Yüce Allah birçok hakkın yerini bulmasını
şahitlik görevinin yerine getirilmesine bağlamıştır.
Daha doğrusu şahitliğin eksiksiz yerine getirilmesi
ile çiğnenmesi önlenen Allah'ın belirlediği
sınırları ahitliğe bağlı
kılmıştır. Yüce Allah'ın
şahitliğin üzerinde ısrarla durması,
başlangıçta şahitlik yapmaktan kaçınmayı
yasaklaması, yargılanma esnasında
şahitliği gizlemekten sakındırması, bir
tarafa eğilim göstermeden ve gerçeği saptırmadan
doğrunun yerini bulması için şahitlik yapmayı
emretmesi bir gerekliliktir. Yüce Allah şahitliği
kendisine yönelik itaate bağlamak için onu kendine özgü kılmış
ve şöyle buyurmuştur: "Şahitliği
Allah için yerine getirin." (Talak suresi 2) Burada da
şahitliği mümin ruhun karakteristik bir özelliği
olarak sunmuştur. O da gözetilmesi gereken bir emanettir.
Yüce Allah önemini vurgulamak, büyük bir mesele olduğunu
belirtmek için burada ondan ayrıca söz etmiştir.
Mümin ruhun karakteristik özellikleri namazla başladığı
gibi yine namazla bitiyor:
"Namazlarını korurlar."
Bu, başlangıçta vurgulanan namaza devam etmekten ayrı
bir sıfattır. Bu sıfat, namazları vaktinde,
farzını, sünnetini gözeterek, şekil ve ruhuna
bağlı kalarak kılmakla gerçekleşir.
İhmal ederek veya tembellik göstererek namazlarını
kaçırmazlar. Normal şeklini gözetmeden kılmak
suretiyle de namazlarını kaçırmazlar. Hem
başta hem de sonda namazdan sözedilmesi namazın
önemine ve namaza gösterilen özene bir işaret
niteliğindedir. Bununla müminlerin karakteristik
özellikleri son buluyor.
Ayetlerin akışının geldiği bu noktada,
insanlar arasında yer alan bu grubun akıbeti açıklanıyor.
Nitekim bundan önce de öteki grubun akıbeti açıklanmıştı:
"İşte onlar cennetlerde
ağırlanırlar."
Bu kısacık ayet-i kerime somut ve soyut nimet türlerini
bir arada anıyor. Buna göre onlar cennetlere girerler. Bu
cennetlerde saygıyla ağırlanırlar. Nimetin ve
saygıyla ağırlanmanın zevkini birlikte
tadarlar. Hiç kuşkusuz bu, müminleri ayrıcalıklı
kılan saygın ahlakın ödülüdür.
Ardından surenin akışı, Mekke'deki islama
davet hareketinin sahnelerinden birini sunuyor. Burada müşrikler
hızlı adımlarla Hz. Peygamberin Kur'an okuduğu
yere doğru yürüyorlar. Sonra etrafında gruplar
oluşturuyorlar. Ayet-i kerime, onların bu
koşuşmalarında ve toplanmalarında dinledikleri
ile doğru yolu bulma isteği olmadığı için
onları kınayıcı bir ifade tarzına
sahiptir:
|
|
O |
|
O |
|