İÇKİ KUMAR VE
FAL OKLARI
90- Ey müminler, içki,
kumar, anıt taşlarına fal okları şeytan
işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak durun ki,
kurtuluşa eresiniz.
91- Şeytan içki ve
kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık
tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz
değil mi?
92- Allah'a ve peygambere
itaat ediniz, onlara karşı gelmekten sakının.
Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki,
Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır.
93- İman edip iyi
ameller işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri,
arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam
ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik yaptıkları
takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden
dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik
yapanları sever.
Gerçekten de içki,
kumar, anıt taşları ve fal okları cahiliye
hayatının en önemli özellikleriydi ve cahili toplumun
en köklü gelenekleri arasında yer alıyorlardı.
Pratik uygulamaları ve bu toplumun en önemli geleneklerini,
alışkanlıklarını oluşturmaları
açısından; birbiri ile köklü bağları
bulunan bir demeti oluşturuyorlardı. Cahiliye
Arapları alabildiğine aşırı şekilde
içki tüketiyorlardı. Toplantılarında fazla içki
tüketmeleri ile övünüyor ve bunu bir övünç kaynağı
olarak görüyorlardı. Şiirlerinde ve övgülerinde;
içkiyle iftihar etmek, önemli bir odağı
oluşturuyordu! İçki meclislerinde hayvanlar kesiliyor,
içki içenlere, içki dağıtanlara, bu mecliste
kahramanlık gösterileri yapanlara, bu toplantıya
katılanlara ve etrafında toplananlara sunulmak üzere
etler kızartılırdı! Bu hayvanlar, anıt
taşları üzerinde kesilirdi. Anıt taşları
Arapların, hayvanlarını üzerinde kestikleri ve
kanlarını kendilerine sürdükleri putlardı. (Tanrılara
yani tanrıların papazlarına kurban olarak sunulacak
olan hayvanlar da bu taşlar üzerinde kesilirdi). İçki
meclisleri ve benzeri sosyal nitelikli kesimlerde fal okları
yolu ile kumar da oynanıyordu. Fal okları,
Arapların, hayvanları aralarında
paylaşırken başvurdukları bir oran ölçeğiydi.
Herkes kendi okuna düşen orana bağlı olarak,
hayvandan bir pay alıyordu. Okunda "üstün" yazılı
olan, hayvanın en büyük payını alırdı.
Bu sıralama okuna hiçbir pay düşmeyene kadar,
aşağıya inerdi. Payına hiçbir şey düşmeyen
adam, hayvanın sahibi de olabiliyordu. Bu durumda
hayvanı tümden kaybetmiş olurdu! ..
Böyle sosyal içerikli
gelenek ve alışkanlıkların birbiri ile
kenetlendiği ortaya çıkmakta; bunların,
cahiliyenin pratiği ve itikadi düşüncelerine paralel
bir biçimde seyrettiği gözlemlenebilmektedir.
İslam nizamı
ilk etapta, bu gelenekleri ortadan kaldırmaya kalkmadı.
Çünkü İslâm, bu geleneklerin bir takım
yanlış inançlardan kaynaklandığını
biliyordu. Bu problemin temeline inmeden meseleyi yüzeysel olarak
halletmeye kalkmak, boşuna bir çabadan başka bir anlam
ifade edemezdi. İlahî nizam, böyle bir metoda başvurmaktan
uzaktı! İslâm ise, her şeyden önce, insanın
gönlündeki düğümden, inanç sistemi düğümünden başlamıştır.
Cahili inançların ve düşüncelerin hepsini kökünden
söküp atmak, bunun yerine sağlam İslâm düşüncesini
yerleştirmekle işe başlamıştır.
İslâm'ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata
dayalı olan kaidenin derinliklere yerleştirmekle yola
koyulmuştur. İnsanlara, ilahlara ilişkin düşüncelerinin
bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek
ilaha iletmiştir. Bu gerçek ilahı tanıdıktan
sonra, bu gerçek ilahın sevdiği ve
hoşlanmadığı şeylere kulak vermeye
başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere
kulak veremezlerdi! Bir emre, bir yasağa
bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne kadar
kendilerine hatırlatılırsa, ne kadar nasihat edilse
de, onlar kendilerini cahiliye
alışkanlıklarından koparamazdı.
İnsan fıtratının ilk bağı, akide
bağıdır. Herşeyden önce, bu akide bağı
oluşturulmadıktan sonra, insanın
fıtratında bir ahlâka, bir eğitime, sosyal bir
inkılâba yol açmak mümkün olamaz. İşte insan
fıtratının anahtarı buradadır. Bu
fıtrat, kendi özel anahtarı ile açılmadığı
sürece, hazineleri kapalı kalacak, yolları
doğrulmayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir
başka pencereler kapanacak, bir taraf aydınlansa, öbür
taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm çözülse, pek
çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit
açılsa, bir çok geçitler ve yollar kapanacaktır... Ve
bu hal sonsuza kadar devam edip gidecektir...
Bu nedenle İslâm
nizamı, cahiliyenin bir sürü rezilliklerinden ve sapıklıklarından
sadece bir bölümünü oluşturan bu rezilliklerinden ve
sapıklıklarından tedaviye
başlamamıştır. Bunun yerine akideden işe
başlamıştır. Allah'tan başka ilah
olmadığına şehadet etmekle işe
başlamıştır. "Allah'tan başka
ilah yoktur" ilkesinin yerleştirilmesi zaman olarak
öyle uzun bir dönem kapsadı ki, bu zaman dilimi onüç
seneyi buldu. Bu esnada, bu gayeden başka hiç bir gaye yoktu!
İnsanlara geçek ilahlarını tanıtma,
onları bu ilaha kul yapma, insanları onun otoritesine
bağlama gayesi... Neticede insanlar kendilerini Allah'a
adadılar. Artık insanlar, Allah'ın kendileri için
seçtiğinden başka hiçbir seçenek olmadığını
idrak etmişlerdi. İşte tam bu sırada, ibadet
nitelikli semboller de dahil olmak üzere yükümlülükler
gelmeye başladı. Bu esnada, cahiliyenin sosyal, ekonomik,
psikolojik, ahlâkî ve günlük hayata ilişkin
kalıntılarının temizlik işlemi
başladı... Bu yükümlülükler, Allah'ın
emrettiğinde, kulların tartışmasız itaat
edeceği bir zaman dilimine denk getirilmişti. Çünkü
onlar, artık her ne olursa olsun Allah'ın bir emri veya
yasağı karşısında hiçbir seçenekleri
olmadığını kavramışlardı!
Başka bir ifade ile:
Emirler ve yasaklar "İslâm"dan sonra, teslim oluştan
sonra... Müslümanın içinde tereddüt kalmadıktan
sonra... Allah'ın emrine rağmen kendisinin herhangi bir
görüşü ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez
duruma geldikten sonra başlamıştı. Veya üstad
Ebu'l Hasan en-Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesiyle
Dünya Neler Kaybetti" adlı eserinde, "Büyük Düğüm
Çözüldü" başlığı altında
değindiği gibi:
"... En büyük düğüm.
Şirk ve küfür düğümü... Çözüldü... Ardından
bütün düğüm(er çözüldü. Peygamber (salât ve selâm
üzerine olsun) onlara karşı ilk cihadını
yaptı. Fakat her emir ve yasağın beraberinde
yinelenen bir cihada ihtiyaç duymadı. İslâm, ilk savaşta
cahiliyeye karşı bir zafer elde etti. Artık her
savaşta zafer onların oluyordu. Onlar kalpleriyle, gönülleriyle,
ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla toptan İslâm'a
girmişlerdi. Doğru olan kendilerine açıkladıktan
sonra, peygambere zorluk çıkarmıyorlardı. O'nun
verdiği hükme karşı gönüllerinde herhangi bir
burukluk duymuyorlardı. Emrettikten veya yasakladıktan
sonra kendilerine seçenek yoktu. Nefislerinin kendilerini aldattığı
şeyleri Peygambere anlatıyorlar ve cezayı
gerektiren bir suç işlediklerinde vücutlarını
korkunç azaba teslim ediyorlardı. İçkinin yasaklama
emri geldiğinde, içkiyle dolup taşan kadehler
onların elindeydi. Allah'ın emri, onların
ıslak dudakları ile yanık yürekleri arasına
girdi. Şarap fıçıları kırıldı
ve Medine sokaklarına döküldü"
Bununla beraber içkinin
ve buna bağlı olarak kumarın
yasaklanışı, aniden meydana gelen bir olay
değildi. Psikolojik, gelenek ve alışkanlıklar
birtakım ekonomik yönleri de bulunan bu köklü sosyal
hastalığın tedavisinde, bu kesin yasaktan önce
birkaç adım atılmış, bir kaç aşama kat
edilmişti.
İslâm nizamında
içki probleminin tedavisinde bu ayetler, üçüncü ya da
dördüncü merhaleydi.
Birinci merhale, hedefe
atılan ilk oku oluşturuyordu. Allah, Mekke'de indirilen
Nahl sûresinde buyuruyor bize, "Hurmaların ve
üzümlerin meyvelerinden sarhoşluk veren bir nesneyi ve güzel
bir rızkı elde ediyorsunuz" (Nahl Suresi, 67)
Bu müslümanların duygularını harekete geçiren
ilk uyarıydı ve burada şeker (sarhoş veren
madde), güzel rızkın karşıtı olarak
zikrediliyordu. Sanki bu bir şey, güzel rızık
başka bir şeydi.
İkinci merhale, müslümanların
gönlünde, yasama uzandığı yolu ile dini
duyarlılığı harekete geçirmeye yöneliktir.
Bakara sûresinde yeralan bir ayetti bu: "Sana içki ve
kumar hakkında soru soruyorlar. De ki; onların ikisinde
de büyük günahlar vardır. İnsanlara bazı
yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür."
(Bakara Suresi, 219) Burada onlar! terk etmenin daha iyi olacağına
işaret ediliyor. Zira günahının yararından büyük
olduğu belirtiliyor. Yoksa hiçbir yararı olmayan
şeyler çok azdır. Bir şeyin helal oluşu veya
haram oluşu zararının veya yararının
ağır basmasına bağlıdır.
Üçüncü merhale, içki
alışkanlığını kırıyor ve
bununla namaz farizası arasında bir
bağdaşmazlığı gündeme getiriyordu. Nisa
sûresindeki bu ayette şöyle deniyordu. "Ey
müminler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar
namaza yaklaşmayın". Beş vakit namaz çoğunlukla
bir birbirine yakındır. Bu vakitler arasında
sarhoş olup ayılmaya yeterli bir zaman yoktur. Bu
uygulama pratik olarak içki alışkanlığını
sürdürmenin alanını daraltmaktaydı. Özellikle
"Subuh" adı verilen sabalı içkisi ile, "Gabuk"
adı verilen ikindi veya akşam içkisi gibi cahiliye
gelenekleri kaldırılıyordu. Ayrıca bu, belli
seanslarla içki almayı gerektiren tiryakilik ve
alışkanlık halini sürdürmeyi engelliyordu. Öte
yandan müslümanların gönüllerinde özel bir ağırlığı
bulunan bu emir, namaz farizasını zamanında yerine
getirme ile, içki alışkanlığını
zamanında karşılamak arasında, bir çelişki
ortaya çıkarıyordu!
Sonra dördüncü merhale
olan, son ve kesin noktaya gelindi. Artık gönüller buna tam
anlamı ile hazırlanmış bulunuyordu. Bundan
sonra yasağın gelişinden, insanların
anında itaati ve boyun eğişinden başka bir
şey kalmamıştı.
Ömer b. Hattab (Allah
ondan razı olsun) dedi ki; "Allah'ım içki
konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap"
(Herhalde Hz. Ömer'in (r.a), insanın içini rahatlatacak bir
açıklama arzusunu kamçılayan Nahl suresinin ayetidir.
Kendisinin de belirttiği gibi Ömer, cahiliye döneminde
içki içen bir adamdı. Bu da içki kullanma alışkanlığının
cahili toplumda, köklü bir alışkanlık,
olduğunu göstermektedir.) Bunun üzerine Bakara sûresinin
şu ayeti gönderildi: "Sana içki ve kumar hakkında
soru soruyorlar. De ki, onların ikisinin de büyük günahı
vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları
yararlarından büyüktür." Ömer çağırıldı
ve kendisine bu ayet okundu. Ömer yine: "Allah'ım içki
konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap".
dedi. Ardından Nisa sûresindeki şu ayet gönderildi: "Ey
müminler, sarhoş olduğunuz halde namaza
yaklaşmayın." Ömer yine çağırıldı
ve kendisine bu ayet de okundu. Bu sefer de Ömer: "Allah'ım
içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap"
dedi. Arkasından Maide sûresindeki şu ayet indi. "Şeytan,
içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık
tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz
değil mi?" Bunun üzerine Ömer: "Son verdik,
son verdik" diye, bu ilahi çağrıya içtenlikle katıldığını
dile getirdi. (Ashabus Sünen)
Hicretin üçüncü
senesinde, Uhud savaşından sonra indirilen içkiyi
yasaklayıcı ayetlerden sonra, Medine sokaklarında
dolaşıp: "Ey ahali,artık içki haram kılınmıştır"
diye, bağırılmasından başka bir şeye
ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde bardağı
olan onu kırdı, ağzında bir yudum içki olan
onu geri tükürdü. Şarap fıçıları
kırıldı, içki şişeleri
kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı
yokmuş gibi halledildi!
Şimdi de
Kur'an'ın sunuş tarzına; eğitim ve yönlendirme
yöntemini kapsayan metoduna bir göz atalım:
"Ey müminler,
içki, kumar, anıt taşları ve fal okları
şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak
durunuz ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar
yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları
ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak
ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi? Allah'a
ve peygambere itaat edin, Onlara karşı gelmekten
sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz,
bilin ki, Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır."
Bu ayetler, bu bölümün
alışılagelen hitap şekliyle
başlıyor: "Ey
müminler"...
Bir taraftan müminlerin
kalplerini harekete geçirmek, öbür taraftan bu imanın
zorunlu sonucu olan, bağlılık ve itaat eylemini
hatırlatmak için...
Bu etkili hitaptan sonra,
net ve açık bir biçimde ifade edilen kesin bir hüküm yer
alıyor:
"İçki, kumar,
anıt taşları ve fal okları şeytan
işi iğrençliklerdendir."
Bunların hepsi,
Allah'ın helâl kıldığı "tertemiz
nimetler" sıfatıyla uyuşmayan kirli
işlerdir. Ve bunlar şeytan işidir... Şeytan
ise insanın tarihi düşmanıdır. Müminin, bir
işten duygusal olarak nefret etmesi, psikolojik olarak
tiksinmesi, fıtrat olarak ondan ürküp kaçması,
korkarak ondan uzaklaşması ve ondan sakınması
için, bu işin şeytan işi olduğunu öğrenmesi
yeterlidir!
İşte bu esnada,
kurtuluş umudu ile birlikte yasak konuyor. Bu aynı
zamanda, derin psikolojik duyguları harekete geçiren bir
dokunuştur:
"Bunlardan uzak
durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
Bundan sonra ayet-i
kerime, bu pisliğin gerisinde bulunan şeytanın
planını açıklamaya geçiyor:
"Şeytan içki
ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık
tohumları ekmek sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister."
Böylece müslümanın
gönlünde; şeytanın hedefi, tuzağının
amacı, iğrençliğinin yolu
aydınlanmış oluyor... Bu hedef, içki ve kumar yolu
ile müslümanların arasında, kin ve düşmanlık
tohumlarını ekmektir. Aynı şekilde, "iman
edenleri" Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymaktır bu. Öyleyse bu, ne korkunç bir hile...
Şeytanın güttüğü
bu hedefler, birer realitedir. Müslümanlar bu gerçekleri,
gerçeğin kendisi olan ilahi ifadeler
aracılığıyla tasdik ettikten sonra, realiteler
dünyasında da onları görebilirler. Şeytanın,
içki ve kumar yolu ile insanlar arasına kin ve düşmanlık
tohumunu nasıl ektiğini görmek için, uzun bir araştırmaya
gerek yoktur. İçki, insanın aklını
başından alır, etini ve kanını bir sel
gibi harekete geçirir, şehevi arzu ve isteklerini
alevlendirir. Çoğunlukla içkiye arkadaş olan kumar
ise, insanın gönlünde binbir çeşit kin ve hüsran
duygusu bırakır. Çünkü, kumarda kaybeden kişi, gözlerinin
önünde malını elinden alana ister-istemez kin
besleyecektir. Malını bir ganimet olarak alıp götüren
kumarcıya, kaybeden adam, elbette ki kahrolacaktır. Bu
işlerin yapıları gereği olarak, kin ve düşmanlığı
harekete geçirmesi normaldir. Meseleye oldukça yüzeysel olarak
bakan birtakım kimselerin, bu tür biraraya gelişleri;
dostluk ve mutluluğun bir parçası olarak
algılamaya çalışmaları boşunadır.
Zira bu işler, birbirine dost olan imanları çatışma
ve patlama alanlarında karşı karşıya
getirmektedir.
Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymaya gelince; bunların ikisi üzerinde
düşünmeye bile gerek yoktur. İçki herşeyi
unutturur. Kumar da alıkoyar. Kumarcılara göre, kumarcının
aklı ile sarhoşun aklı arasında fark yoktur.
Kumarcının alemi de sarhoşun alemi gibi, içki
masalarını, kadehleri ve kumar oyununu aşmaz!
Şeytanın
iğrenç hedefini belirten bu işaret, amacına
ulaşıp, "iman edenlerin" kalplerini uyarmak ve
onları harekete geçirmek istediğinde bir soruya yer
veriliyor. Bu öyle bir sorudur ki, onu, Hz. Ömer'in bu ayeti
dinlediği sırada verdiği cevaptan başka biçimde
cevaplamak mümkün değil:
"Artık bu
işlere son veriyorsunuz değil mi?"
Ömer hiç beklemeden
cevap verir: "Son verdik, son verdik"
ALLAH'A İMAN VE
TAKVA
Fakat ayet-i kerime, o büyük
etkisiyle beraber sürüyor:
"Allah'a ve
peygambere itaat edin. Onlara karşı gelmekten
sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz,
biliniz ki, Peygamberimizin görevi sadece, açıkça
duyurmaktadır."
Herşeyin kendisine
bağlı olduğu kaide: Allah'a itaat, peygambere
itaat...
Yani İslâm...
Allah'a ve peygambere mutlak itaat. Sonra onlara karşı
gelmekten sakındırmak ve üstü kapalı bir tehdit:
"Eğer bu
direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, peygamberimizin
görevi sadece, açıkça duyurmaktır."
Gerçekten de peygamber
tebliğ etmiş ve açıklamıştı. Açıkça
duyurma eyleminden sonra, muhalefette diretenlere sorumluluk
yükü biniyordu.
Bu üstü kapalı
üslup ile ifade edilen ve insanın belini büken bu tehdit
müminlerin yüreklerini hoplatmaktadır! Onlar,
karşı gelip itaat etmedikleri zaman, kendilerinden
başka hiç kimseye zarar veremezler. Peygamber (salât ve
selâm üzerine olsun) tebliğini ve görevini yapmıştır.
Onların işlerinden elini çekmiştir. Artık
onlardan sorumlu değildi O. Kendisine itaat etmeyip
karşı geldikleri takdirde, onlardan hiçbir azabı
savamaz. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır.
Sırtını dönen isyankârları
cezalandırmaya, Allah'ın gücü elbette yetecektir!
İşte ilahî
yol, kalplerin kapısını böyle çalıyor, gönüllerin
kilitlerini böyle açıyor... Kendisi için, bu gönüllere
varan yollar, geçitler buluyor.
Bu yasağın
kendisiyle ilgili olarak geldiği içkinin ne olduğunu açıklamamız
yerinde olur. Ebu Davud'un İbni Abbas'tan
aldığı habere göre "Akla sarhoşluk veren
herşey içkidir ve sarhoşluk veren herşey
haramdır."
Hz. Ömer (r.a)
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) minberinde ve
sahabeden bir topluluk huzurunda yaptığı
konuşmada, şöyle demişti: "Ey insanlar, içkinin
indiği sırada içki beş şeyden
yapılıyordu: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaylardan
ve arpadan. Aslında içki, akla sarhoşluk veren
herşeydir." (Kurtubi Tefsiri)
Her iki rivayete göre de
içki, sarhoşluk meydana getiren, akla zarar veren
herşeydir. Herhangi bir türüne mahsus değildir. Ve
sarhoşluk veren herşey haramdır.
Sarhoşluk veren
herhangi bir madde ile meydana gelen sarhoşluk halı,
İslâm'ın müslüman kalplerin her zaman Allah'a bağlı
olması, her an Allah'ın kontrolü altında
olduğunu duyabilmesi için farz kıldığı,
sürekli uyanıklık hâli ile bağdaşmaz. Müslümanın
kalbi, bu uyanıklıkla, hayatın gelişmesi ve
yenilenmesinde, hayatın zaaflarında ve bozukluklardan
korunmasında, kendisini, malını ve namusunu
korumasında, müslüman cemaatın güvenliğini,
yasasını ve düzenini her türlü saldırıdan
korumasında önemli bir fonksiyon icra edecektir. Müslüman
fert, kendi başına ve arzuları ile baş
başa bırakılmış değildir. Her an sürekli
uyanıklık gerektiren yükümlülükleri vardır.
Rabbına karşı yükümlülükleri, kendisine karşı
yükümlülükleri, ailesine karşı yükümlülükleri
bütün insanlığa karşı mesajını
iletmesi ve onlara doğru yolu göstermesi için evrensel
yükümlülükleri bulunmaktadır. Tüm bu yükümlülükleri
yerine getirebilmesi için, sürekli olarak uyanık
olması istenmektedir. Hatta İslâm onun Allah'ın
helâl kıldığı nimetlerden yararlanırken
bile, bu nimetlere karşı uyanık
durmasını, şehevî arzuların ve lezzetlerin kölesi
olmamasını istemektedir.
Müslüman gerekli olarak
arzularına hakim olmak zorundadır. İşine hakim
olan adamın durumu gibi bu isteklerin ancak bir
kısmını yerine getirir. Sarhoşluğun
verdiği şuursuzluk halı ise, hiçbir şekilde
bu yükümlülük halı ile bağdaşmaz.
Sonra bu sarhoşluk
halı, aslında belli zaman dilimlerinde hayatın
realitelerinden kaçmaktan ve çakır keyiflik halinin veya
aklî dengesizliğin körüklediği düşüncelere
dalmaktan başka bir şey değildir. İslâm ise,
insanların bu yola baş vurmalarını hoş
karşılamaz. Onların gerçekleri görmelerini,
gerçeklerle yüzyüze gelmelerini, gerçeklerin içinde yaşamalarını,
hayatlarını bu gerçeklere uygun biçimde
yönlendirmelerini ister. Bu hayatlarını bir takım
hayaller ve kuruntuların temeline
dayandırmalarını istemez. Çünkü gerçeklerle
yüzyüze gelmek, azim ve iradenin harekete geçmesini sağlar.
Gerçekleri bırakıp bir takım hayallere dalmak ve
kuruntulara kapılmak ise; çözülmeden, azmin kırılmasından,
iradenin erimesinden başka bir şey değildir.
İslâm sürekli olarak irade eğitimine önem vermekle
iradeyi, köklü alışkanlıkların,
tiryakiliklerin bağlarından kurtarmaya çalışır.
Sadece bu değerlendirme bile İslâm'ın, neden içkiyi
ve diğer uyuşturucu maddeleri haram
kıldığını görmemize yeterli olacaktır.
Zira bunlar, şeytan işi iğrençliklerdir... insan
hayatının düzenini bozmaktır.
Bazı fıkıh
bilginleri, içkinin, diğer pislikler gibi hem içilmesinin
haram hem de kendisinin pis olduğunu söylerken diğer
bazı bilginler, sadece içilmesinin haram olduğunu söylemişlerdir.
Cumhura göre, içkinin kendisi de içilmesi de haramdır.
Rabia, Leys b. Said Şafiî'nin arkadaşı Müzeni ve
daha sonraki bazı Bağdatlı fıkıhçılara
göre ise, içkinin sadece içilmesi haramdır. Bu tefsirde
meseleye bu kadar değinmemiz yeterlidir.
Bu ayetlerin indirilmesi,
burada içkinin haram kılındığının
bildirilmesi ve şeytan işi iğrençliklerden olmakla
nitelendirilmesi, İslâm Toplumu'nda sözcükleri bir,
nedenleri ve hedefleri ayrı olan iki sesin yükselmesine
neden oldu.
Bu açıklamayı
olduğu gibi kabul eden fakat, işin içinden çıkamayan
bazı sahabiler: "İçki içtiği halde vefat
eden kardeşlerimiz ne olacak? İçki haram kılınmadan
önce Uhut'ta karınlarında içki olduğu halde
şehit edilen arkadaşlarımızın durumu
nedir?" dediler.
Şaşkınlık
ve kargaşalık peşinde bir takım fırsatçılar
da bu veya buna benzer birşeyler söylediler. Bununla,
gönüllerde yer alan yasama nedenlerine duyulan güveni sarsmayı
veya içkinin haram kılınmadığı
sıralarda vefat edenlerin, şeytan işi iğrençliklerden
biri olan içki ile karınları dolu olduğu halde
vefat ettiklerinden dolayı, imanlarının boşa
gittiği imajını yaymayı hedef
alıyorlardı. İşte tam bu sırada
aşağıdaki ayet indi:
"İman edip iyi
ameller işleyenler, -Allah'tan korkup iman ettikleri,
arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam
ettirdikleri takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek
ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz
Allah iyilik yapanları sever."
Bu ayet-i kerime,
herşeyden önce, haram kılınmadan önce hiçbir
şeyin haram olmayacağını, haram
kılınmanın ayetten önce değil, ayet ile
birlikte gerçekleştiğini, hem dünya hem de ahiret ile
ilgili meselelerde ayetin kendisinden önceki halleri kapsamayacağını
bildirmektedir. Çünkü hükmü ortaya koyan ayettir.
Öldüklerinde, o sırada haram kılınmamış
olan içkinin karınlarında bulunması, onlar açısından
herhangi bir sorumluluk doğurmaz. Zira onlar bu durumda,
haram kılınmış bir iş yapmış ve
bir günah işlemiş olmaz. Onlar Allah'tan korkuyor,
iyilik yapıyor, her şeyde Allah'ın kendilerini gözettiği
bilinciyle hareket ediyorlardı. Niyetlerinin ve eylemlerinin
Allah tarafından görüldüğünü biliyorlardı. Bu
hal üzere bulunan birisi harama el uzatmaz ve bir tek günah işlemez.
Biz burada Mutezile'nin,
içkinin pisliği hakkındaki hükmüne bağlı
olarak körüklediği tartışmaya girmek istemiyoruz.
Mutezile, içkinin bu pisliğinin, yüce Allah'ın içkinin
haramlığına ait hükmünden mi, yoksa içkinin
kendisinden ayrılmayan bir niteliğinden mi olduğunu
araştırır. Haram kılınan şeylerin,
bu haramlıklarının kendilerinden ayrılmayan
bir nitelikten mi, yoksa bu niteliğin haram
kılınmasından mı
kaynaklandığını tartışır. Bizim
anlayışımıza göre, bu tür konulardaki tartışmalar
boş tartışmalardır ve İslâmî duyarlılığa
tamamen yabancıdır!.. Yüce Allah bir şeyi haram
kıldığında, onu neden haram
kıldığını bilir. İster haram
kılış nedenini bildirsin ister bildirmesin fark
etmez. ister haram kılmak; haram kılınan
şeydeki değişmez bir nitelikten olsun isterse, onu
kullananın bizzat kendisine veya içinde yaşadığı
cemaata zarar veren bir sebepten olsun, değişen
birşey olmaz. Herşeyi bütünü ile bilen yüce Allah'tır.
Ve O'nun emrine itaat etmek farzdır. Bütün bunlardan sonra
tartışmaya girmek, gerçek bir ihtiyaçtan
kaynaklanamaz. Halbuki gerçekçilik, bu ilahî yolun vazgeçilmez
özelliğidir. Buna bağlı olarak hiç kimse,
"Madem ki haram kılınma, haram kılınan
nesnedeki bir niteliğe bağlıdır, öyleyse
haram kılınmadan önce nasıl mübah kılınmıştır?"
dememelidir! Yüce Allah'ın belirli bir süre haram kılmadan
bırakmış olmasının, bir hikmeti
olmalıdır. Çünkü her şeyin dizgini,
Allah'ın elindedir. Zaten ilah oluşunun gereği de
budur.
İnsanların
herhangi bir nesneyi güzel görmesi, ya da çirkin bulması
bu konuda hüküm olamaz. İnsanın helallik ve
haramlık hususunda neden olarak gördüğü sebep, o
hükmün gerçek sebebi olmayabilir. Allah'a karşı
edebli olmak, O'nun hükümlerini kabul etmeyi ve uygulamayı
gerektirir. İster hikmeti veya illeti bilinsin, ister
bilinmesin fark etmez. Çünkü, "Allah bilir, siz
bilmezsiniz."
Allah'ın
yasasını uygulamanın herşeyden önce, kulluk
temeline dayanması gerekir. Yüce Allah'a karşı,
kulluğunu ortaya koymak ve O'na itaat etmek temeline
dayanmalıdır. Zaten teslimiyetin anlamı, İslâm'da
budur. Bu kesin itaattan sonra, insan aklının gücü
yettiği ölçüde Allah'ın emrettiği ve
yasakladığı şeylerin hikmetini
araştırması doğru olabilir. Hikmeti
araştırılan bu emir ve yasakların hikmetini,
Allah'ın açıklayıp açıklamaması fark
etmez. Beşer aklının bu hikmeti kavrayıp
kavramaması da birşeyi değiştirmez. Herhangi
bir şeyde, Allah'ın yasasını güzel görecek
olan yetki sahibi yalnız Allah'tır. Allah herhangi bir
işte emrini veya yasağını bildirdikten sonra
tartışma biter, emir veya yasak kesinleşmiş
olur. İyi veya kötü görme olgusunun, insanın
aklına bırakılması, Allah'ın
yasasında son merciin insan olduğu anlamına gelir.
Öyleyse, ilahlığın konumunu ve insan
aklının konumunu gerçekten iyi tesbit etmek
gerekmektedir!
Buradan ayet-i kerimenin
ifade tarzına ve ifade tarzının
taşıdığı anlama geçeceğiz:
"İman edip iyi
ameller işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri,
arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam
ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik yaptıkları
takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden
dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik
yapanları sever "
Kur'an-ı Kerim'in bu
ifade tarzı, takvanın bir kere iman ve ameli salih ile,
bir kere yalnız imanla, bir kere de yalnız ihsanla
birlikte tekrar edilmesi hakkında, Tefsircilerin görüşleri
içinde içimizi rahatlatan bir görüşe rastlayamadık.
Fi Zılâl'in birinci baskısında da, bu tekrarlar
hakkında doyurucu bir açıklama
yapmamıştık. Duygularımı tam ifade
edemese de, şu ana kadar rastladığım en güzel
yaklaşım İbni Cerir Taberi'nin
yaklaşımı oldu. "Birinci takva: Allah'ın
emirlerini kabul etmek, onları tasdik etmek, onlara boyun
eğmek ve uygulamaktır. İkinci takva: Bu
tasdik üzerine sebat etmektir. Üçüncü takva: İhsan'dır.
Nafilerle Allah'a yaklaşmaktır.
Birinci baskıda bu
konuda yaptığım yorum şöyleydi: "Bu
ifade tarzı, önce ana hatları verip, sonra detaylara
inmekle pekiştirmeyi arttırmak içindir. Birincisinde
takvayı, imanı ve amel-i salihi özet olarak vermiştir.
İkincisinde takvayı iman ile birlikte, üçüncüsünde
amel-i salihin kendisi olan ihsan ile birlikte, vermiştir. Bu
pekiştirmenin amacı üzerinde durulan olguyu iyice yerleştirmek,
amellerin değerlendirilmesinde değişmez yasayı
oluşturan iç bilinci Allah'ın herşeyi kontrol
ettiğine dair ince ve hassas bilinci ortaya çıkarmak...
Her an O'nunla ilişki içinde olduğunu idrak etmek
bilincini... Allah'a iman etmeyi, O'nun emir ve
yasaklarını doğrulamayı, kesin biçimde
yeralan akidenin apaçık tercümanı olan amel-i salihi,
gizli olan akide ile, bunun ifadesi olan amel arasındaki
ilişkiyi ortaya çıkarmayı hedef almaktadır.
İşte hükmün illeti, nedeni budur, yoksa dış
görünüş ve dış şekiller değildir... Bu
ana kaide ise, tabii olarak pekiştirmeyi tekrarı ve açıklamayı
gerektirir."
Artık bu
yaklaşımı, biçimi rahatlatıcı olarak göremiyorum.
Fakat şu ana kadar içime bir başka yaklaşım
doğmuş değil... fakat yardım
Allah'tandır.
İHRAMLI İKEN
AVLANMA
Daha sonra ayetlerin
seyri; helal ve haram kılma sahasında ilerleyerek ihram
halinde avlanmaktan, avlanmanın kefaretinden, söz etmekte;
Allah'ın, Kabe'yi, kutsal ayları,
kurbanlıkları ve gerdanlıkları haram
kılmasının hikmetini izah etmektedir. Daha önce
sûrenin giriş kısmında, bunlara dokunmak
yasaklanmıştı. Bu bölüm müslüman fertlere ve
İslâm toplumuna en hassas ölçünün bildirilmesiyle sona
eriyor. Bu ölçüye göre, tertemiz olan nesne; az da olsa, çok
olan pis nesnelere ağır basar.