78-
İsrailoğullarının kafirleri, Davud'un ve
Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu
lânetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı
gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri
idi.
79- Onlar
işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı.
Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!
80- Onların çoğunun
kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları
kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından
ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü
bir gelecek hazırlanmıştır.
81- Eğer onlar
Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri
dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış
kimselerdir.
Böylece
İsrailoğullarının küfür, isyan ve lanet dolu
köklü tarihleri olduğu ortaya çıkıyor.
Onları doğru yola iletmek ve kurtarmak için gönderilen
peygamberlerinin, sonunda onları lanetlemekten ve
Allah'ın hidayetinden kovulmalarını dilemekten
başka çare bulamadıkları, Allah'ın da bu
peygamberlerin beddualarını kabul edip
İsrailoğullarını gazabına ve lanetine
uğrattığı anlaşılıyor.
"İsrailoğullarından
kâfir olanlar" kendilerine
göre kitabı tahrif edenler -bu surenin bir çok yerinde ve
başka sûrelerde geçtiği gibi- Allah'ın
şeriatını yürürlüğe koymayanlar (O'nun hükmüne
başvurmayanlar), tüm peygamberlere yardım edeceklerine,
onları destekleyeceklerine ve onlara uyacaklarına dair
verdikleri sözlerinde durmayanlardır.
"Bu
lanetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı
gelmeleri ve O'nun
sınırlarını çiğnemeleri idi."
Bu öyle bir isyankârlık
ve zalimliktir ki, hem akidelerinin hem de ahlâklarının
her alanında somut biçimde gözlenebilmektedir. Yüce Allah'ın
Kur'an-ı Kerimde de ayetleri ile açıkladığı
gibi, İsrailoğullarının tarihi zulümler ve
isyanlarla doludur.
İsrailoğulları
toplumunda isyankârlık ve zalimlik bireysel eylemlerden
ibaret değildi. Bu sıfatlar sonunda, bu topluluğun
karakteri haline gelmiştir. Toplum bu kötülüklere karşı
sessiz kalmış onlardan tiksinmemiş ve engellemeye
kalkmamıştır.
"Onlar
işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı.
Ne kadar kötü şeydi yaptıkları."
Sapık, bozguncu ve kötü
insanlar tarafından ortaya konan, isyankârlık ve
zalimlik her toplumda gözlenebilir. Yeryüzü kötülükten arındırılamaz.
Ve anormallikler her toplumda gözlenebilir. Fakat iyi bir
toplumun karakteri, kötülük ve çirkin şeylerin orada
hoş karşılanabilen geleneklere dönüşmesine müsade
etmez. Bu kötülüklerin her isteyen kişinin rahatlıkla
işleyebileceği normal hareketlere dönüşmesine
izin vermez... Herhangi bir toplumda kötülük yapmak iyilik
yapmaktan daha zor duruma gelince, kötülüğün cezası
da toplumsal ve yıldırıcı olup toplumun
tamamı kötülüğün karşısında yer
alınca yıldırıcı cezanın kesin
uygulanacağı kanısı
yaygınlaşınca kötülük siner, kötülüğe
iten sebepler kontrol altına alınır. Bu durumda
toplum birbiriyle kenetlenir. Toplumsal hastalıkların
önü alınır. Bu durumda bozgunculuk ancak toplum
tarafından dışlanan bazı fertler ve küçük
gruplar tarafından işlenebilir. Ve toplum içinde
hakimiyet kurması önlenir. Bu durumda kötülükler yaygınlaşmaz
ve toplumun karakterini yansıtacak düzeye ulaşmaz.
İslâm sistemi
yahudi toplumundaki bu olayı çirkin bir şekilde gösterip
onu eleştirmekle İslâm cemaatının sağlam,
canlı, derli-toplu bir yapıya sahip olmasını
istemektedir. Zulmün ve isyankârlığın her çeşidini
genel bir nitelik kazanmadan bertaraf etmesi gerektiğini dile
getirmektedir. İslâm toplumunun hakkı savunmada
sağlam olmasını, hakka yöneltilen zulüm karşısında
hassas olmasını istemekle, dini korumakla yükümlü
bulunanların yükümlülüklerini üstlendikleri emaneti
gerçek anlamda yerine getirmelerini, kötülüğe,
bozgunculuğa, isyankârlığa ve zulme
karşı çıkmalarını bu konuda hiç
kimsenin kınamasından korkmamalarını
istemektedir. Tabii ki kötülüğün idareyi ellerine
geçiren iktidardan, malları ellerine geçiren zenginlerden,
gücü ellerine geçiren zorbalardan, arzu ve isteklerin peşinden
sürüklenen halk kitlelerinden gelmesi arasında fark yoktur.
Allah'ın sistemi Allah'ın sistemidir. Ona
karşı çıkanlar da ister yüksek tabakadan, ister aşağı
tabakadan olsun fark etmez.
İslâm bu emanetin
gereği yerine getirmeye önem verir. Onun içindir ki toplum
içinde meydana gelen kötülüklere sessiz kalındığında
bütün toplumu cezalandırır. Emaneti genel olarak
cemaatın sırtına yükledikten sonra tek tek her
ferde de bu yükümlülüğü dağıtır.
İmam Ahmed, Abdullah
ibni Mesut'tan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu
rivayet eder; İsrailoğulları günahlara daldıklarında
bilginleri onları vazgeçirmek istediler. Fakat onların
vazgeçmediklerini gördüklerinde onlarla beraber oturup yediler
içtiler. Allah da onları birbirine benzetti. Bunun üzerine
Hz. Davud ve Meryemoğlu İsa'nın dili ile lanete
uğradılar...
`Çünkü onlar Allah'a
karşı gelmişler ve O'nun ölçülerini çiğnemişlerdi."
Bu sözleri söylediğinde
peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) yaslanmış
bulunuyordu, doğrularak oturdu ve şöyle buyurdu:
"Canımı
elimde tutan Allah'a yemin ederim ki siz onları doğru
yola geri çevirinceye kadar çalışacaksınız."
Ebu Davud Abdullah b.
Mesud'dan peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"İsrailoğullarında ilk meydana gelen zaaf
şuydu; onlardan biri kötülük yapan birine rastladığında:
Ey adam Allah'tan kork ve yaptığın işi
bırak çünkü bunu yapman sana helal değildir, dedi.
Fakat ertesi gün tekrar onunla karşılaştığında
bu durum onu beraber yemek, içmek ve oturmaktan alıkoymazdı,
onlar böyle yaptıkları için Allah, onların
kalplerini birbirine benzetti." Sonra peygamber "İsrailoğullarının
kafirleri Davud ve İsa'nın diliyle lanetlendiler"
diye başlayıp "onların çoğu yoldan çıkmış
(fasık) kimselerdir diye biten ayetleri okudu.
Arkasından sözlerini şöyle bağladı. "Allah'a
yemin olsun ki, hayır siz iyiliği emredecek kötülüğe
engel olacaksınız. Zalimin elini tutup zulüm etmesine
engel olacaksınız ve siz onu doğru yola geri
çevirene kadar mücadele edeceksiniz."
Burada müslümanın
görevi sırf iyiyi emir ve kötülükten sakındırmak
değildir. Mesele bununla bitmez onun görevi bu isteklerinde
ısrar etmek, onlarla kesin tavır ortaya koymak kötülüğü,
bozgunculuğu, günahkarlığı ve zulmü kuvvetle
engellemektir.
Müslim'de Ebu Said
el-Hudrî'den peygamberin şöyle buyurduğunu bildirir:
"Sizden kim bir kötülük görürse ona eliyle engel olsun.
Eğer gücü yetmezse diliyle; ona da gücü yetmezse kalbiyle
engel olsun. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."
İmam Ahmed, Adiy b.
Ümeyre'den peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Cenabı Allah halkın tümünü belirli
bir grubun yaptıkları yüzünden cezalandırmaz. Ne
zaman ki halk arasında kötülük işlenir, onlar da güçleri
yettiği halde onu kınamazsa Allah onların hepsini tümden
cezalandırır.
Ebu Davud ve Tirmizi'de
Ebu Said el-Hudrî'den peygamberin şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "En üstün cihad zalim bir devlet başkanına
karşı dile getirilen doğru sözdür."
Bir çok ayet ve hadiste
bu konu sık sık vurgulanır.
Çünkü cemaatın
yapısındaki bu dayanışma öyle sağlamdır
ki; müslüman cemaate bağlı birisi
başkasının yaptığı kötülüğü
gördüğü halde bana ne diyemez. Bu toplum bozgunculuğun
karşısında öyle bir hak tutkunluğu getiriyor
ki; bozgunculuğun geliştiğini gördüğü halde
ben ne yapabilirim, bozgunculuğa karşı koymak,
başımı belaya sokar diyemez. Allah'ın kutsal
kıldığı değerlere karşı
beslenen tutku, onları korumak ve savunmak için Allah'ın
kendisine yüklediği doğrudan yükümlülüklerin
bilincinde olmak... Evet bunların hepsi müslüman cemaatın
dayanaklarıdır. Bunlar olmadan İslâm cemaati de
olmaz.
Bunların hepsi de
sağlıklı bir şekilde Allah'a iman, bu
imanın yükümlülüklerini en güzel şekilde öğrenmeyi
gerektirir. Allah'ın sistemini doğru bir şekilde
anlamayı ve onun, hayatın her tarafını
kapsamına aldığını idrak etmeyi zorunlu
kılar. Akideyi kuvvetle desteklemenin ciddiyetini ve bu
akideden coşup gelen toplumun tamamının
hayatına şekil verecek olan sistemi yürürlüğe
koymak için harcanması gereken çabanın
kavramasını gerektirir. Hukuk sistemini Allah'ın
şeriatından alan ve hayatının
tamamını Allah'ın sistemi üzerine kuran müslüman
toplum, müslümanın iyiliği emretme, kötülüğü
engelleme görevini gerçekten yerine getirmesine izin veren
toplumdur. Böyle bir müslüman toplum olmadan iyiliğe
yapılan çağrının, kötülükten engelleme
çabasının sonuç alınamayan bireysel eylemlerden
öteye geçmesi mümkün değildir. Bütün dünyanın her
tarafında egemen bulunan cahili toplumlarda iyiliği
emretme, kötülüğü engelleme çalışmaları
çoğu zaman asla gerçekleştirilemez. Çünkü bu
toplumlar,kendi hayatlarını insanların birbirine müdahale
etmesini dışlayan sosyal terminolojik esaslara ve
geleneklere dayandırmakta fasızlığı, kötülüğü
ve günahkarlığı "özel hayatım"
şeklinde değerlendirmekte ve onlara kimsenin müdahale
etmesine izin vermemektedirler. Bunun yanısıra zulümden,
baskıdan, haksızlıktan ve azgınlıktan
öyle korkunç bir kılıç yapmaktadırlar ki, ona
karşı ağızlara gemler vuruluyor, diller
bağlanıyor ve zalimlere karşı iyiliği,
doğruyu savunanlar cezalandırılıyor.
Bu nedenle en köklü
çalışmaların, en onurlu fedakarlıkların
her şeyden önce iyi bir toplumun kurulması üzerine yoğunlaştırılması
gerekmektedir. İyi toplum ise Allah'ın
proğramı üzerine kurulan toplumdur. İyiliği
yaygınlaştırma kötülükten alıkoyma yoluyla
dar kapsamlı düzeltmelere, özel ve bireysel
ıslahatlara yönelmeden önce çabaların, çalışmaların
ve fedakarlıkların bu noktada
yoğunlaştırılması gerekmektedir.
Toplumun bir bütün
olarak bozulduğu, cahiliyenin
azgınlaştığı, toplumun Allah'ın
sistemi dışındaki sistemlere göre düzenlendiği
ve Allah'ın şeriatı dışında
başka bir hukuka boyun eğildiği durumlarda dar
kapsamlı çalışmalara yönelmenin yararı
yoktur. Bu durumlarda yapılan çalışmaların
temelden başlaması, kökten yeşermesi gerekir.
Harcanan çabanın ve verilen mücadelenin yeryüzünde Allah'ın
hakimiyetini gerçekleştirmeye adanması
lazımdır. Bu egemenlik meselesi çözüme kavuşturulunca,
iyiliği yaygınlaştırma ve kötülükten alıkoymanın
dayanabileceği bir temel oluşturulmuş demektir.
Bu da imana ihtiyaç
gösterir ki bu imanın gerçek yapısını
kavramayı ve onun hayat düzeni üzerindeki fonksiyonunu
anlamayı gerektirir. İşte bu düzeydeki bir iman,
güvenin tamamını Allah'a yöneltebilir. Yol ne kadar
uzarsa uzasın, Allah'ın iyiliği muzaffer
kılacağına tam olarak güvenir. Mükafatının
Allah katında olduğundan şüpheye düşmez. Bu
görevi üstlenen kimse bu yeryüzünde herhangi bir mükafat
beklemez. Sapık toplumun kendisini takdir etmesini ve
herhangi bir yerde cahiliye taraftarlarının kendisine
destek olmasını beklemez.
Kur'an-ı Kerim'in ve
peygamberin iyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü
engellemeye ilişkin bütün direktifleri, müslüman toplumda
müslüman bireyin görevleriyle ilgilidir. Yani bazı
durumlarda bir takım idari zulümler, bazı zamanlarda kötülüklerin
yaygınlaşmasına rağmen temel ilke olarak,
Allah'ın egemenliğini kabul eden ve onun
şeriatını esas alan bir toplumda yaşayan müslümanın
görevini dile getirmektedir. İşte böylece biz
peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) "En üstün
cihad zalim bir imamın karşısında doğru sözü
dile getirmektir" buyurduğunu görmekteyiz. Yani karşısında
hak söz dile getirilen "imamdır" (Hükümdardır).
Kişi Allah'ın egemenliğini ilke olarak kabul
etmeyip onun şeriatını yürürlüğe
koymadıkça zaten İslâm devletinin hükümdarı,
imam olamaz. Yani Allah'ın şeriatıyla hükmetme ene
"imam" adı verilmez, onu Cenab-ı Allah,
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin
kendileridir" şeklinde nitelemektedir." (Maide
Suresi, 44)
Allah'ın
şeriatını yürürlüğe koymayan cahili
toplumlarda ise en büyük ve en ciddi kötülük, tüm
kötülüklere kaynaklık eden, ana kötülük Allah'ın
hayat için koymuş olduğu yasayı reddetmek
suretiyle Allah'ın ilahlığını
reddetmektir. İşte dar kapsamlı kötülüklerle
mücadeleye girişmeden önce reddedilmesi gereken bu, her
türlü kötülüğün kaynağı olan temel ve köklü
kötülüktür. Çünkü diğer kötülüklerin tamamı
onun peşinde gelmekte, onun bir dalı ve
uzantısı olmaktan öteye geçmemektedir.
Allah'ın hükmüne
karşı cüretkârlıktan, ilahlık özelliklerini
iddia etmekten, Allah'ın hayat için koymuş olduğu
yasayı reddetmek suretiyle Allah'ın
ilahlığını reddetme kötülüğü, pek
tabii olarak diğer dar kapsamlı kötülüklerin anası
durumunda iken çıkarılacak iyi ve seçkin insanların
çalışmalarını dar kapsamlı kötülüklerle
mücadele yolunda boşa harcamamalıdır. Ana kötülüğün
uzantılarından ve uğursuz ürünlerinden biri olduğunda
kuşku bulunmayan dar kapsamlı mücadeleyle zaman
öldürmenin hiç bir yararı yoktur.
Sonra biz insanları
işledikleri herhangi bir kötülükten dolayı nasıl
sorguya çekebiliriz? Onların
davranışlarını hangi ölçüyle ölçüp, bu
yaptığınız iş kötüdür, ondan sakının
diyebiliriz. Çünkü biz bu iş kötüdür dediğimizde
şuradan buradan onlarca insan karşımızda
duracak ve: "Hayır! Bu kötü bir şey
değildir. Eskiden bu iş kötü görünüyordu! Fakat
dünya "gelişiyor", toplum "ilerliyor" ve
değerler de değişiyor" diyeceklerdir.
Öyleyse her şeyden
önce tüm davranışları kendisine göre değerlendirmemiz
gereken, herkes tarafından onaylanmış bir ölçü
olmalıdır. İyiliği ve kötülüğü
kendisine göre tayin edebileceğimiz değerler
olmalıdır. Peki bu değerleri nereden alabiliriz? Bu
ölçüyü nereden getireceğiz?
İnsanların bir
şekilde durmayan, sürekli değişen
arzularından, ortak uzlaşmalarından,
geleneklerinden, ihtiraslarından mı? Bu durumda biz, içinden
çıkılmayacak bir şaşkınlığa düşer,
uçsuz bucaksız bir çölde yolumuzu
şaşırırız.
O halde her şeyden
önce bir ölçü belirlemek gerekiyor. Ayrıca bu ölçünün
arzu ve isteklere göre değişmeyen sabit bir ölçü
olması da zorunlu oluyor.
İşte bu
değişmez ölçü, Allah'ın ölçüsüdür.
Eğer toplum, ilke
olarak Allah'ın egemenliğini kabul etmiyorsa,
Allah'ın şeriatını yürürlüğe
koymuyorsa, hatta kendisini Allah'ın proğramına çağıran
insanları hafife ve alaya alıyor, onları
dışlıyor, cezalandırıyorsa, bu durumda ne
yapılacaktır?
Değişik
ölçüleri ve değerleri bulunan görüşlerin ve
arzuların birbiriyle çeliştiği bu tür
toplumlarda, hayatın detaylarına ilişkin konularda
iyiliği emretmek kötülüklerden sakındırmak,
boşa kürek sallamak, eğlencelik abes bir iş
değildir de nedir?
Herşeyden önce
hükmün, ölçünün, egemenliğin, görüş ve
arzuların çeliştiği durumlarda başvurulacak
kaynağın belirlenmesi gerekir.
Herşeyden önce en
büyük iyiliği; Allah'ın egemenliğini ve hayat için
belirlediği proğramı, kabul ettirmeye çalışmakla,
en büyük kötülüğü de; Allah'ın hayat için koyduğu
yasayı reddetmekle (Allah'ın
ilahlığını reddetme kötülüğünü)
ortadan kaldırmak gerekmektedir. Çünkü ancak temel atıldıktan
sonra binanın dikilmesine geçilebilir. Öyleyse bölük
pörçük çalışmalar bir noktada
yoğunlaştırılmalı, hepsini tek bir
cephede toplamayı ve binanın temelini oluşturan
biricik zeminin hazırlanmasına ağırlık
verilmelidir.
Bazan müslüman
toplumun; hayatının temeli ve iyiliği emretme kötülükten
sakındırma eyleminin zeminini hazırlayan asıl
mesele ayak altına alınmışken insan,
birtakım insanların detaylara ilişkin iyiliği
emretme kötülükten sakındırmak için ortaya koydukları
çabaya hayıflanıyor ve üzülüyor!
Ekonomisinin temeli faize
dayanan ve malının tamamı haram olan ve hiçbir
ferdinin helal lokma yeme imkanına sahip
olamadığı bir toplumda, haram yemenin günahından
bahsetmenin ne anlamı olacaktır? Çünkü bu toplumun
sosyal ve ekonomik düzeni bütünüyle Allah'ın hayat için
koyduğu yasayı reddetmekle her şeyden önce Allah'ın
ilahlığını reddetmiş bulunmaktadır!
Kanunları zorla
ırza geçme dışında zinayı yasak
saymayan, hatta zorla ırza geçme halinde bile onu Allah'ın
yasası ile cezalandırmayan bir toplumda fuhşu
engellemeye çalışmak ne işe yarar... Çünkü bu
toplum Allah'ın hayat için koyduğu şeriatı
reddetmekle ilke olarak Allah'ın
ilahlığını reddetmiş bulunmaktadır?!
Kanunları içki
içmeyi ve alış-verişini serbest bırakan ve
umuma ait yollarda apaçık sarhoşluk
dışında kimseyi cezalandırmayı
öngörmeyen hatta bu durumlarda bile Àllah'ın hükmünü,
sarhoşa uygulamayan bir toplumda, sarhoşluğun
zararlarını dile getirmenin, buna engel olmaya çalışmanın
ne gibi bir yararı olabilir? Çünkü bu toplum ilke olarak
Allah'ın egemenliğini kabul etmiş değildir.
Allah'ın egemenliğini kabul etmeyen ve içinde Allah'a
değil, Allah'ın dışındaki ilahlara
tapılan bir toplumda, dine sövmeyi yasaklamak hangi meseleyi
çözebilecektir? Çünkü burada toplumun hukukunu, yasasını,
düzenini, kurumlarını, değerlerini ve
ölçülerini belirleyen Allah'ın dışındaki
ilahlardır. Söven de sövülen de Allah'ın dininde
değildir. Onların her ikisi ve toplumlarının
kitleleri; toptan onlara hukuklar, yasalar belirleyen, onlar için
değerler ve ölçüler koyan kimselerin dinindendir.
Bu durumlarda iyiliği
emretme ve kötülüğü yasaklamanın ne yararı
olacaktır. Bu büyük kötülüklerin en büyüğü olan,
Allah'ın hayat için belirlediği hayat
proğramını red etmek suretiyle, Allah'ı inkar
etme kötülüğü yasaklanmadığı müddetçe,
değil küçük kötülükleri engellemenin, büyük günahları
engellemenin bile ne yararı olabilir?
Mesele bu saf
insanların harcadığı çabaların, güçlerin
ve onun verdiklerinin çok üstünde bir büyüklüğe,
genişliğe ve derinliğe sahiptir. Bu aşamada ne
kadar geniş kapsamlı olursa olsun hatta, isterse bunlar
Allah'ın sınırları olsun detaylara göre
hareket edilmez. Allah'ın koyduğu sınırlar her
şeyden önce Allah'ın egemenliğini kabul etme
temeline dayanır. Başka bir temele değil. Eğer
bu egemenlik, yaşanan bir realite olarak kabul edilmiyorsa,
Allah'ın yasası, yaşamanın biricik
kaynağı olarak alınmıyorsa, Allah'ın
ilahlığı ve egemenliği siyasi otoritenin tek
kaynağı sayılmıyorsa o zaman detaylara
ilişkin her çalışma boşunadır.
Ayrıntılarla ilgili her girişim abestir. En büyük
kötülük diğer kötülüklerden daha çok çalışmaya
ve çaba sarf etmeye, engellemeye muhtaçtır.
Peygamberimiz (salât ve
selâm üzerine olsun) diyor ki: "Sizden kim bir kötülük
görürse ona eliyle engel olsun. Eğer gücü yetmezse
diliyle, yine gücü yetmezse kalbiyle engel olsun. Bu imanın
en zayıf derecesidir."
Müslümanların
kendi elleriyle kötülükleri engelleyebilecek güçlerinin olmadığı
zamanlar olabilir. Bu kötülüğü dilleriyle de engelleme
gücünde olmayabilirler. Bu durumda imanın en zayıf
derecesi elde kalır. O da kalpleriyle ona engel olmaya çalışmalarıdır.
Yani ona antipati besleme çaresidir. Eğer onlar gerçek
müslüman ise hiç kimse onları bu içe dönük davranışlarından,
eylemlerinden alıkoyma gücüne sahip olamaz.
Son maddede sözü edilen
kalp ile değiştirme olayı kötülüğe
karşı pasif bir tavır olarak gözükmektedir.
Peygamberimizin onu bir engelleme olarak göstermesi onun kendi
yapısında olumlu bir eylem olduğunu göstermektedir.
Kötülüğe kalp ile karşı koymak, bu kalbin kötülüğe
karşı aktif bir tavır takındığı
anlamına gelir. Bu kalbin kötülükten tiksindiği, onu
reddettiği ve ona teslim olmadığı
anlamına gelir. Bu kötülüğe boyun eğilmesi ve
kabul edilmesi gereken meşru bir durum olarak görmüyor
demektir. Kalplerin herhangi bir duruma karşı tavır
koyması, bu kötü düzenin yıkılması yolunda
harekete geçen aktif bir kuvvettir. "Meşru" bir düzenin
ele geçen ilk fırsatta ele geçirilinceye kadar o kötülüğe
karşı sürekli bir gözetim mekanizması
oluşturulmuş demektir. Bu gelişmelerin hepsi de
değiştirme ve aktif bir eylemdir. Buna rağmen bu
eylemlerin hepsi de imanın en zayıf derecesidir.
Artık müslümanın imanın en
zayıfını korumaktan daha aşağı bir
duruma düşmemesi gerekir. Varlığının bir
realite olarak kabul edilmesi, bazan sindirici bir dikta rejimine
sahip olması nedeniyle kötülüğe teslim olmak ise, en
son halkanın da dışına çıkmak,
imanın en zayıf derecesinden soyutlanmak demektir.
Bu durumda toplum
yahudilerin uğradığı lanete uğramayı
hak etmiş demektir:
"İsrailoğullarının
kafirleri, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın dilinden
lanetlenmiştir. Bu lânetlenmelerinin sebebi, onların
Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun
sınırlarını çiğnemeleri idi.
"Onlar
işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı.
Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!"
Sonra yahudilerle ilgili
bu bölümün sonlarına geliniyor. Bu aynı zamanda 6. cüzün
de sonudur. Burada yahudilerin peygamberimiz dönemindeki durumları
tasvir ediliyor ki, bu onların her yer ve her zamanki
halleridir. Onlar kafirleri dost edinirler, müslüman kitleye karşı
onları desteklerler. Bunun sebebi de ehli kitap
olmalarına rağmen Allah'a ve peygamberimize iman
etmemeleri ve Allah'ın son dinine girmemeleridir. Yani onlar
mümin değildir. Eğer mümin olsalardı kafirleri
dost edinmezlerdi.
"Onların çoğunun
kafirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları
kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından
ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü
bir gelecek hazırlamıştır."
"Eğer onlar
Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı,
kafirleri dost
edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış
kimselerdir."
Ayetlerin ortaya
koyduğu bu tesbitler peygamberimiz dönemindeki yahudilerin
durumlarını ortaya koyduğu gibi onların bu günkü,
yarınki ve her zamanki durumlarını sembolize
etmektedir. Aynı şekilde bugün yeryüzünün büyük
bir kısmında egemen olan ehli kitabın diğer
bir kolu olan hristiyanlar için de geçerlidir. Bu aynı
zamanda Kur'an'ın sırları ve her zamanki müslüman
cemaat için verdiği tesbitler üzerinde düşünmeyi
gerektirmektedir.
Müşriklerle dostluk
ilişkilerini geliştiren ve onları müslümanlara
karşı kışkırtanlar yahudilerdir. "Kafir
olanlara, bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır,
diyorlardı."
Kur'an onların bu sözlerini
vermektedir. Yahudilerin ve müşriklerin ortaklaşa gerçekleştirdiği
Hendek savaşı da onların bu tutumlarını
ortaya koymuştur. Bundan önce ve bundan sonra günümüze
kadarki olaylar da onların tavırlarını net
olarak ortaya koymaktadır. Filistin toprağında
kurulan İsrail devleti de ancak Materyalist, şimdiki
ateist kafirlerin dostluğu ve desteğiyle
kurulmuştur.
Ehli Kitab'ın
diğer grubu olan hristiyanlar ise, müslümanlarla ilgili her
konuda materyalist-ateistlerle (komünistlerle) yardımlaşmaktadır.
Yine müslümanlar söz konusu olduğunda onlar, putperest müşriklerle
de yardımlaşmaktadırlar! İsterse bu "müslümanlar",
hiç bir şeyle İslâm'ı temsil etmesin. Müslümanlıkları
sadece ataları müslüman olan bir milletin torunları
olmaktan ibaret olsun. Bunlar, müslüman olduğunu söyleyen
herkesten bu müslümanlık iddiaları sözden öteye
geçmese de bu dine kinlerinden dolayı nefret ederler! Allah
ne kadar doğru söylüyor:
"Onların çoğunun
kafirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları
kendilerine Allah'ın gazabına uğramalarından
ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü
bir gelecek hazırlamıştır."
İşte kendi
elleriyle kendilerine hazırladıkları akıbet
budur. Allah'ın gazabına uğramaları...
Cehennemde süresiz olarak kalmaları. Bu ne kötü bir akıbettir.
Kendi elleriyle kendilerine sundukları şey ne kötüdür!
Aman Allah'ım! Bu ne acı bir meyvedir, kafirlere dost
olmalarının meyvesi!
bizden kim bu toplulukla
ilgili Allah'ın sözünü duymuşsa, Allah'ın izin
vermediği birtakım bahaneler ileri sürüp
müslümanlarla kafirleri dost edinen düşmanları
arasında dostluğu ve işbirliği yapmaya
kalkışmasın. Ve kafirleri dost edinen düşmanlarına
yanaşmasın.
Peki sebep ? Onları
kâfirlerle dost olmaya iten sebep nedir? Allah'a ve
peygamberimize iman etmemeleridir.
"Eğer onlar
Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı,
kafirleri dost
edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış
kimselerdir."
İşte neden
budur. Onlar Allah'a ve peygamberimize iman etmemişlerdir.
Onların çoğu fasıktır. Öyleyse onlar
bilinçte ve yönelişte kafirlerle aynı gruptandır.
Bu nedenle müminleri dost edinmeyip, kafirleri dost edinmelerinde
bir gariplik yoktur. Kur'an'ın bu değerlendirmesiyle
üç gerçek ortaya çıkmaktadır:
Birinci gerçek: Peygamberimize
(salât ve selâm üzerine olsun) iman eden az bir grup dışında
Ehli Kitab'ın tamamı Allah'a
inanmamıştır. Çünkü onlar Allah'ın son
peygamberine inanmamışlardır. Kur'an onların
yalnız peygamberimize iman etmediklerini değil, Allah'a
da iman etmediklerini belirtmektedir.
"Eğer onlar
Allah'a, Peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı,
kâfirleri dost
edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış
kimselerdir."
Bu Allah'ın,
saptırması mümkün olmayan açık bir
belirlemesidir. Onlar istediği kadar Allah'a iman ettiklerini
iddia etsinler, özellikle bu derste ve başka Kur'an
ayetlerinde belirtildiği gibi, onların ilahlık gerçeği
hakkındaki düşüncelerinin sapıklığını
göz önünde bulundurduğumuzda bu gerçeği daha rahat
kavrayabiliriz.
İkinci gerçek: Ehl-i
Kitab'ın tamamı peygamberimiz (salât ve selâm üzerine
olsun) tarafından Allah'ın dinine girmeye çağırılmıştır.
Bu çağrıya kulak verenler iman etmiş ve
Allah'ın dinine girmiştir. Yüz çevirenler de Allah'ın
kendilerini nitelediği sıfatı hak etmişlerdir.
Üçüncü gerçek: Ehli
Kitap ve müslümanlar arasında herhangi bir alanda, dostluk
ve yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü müslümana
göre hayatın her alanı dinin emrine bağlı
kalmak zorundadır.
Bununla beraber İslâm,
müslümanlardan İslâm'ın egemen olduğu bölgede
(Dar'ul-İslâm) günlük hayatlarında, ahlâklarında,
canlarını, mallarını ve namuslarını
korumada Ehl-i Kitaba iyi davranmalarını ister.
Onları her ne olursa olsun, kendi inançlarında serbest
bırakmalarını güzellikle İslâm'a çağırmalarını,
güzellikle onlarla tartışmalarını, müslümanlarla
barış ve antlaşmalarına bağlı
kaldıkları müddetçe, müslümanların da bu
antlaşmalara bağlı kalmalarını ister. Her
ne olursa olsun, onlar din konusunda hiçbir zorlama ile karşılaşmazlar...
İşte İslâm budur... Tüm açıklığı,
bütün netliği, tüm güler yüzlülüğü ve bütün hoş
görüsü ile İslâm...
Allah doğruyu söyler
ve O doğru yolu gösterir.
YEDİNCİ CÜZ
Bu cüz, altıncı
cüzde baş taraflarını açıkladığımız
Maide sûresinin son kısımları ve En'am suresinin
baş tarafından "Eğer biz onlara melekler göndermiş
olsaydık" diye başlayan 111. ayetine kadar olan bölümünden
oluşmaktadır. Cüz'ün ikinci bölümünü oluşturan
kısımla ilgili açıklamayı En'am sûresinin baş
tarafında vereceğiz. Şimdi biz cüzün birinci
bölümünü oluşturan Maide sûresinin geri kalan kısmını
açıklamaya devam edeceğiz.
Altıncı cüzde
yer alan Maide sûresinin tanıtılması ile ilgili
olarak şunları söylemiştik:
"Bu Kur'an Hz.
Peygamberin kalbine; kendisiyle bir ümmet oluşturması,
bir devlet kurması, bir toplum düzenlemesi, bu toplumun
fertleriyle, bu devletin diğer devletlerle ve bu ümmetin diğer
milletlerle olan ilişkilerinin belirlenmesi için indirilmiştir.
Yanısıra tüm bu ilişkilerin güçlü bir bağla
bağlanması, ayrılıkların
birleştirilmesi, parçaların bütünleştirilmesi ve
tamamının tek bir buyruğa, tek bir otoriteye ve tek
bir hedefe bağlanması için indirilmiştir.
İşte Allah katındaki gerçeği üzere
müslümanların -gerçek müslüman oldukları o günlerde-
tanıdıkları şekliyle din budur.
Daha önce geçen üç
uzun sûrede olduğu gibi, bu sûrede de değişik
konular yer almaktadır. Bu konuların tamamını
birbirine bağlayan bağ ise, Kur'an'ın bütününü
gerçekleştirmek için geldiği şu temel hedeftir:
"Kendisine has inanç, belirli bir düşünce ve yeni bir
yapılanma temeline dayanan bir ümmet oluşturma, bir
devlet kurma ve bir toplum düzenleme..."
Bunun da temeli,
İlahlık, Rablik, hakimiyet ve otoritede Allah'ın
biricik tanınması ve dünya görüşünün kanunlarının,
düzeninin, ölçülerinin ve değerlerinin -ortaksız
olarak- sadece O'ndan alınmasıdır.
Sûrede, yanısıra
şunları da bulmaktayız: İnanca dayalı düşüncenin
yapısı, bu düşüncenin putperest masallarından
ve Kitab Ehlinin sapma ve tahriflerinden temizlenip
arındırılması, müslüman toplumun yapısının
ve fonksiyonunun gerçeği, yolunun ve yolundaki
zorlukların tabiatı, bu toplumun ve bu dinin düşmanlarının
kollayıp durduğu gedikleri.. Müslüman ferdin ve
toplumun ruhunu temizleyen ve Rabbine bağlayan ibadetlere
ilişkin hükümleri... Toplum ilişkilerini düzene koyan
"toplumsal yasaları" ve devletlerarası
ilişkileri düzenleyen "devletler hukuku"nu,
yiyecek, içecek ve evlenmeye ilişkin ya da amel ve tutumlara
ilişkin helal ve haram hükümlerini...
Tüm bunlar Allah'ın
dilediği -gerçek müslüman oldukları günlerde- anladığı
şekliyle "Din"in anlamını içeren bir
sûrede topluca sunulmaktadır."
Sûrenin karakteri ve
muhtevasıyla ilgili bu genel tasvirin
ışığı altında bu cüz'de yer alan
surenin geri kalan kısmını da inceleyebiliriz. Bu bölüm
de, altıncı cüzde bir kısmı açıklanan sûrenin
ihtiva ettiği konuların bir devamı
niteliğindedir.
Burada Medine'deki
İslâm ümmetinin karşısında yer alan
değişik düşman odaklarından ve bu ümmete karşı
onların gönüllerindeki düşmanlıktan söz
edilmektedir. Bunun yanında bu güç odaklarının
tavır ve tutumlarındaki farklılıktan
bahsedilmekte, gerçek sözü duyduklarında kalpleri
yumuşayan ve peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun)
çağrısını kabul edip Allah'ın mükafatını
ve altında ırmaklar akan cennetleri kazanan, hristiyan
cemaatler gibi bazı grupların hidayete sempati
duyduklarına işaret edilmektedir.
Helal ve haram kılma
gibi yaşama yetkisinden söz edilmekte, Allah'ın
belirlediği ilke ve direktiflerden destek almadan helâl ve
haram kılmaya kalkışma yasaklanmakta, müminlere,
iman ettiklerini açıkladıktan sonra iman ve küfürle
doğrudan ilişkisi bulunan bu tür konularda Allah'tan
korkmaları hatırlatılmaktadır.
Bundan sonra yeminler, içki,
kumar, putlar, fal okları, ihram halinde ava çıkma,
Kabe, Haram Aylar, kurbanlıklar ve gerdanlıklı
hayvanlar dokunulmazlığı ile ilgili hukukî
yasamalara değinilmektedir. Allah'ın yasalarına ve
peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) emrettiklerine itaat
edip bağlanmanın gerektiğine dikkat çekilmekte,
onlara aykırı düşmekten
sakındırılmakta ve uzak durulması telkin
edilmektedir. Acıklı azap ve Allah'ın intikamı
ile tehdit edilmekte, herkesin kendisine döneceği yüce
Allah onlara hatırlatılmaktadır.
Buradan müslüman cemaatın
eğitilmesiyle ilgili konulara geçilmektedir. Pratiğe
aktaracağı değerler belirtilmektedir. Buna göre
müslüman cemaat, kötülüğün yaygın oluşuna
kendisini kaptırmayacak tersine, iyiye, temize taraftar
olacaktır. Rabbine ve peygamberine karşı zorunlu
olan edebi takınacaktır; kendisine açıklanmayan
şeyleri sormayacak, ana hatlarıyla değindiği
konuların detaylarını istemeyecektir.
Sonra cahiliyenin Allah'a
ortak koşmasından ve putperestliğinden kaynaklanan
bir takım geleneklerin ve yasaların iptaline
değiniliyor. "Bahire, Saibe, Vasile ve Hâmi" gibi
hayvanlar ve onların kesim yasaklarına ilişkin hükümler
kaldırılıyor. Hayatın her alanıyla ilgili
tüm konularda gerçek yasama yetkisinin yalnız bir
kaynağa dayandırılması gerektiği ve bu
kaynağın da insanların örfleri ve uygun
gördükleri değil, yalnız Allah olduğu
vurgulanıyor.
Bunun yanında, müslüman
ümmetin kendisine özgü karakteriyle ortaya çıkması,
kendi iç bünyesinde kenetlenmesi, başkasından
apayrı bir nitelik kazanması, kendi uyruğuna
bağlanması, yanlış yolda gidenlerin
uyruğundan ilişkisini kesmesi, kendisinin ve
başkasının ahiret gününde hesabını
yalnız Allah'a bırakması gerektiği
belirtiliyor.
Yasama konularıyla
ilgili açıklama, yolculuk sırasında veya ikamet
edilen bölgeden uzak yerlerdeki ölüm hallerinde vasiyet
edilirken şahit tutulması gerektiğini bildiren hüküm
ile sona ermektedir. Allah yolunda cihad eden, Allah'ın
nimetlerinden yararlanmak amacıyla ticaret yapmak için yola
çıkan bir toplumda İslâm'ın, bu tür problemleri
nasıl çözüme kavuşturduğuna, bu hükümleri,
dünya ve ahirette Allah korkusuna nasıl
bağlandığına ışık
tutmaktadır.
Sûrenin geri kalan kısmında
ise, Ehli Kitabın bir kesimini oluşturan
hristiyanların akidelerinin düzeltilmesine devam
edilmektedir. Bu nedenle tekrar Meryem ve İsa
kıssalarına değinilmektedir. Allah'ın, Hz.
İsa'nın eliyle gerçekleştirdiği mucizeler,
Havarilerin istediği sofra (Maide) meselesi ele
alınmaktadır. Sonra Hz. İsa ve Annesi'nin
ilahlığı meselesine dolayısıyla
hristiyanların bu konudaki asılsız iddialarına
temas edilmekte, Hz. İsa (selâm üzerine olsun) canlandırılan
dehşet verici bir kıyamet sahnesinde Rabbinin ve bütün
insanların huzurunda, tüm peygamberlerin (salât ve selâm
hepsinin üzerine olsun) de hazır bulunduğu bir
sırada bu iddiayı yalanlamakta ve bu iftiradan uzak
olduğunu açıklamaktadır.
Sûre, yerin, göklerin
ve ikisinde yer alan her varlığın, Allah'a ait
olduğunu, Allah'ın kudreti için hiçbir kayıt ve
sınırdan söz edilemeyeceğini açıklamakla
sona ermektedir. "Göklerin,
yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların
egemenliği Allah'ın tekelindedir. O'nun her şeye gücü
yeter."
Sûrenin muhtevasına
ilişkin bu özet, sûrenin kendi metoduna uygun içeriğiyle
tam bir bütünlük arz ettiğini ortaya çıkarıyor.
Sûrenin baş tarafında bu metoda değinmiş ve
bu kısa açıklamanın başında da bundan
birkaç parağraf nakletmiştik.