67- Ey Peygamber, Rabbin
tarafından sana indirilen mesajı duyur. Eğer bunu
yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kafirleri doğru
yola iletmez.
68- De ki; "Ey Kitap
Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından
size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız,
hiçbir temele dayanmış değilsiniz. " Rabbin
tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun
azgınlığını ve kâfirliğini
arttıracaktır. O halde kâfirler için üzülme.
69- Yahudilerden
sabiilerden (yıldızlara tapanlardan) ve hristiyanlardan
Allah'a ve ahiret gününe inanarak iyi ameller işleyenler için
korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.
Burada Peygamberimize
kesin ve kararlı bir emir verildiğini görüyoruz. Ondan
Rabbinin kendisine indirdiği mesajı olduğu gibi
duyurması, bu sırada doğru sözü haykırırken
hiçbir yan endişenin hesabını yapmaması
isteniyor. Mesele bu kadar yalın ve kesin. Yoksa Peygamber
duyurma görevini gerektiği gibi yapmamış, iyilik yükümlülüğünün
gereğini yerine getirmemiş olur. O'nu insanlardan
koruyacak olan, insanlara karşı sakındıracak
olan bizzat yüce Allah'tır. Koruyucusu Allah olana,
zavallı insanlar ne yapabilirler ki?
İnanca ilişkin
doğru söz kekelenerek söylenmemeli, evelenip
gevelenmemelidir. Tersine açık açık, dobra dobra söylenip
duyurulmalıdır. Bu sözün karşıtları
varsınlar, ne isterlerse söylesinler. Bu sözün düşmanları
varsınlar, ne dilerlerse yapsınlar. İnanca
ilişkin doğru söz, insanların keyiflerini
pohpohlamayı, insanların arzularını,
hatırlarını gözetmeyi amaçlamaz. Onun tek
gözettiği şey, haykırılmak ve böylece tüm
gücü ile kalplere işleyerek oralarda etkili olmaktır.
İnanca ilişkin
doğru söz haykırılınca, hidayete yatkın
kalplerin en ücra köşelerine kadar işler. Fakat
eğer kekelenerek, kem-küm edilerek söylenirse iman etme
yeteneği taşımayan katı kalpleri
yumuşatamaz. Oysa kimi zaman hak davetçisi, gerçeği
yumuşatarak, ya da allandırıp pullandırarak bu
katı kalplerden olumlu karşılık
alabileceğini umar. Okuyoruz:
"Allah, kâfirleri
doğru yola iletmez."
O halde doğru söz
kesin, kestirip atıcı, kapsamlı ve eksiksiz söylenmelidir.
Hidayet ve sapıklık, kalplerin bu doğru söze açık
olup olmamasına, bu sözü içlerine sindirmeye yetenekli
olup olmamalarına bağlıdır; yoksa hak sözün
zararına ya da hak söz konusunda yapılacak olan
yumuşatmalara, yağcılıklara bağlı
değildir.
İnanca ilişkin
gerçeği kesin ve dobra dobra haykırmak, sertlik ve
kabalık anlamına gelmez. Bilindiği gibi
Peygamberimize, insanları Rabbinin yoluna çağırırken
düşündürücü, etkileyici ve tatlı öğüt verici
bir dil kullanması emrediliyor. Kur'an-ı Kerim'in
farklı direktifleri arasında çelişki olmaz. Gerçeği
açık ve kesin bir dille haykırmak ile, etkileyici ve
tatlı öğüt verici bir üslup kullanmak, birbirleri ile
bağdaşmaz şeyler değildir. Çünkü duyurma ve
tanıtmanın yolu ve yöntemi ile içeriği ve konusu
ayrı ayrı şeylerdir. Amaç inanca ilişkin gerçeği
söylerken yağcılığa sapmamak, gerçeğin
ortalarında buluşmaya razı olan bir
uzlaşmacılığa yeltenmemektir. Çünkü inanca
ilişkin gerçekler ortalamacı çözümlere elverişli
değildirler.
Peygamberimiz (salât ve
selâm üzerine olsun) çağrı ve duyurma çalışmalarının
ilk günlerinden itibaren, her zaman etkileyici ve öğüt
verici bir dil kullanmayı prensip edinmişti. Bununla
birlikte inanç konusunda açık ve net konuşmayı da
hiç ihmal etmemişti. Nitekim kendisine
karşısındakilere, "Ey kâfirler, ben
sizin taptığınız ilahlara tapmam" demesi
emredilmişti (Kadirun Suresi, 1) Böylelikle kafirlere
gerçek sıfatları ile seslenme netliğini gösteriyor,
inancını açık-seçik bir dille ortaya koyuyor,
kendisine önerilen uzlaşmacı çözümü peşinen
reddediyor, karşısındakilerin istediği gibi
bir yağcılığa girişip onların
yağcı reaksiyonlarına muhatap olmaya tenezzül
etmemiş oluyordu. Onlara, "Eğer yolunuzda, inanç
sisteminizde bir takım ufak-tefek değişiklikler
yaparsanız aramızda mesele kalmaz" demiyordu.
Tersine onlara yollarının katışıksız
bir eğri yol olduğunu, kendisinin ise tam doğru
yolu temsil ettiğini söylüyordu. Başka bir deyimle gerçeği
yüksek perdeden, olduğu gibi ve kesinkes
haykırıyor, fakat konuşurken kaba,
kırıcı bir dil kullanmaktan özenle kaçınıyordu.
İşte bu sûrede
dile gelen ilahî sesleniş ve ilahî emir. Okuyalım: '
"Ey Peygamber,
Rabbin tarafından sana indirilen mesajı duyur. Eğer
bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru
yola iletmez."
Bu seslenişin
öncesi ve sonrası açıkça gösteriyor ki, amaç, Kitap
Ehli'ne inanç sistemlerinin gerçek mahiyetini, bu inanç
sistemleri sebebi ile hak etmiş oldukları
sıfatın ne olduğunu açıkça duyurmaktır,
din, inanç sistemi ve iman bakımından boşluğa
yuvarlanmış birer hiç olduklarını yüzlerine
vurmaktır. Çünkü onlar, "Tevrat'ı, İncil'i
ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan Kur'an'ı
benimseyip pratik hayatlarına yansıtmıyorlar.
Bundan dolayı Kitap Ehli oldukları, belirli bir inanç
sistemine, belirli bir dine sahip oldukları biçimindeki
iddiaları, realite ile çelişen kuru bir davadan
ibarettir. Okuyoruz:
"De ki; `Ey Kitap
Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından
size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız,
hiç bir temele dayanmış değilsiniz."
Burada Peygamberimiz,
Kitap Ehli'nin din, iman, inanç sistemi bakımından
boşlukta olduklarını, hiçbir güvenilir temele
dayanmadıklarını yüzlerine vurmakla yükümlü
tutuluyor. Oysa Peygamberimize bu kesin ve yüzcülükten uzak
direktif verilirken, bu adamlar kendi kutsal kitaplarını
okuyorlar, kendilerine yahudilik ve hristiyanlık
yaftalarını yakıştırarak aslında
"mümin" kimseler olduklarını söylüyorlardı.
Fakat Peygamberimizin yüzlerine vurmakla yükümlü tutulduğu
ilahî tebliğ, onların kendilerine
yakıştırdıkları bu sıfatların
hiçbirini onaylamaya yanaşmıyordu.
Çünkü "din"
dille söylenen birtakım kuru sözler, okunan ve törenlere
çeşni katan kitaplar, miras olarak devralınan ya da
yakıştırma yolu ile sahip çıkılan bir
takım sıfatlar ve yaftalar demek değildir. Din,
hayat sistemidir, yaşama biçimidir. Kalplere işlemiş
inancı, ibadetlerde somutlaşmış bir kulluk
yaklaşımını ve hayatın tüm yönlerine
yansıyan bir uygulama çabasını içeren bir hayat
sistemidir. İşte Kitap Ehli, dini, bu temel tabana
oturtmamış oldukları için, Peygamberimize,
herhangi bir dine dayanmadıklarını, bu yönden
tamamen boşlukta olduklarını yüzlerine karşı
haykırması direktifi verilmiştir. Çünkü "Tevrat'a,
İncil'e ve yüce Allah tarafından indirilen diğer
mesajlara uymanın başta gelen gereği Kitap Ehli'nin,
Peygamberimiz tarafından getirilen dine girmeleri idi.
Sebebine gelince, bütün peygamberlere inanacaklarına,
onları tutup destekleyeceklerine dair kendilerinden söz alınmıştı.
Peygamberimiz ile müslümanlar hakkında, hem Tevrat'ta hem
de İncil'de onlara tanıtıcı bilgiler
verilmişti. Bu gerçeği bize, en doğru sözlerin
söyleyicisi olan yüce Allah haber veriyor.
Buna göre Kitap Ehli
"Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından
indirilmiş olan diğer mesajlara gereği gibi
uymamış" oluyorlardı. Acaba buradaki,
"Rabbleri tarafından kendilerine indirilmiş
diğer mesajlar" ifadesinden maksat nedir? Bu ifade ile
ister bazı tefsir bilginlerinin dedikleri gibi, Kur'an-ı
Kerim kasdedilmiş olsun, isterse Davud'a indirilen Zebur gibi
daha önce gelen diğer kutsal kitaplar kasdedilmiş olsun
fark etmez. Her iki durumda da şu sözümüz geçerlidir.
Onlar, ellerindeki kutsal kitabi onaylayan ve ana amacını
bünyesinde içeren bu yeni dine girmedikçe, "Tevrat'a,
İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilen diğer
mesajlara gereği gibi uymuş" olmayacaklardır.
Onlar, bu son dine girmedikçe bizzat yüce Allah'ın
tanıklığı ile temelsiz, dayanaksız
kalacaklardır. Peygamberimiz burada onlar hakkındaki bu
ilahî kararı yüzlerine vurmakla, gerçek niteliklerini ve
konumlarını kendilerine net bir dille tebliğ
etmekle yükümlü tutuluyor. Aksi halde Rabbinin elçisi olma
görevini yerine getirmemiş sayılacaktır. Aman
Allah'ım! Ne ağır tehdit!
Hiç kuşkusuz yüce
Allah, bu gerçeğin yüzlerine vurulmasının, bu
kesin söze muhatap olmalarının onların kâfirliklerini,
azgınlıklarını, inatlarını ve
olumsuz reaksiyonlarını artıracağını
biliyordu. Fakat bu bilgisi peygamberimize, bu gerçeği yüzlerine
vurmasını emretmesine engel oluşturmadı:
Ayrıca Peygamberimize, bu açık bildirim sebebi ile,
katmerleşecek olan kâfirlikleri, azgınlıkları,
sapıklıkları, ilahî çağrıya kulak
asmamazlıkları yüzünden esefe kapılmamasını,
üzülmemesini telkin ediyor. çünkü yüce Allah'ın
hikmeti, doğru sözü mertçe haykırılmasını
ve insanların vicdanlarını etkileme
şansına kavuşturulmasını gerektiriyor.
Bundan sonra ise, doğru yola giren bile bile girsin ve
sapıtan da bile bile sapıtsın. Yüce Allah'ın
deyimi ile "Mahvolan bile bile mahvolsun, hayat bulan bile
bile hayat bulsun" (Enfal Suresi, 42) Ayetin
devamını okuyalım:
"Allah
tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun
kâfirliğini ve azgınlığını
arttıracaktır. Fakat sen kâfirler için üzülme."
Yüce Allah bu direktifi
ile İslâm davetçilerinin uygulayacakları yöntemin ana
hatlarını çiziyor, onlara bu yöntemin içerdiği
hikmeti açıklıyor, onlara doğru söz karşısında
küplere binerek, kafirliklerinin ve azgınlıklarının
dozunu daha da arttıracak nasipsizlerin içine düşecekleri
çıkmazdan dolayı eseflememeleri teselli üslubu ile
söylüyor. Bu nasipsizler sözü edilen bedbaht akıbete müstahaktırlar.
Çünkü kalpleri doğru söze tahammül edemiyor. Bu
kalplerin derinliklerinde hayrın ve samimiyetin
kırıntısı bile yoktur. Buna göre bu kalpleri
doğru sözle yüzyüze getirmek, yüce Allah'ın
hikmetinin gereğidir. Doğru sözle yüzyüze gelsinler
de içlerinde saklı duygular açığa çıksın,
derinliklerinde barındırdıkları kâfirliği
ve azgınlığı meydana vursunlar da
azgınların ve kafirlerin çarpılacakları
cezaya çarpılmayı hakketsinler!
Şimdi yeniden müslümanlar
ile Kitap Ehli arasında dostluk, işbirliği ve
yardımlaşma meselesine dönüyoruz. Yalnız burada
bu meseleyi, Peygamberimize yöneltilen yukardaki açık sözlü
tebliğ yükümlülüğünün ve bu kesin tavır yüzünden
çoğu Ehli Kitap bağlıları arasında görülen
kâfirlik ve azgınlık tırmanmasının
ışığı altında ele
alacağız. Acaba ne görüyoruz?
Gördüğümüz
şu. Yüce Allah "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri
tarafından indirilmiş olan diğer mesajlara
gereği gibi uymadıkça" ve bu uymuşluğun
doğal sonucu olarak bu son dine girmedikçe, yahudiler ile
hristiyanların hiçbir temelli inanca sahip sayılamayacaklarını
belirtiyor. Onların yüce Allah tarafından böyle
görüldükleri açık ve yalın bir gerçektir. Nitekim
bu gerekçe ile onlar, Kur'an'ın birçok yerlerinde yüce
Allah'a ve Peygamberimize inanmaya çağrılıyorlar.
Demek ki onlar, "Allah'ın dini"nin çerçevesi
içinde değildirler. Demek ki onlar, yüce Allah'ın
onayladığı bir "din"in
bağlıları sayılamazlar.
Gördüğümüz bir
başka realite de şudur: Yüce Allah, bu gerçeği
onların yüzlerine vurulmasının, çoğunu daha
koyu bir kâfirliğe ve azgınlığa sürükleyeceğini
biliyor. Buna rağmen Peygamberimize, bu gerçeği hiç
çekinmeden yüzlerine vurmayı emrediyor ve bu yüzden çoğunluğunda
meydana gelecek olan sapıklık artışı
karşısında üzüntüye kapılmamasını
tembihliyor.
Şimdi eğer biz,
bu konudaki Allah'ın sözünü son söz olarak kabul edersek,
-ki işin doğrusu ve olması gerekeni budur-
yahudiler ile hristiyanları "din"li insanlar olarak
kabul etmenin hiçbir gerekçesi kalmaz. Böyle olunca kimi aldanmışların
ve aldatıcıların ileri sürdükleri gibi
"müslüman" dinsiz-ateistlere ve komunistlere karşı
mücadele etmek üzere onlar ile işbirliği yaparken
hangi ortak temele dayanacaktır? Bu adamlar, Tevrat'a,
İncil'e ve Allah tarafından indirilen diğer
mesajlara uymadılar ki, müslüman, onları şu ya da
bu oranda aslı-temeli olan bir inancın sahibi
saysın. Müslüman, yüce Allah'ın kararından
başka bir karar veremez ki!
"Allah ve Peygamberi
bu konuda kesin hüküm verdikten sonra mümin erkek ve kadınların
artık o konuda hiçbir tercih yetkileri kalmaz." (Ahzab
Suresi, 36)
Yüce Allah'ın sözü
her zaman geçerlidir. Konjonktürel şartlar onun hükmünü
ortadan kaldırmaz.
Eğer bu konuda yüce
Allah'ın söylediği sözü, son söz olarak kabul
edersek -ki işin doğrusu ve yapılması gerekeni
budur- bu gerçeği yahudiler ile hristiyanların yüzlerine
vurunca küplere bineceklerini, bize karşı daha
saldırgan kesileceklerini hesap etmeye
kalkışamayız. Bu tehlikeleri önlemek bahanesi ile
sevgilerini, sempatilerini kazanalım diye, "sizin
dininiz doğru bir dindir, biz sizin dininizin
doğruluğunu onaylıyoruz. Geliniz, elele verelim de
hem sizin dininizi hem de bizim dinimizi ortak düşmanımız
olan Allah tanımazlığa karşı
savunalım" diyemeyiz, böylece onların
"asılsız" inançlarını, yüce Allah'ın
tek kabul ettiği din olan, kendi hak dinimiz ile
eşdeğer saymaya yeltenemeyiz.
Yüce Allah, bize böyle
bir direktif vermiyor, böyle bir onaylamaya kalkışmamızı
kabul etmiyor, böyle bir işbirliğine girişmemizin
günahını bize bağışlamıyor. Hatta böyle
bir işbirliğine kaynaklık eden düşüncemizin
suçunu bile affetmiyor. Çünkü o takdirde biz, yüce Allah'ın
kararından başka bir karar vermiş, O'nun tercihine
aykırı bir tercih ortaya koymuş oluruz; bunun
sonucunda, sapık bir inanç sistemini "ilahî" bir
din olarak tanıyarak onunla, ilahî din bazında ortak
olduğumuzu söylemiş oluruz. Oysa yüce Allah, yahudiler
ile hristiyanların "Tevrat'a, İncil'e ve Allah
tarafından indirilmiş diğer mesajlara uymadıkça"
hiçbir gerçek kırıntısına dayanmış
sayılamayacaklarını söylüyor. Yahudiler ile
hristiyanlar ise, Allah'ın bu şartını yerine
getirmiyorlar. O'nun bu sözüne kulak asmıyorlar.
Müslüman olduklarını
söyledikleri halde yüce Allah'ın indirmiş olduğu
mesajların gereğine uymayanlar da tıpkı bu
yahudi ve hristiyanlar gibidirler, onlar da inanç bakımından
boşluktadırlar, gerçeklik temelinden yoksundurlar.
Yüce Allah'ın yukardaki sözü, kitaplarının hükümlerini
benliklerinde ve hayatlarında uygulamaya koymayan bütün
kutsal kitap taraftarları için geçerlidir. Müslüman olmak
isteyen kimse, yüce Allah'ın kitabını
benliğinde ve hayatında uygulamaya koyduktan sonra bu
kitabı uygulama dışı tutanlara
karşı, bu kitabın hükümlerine uymadıkça
hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını, dindar
oldukları şeklindeki iddialarının bizzat dinin
sahibi olan yüce Allah tarafından reddedildiğini açık
açık haykırmakla görevlidir. Bu konuda net bir tavır
ortaya koymak zorunludur. Yüce Allah'ın kitabını
benliğinde ve hayatında uygulamaya koyan "müslüman"ın
bundan sonraki görevi ilahî kitabın içeriğine yüz
çevirmiş söz konusu kişileri yeni baştan
"İslam"a çağırmaktır. Çünkü
insanın, sadece kuru sözle ya da mirasçılık
mantığı ile müslümanlık iddiasında
bulunması onu, müslüman yapmaz, kalbini imanla doldurmaz,
yüce Allah'ın dinine bağlılık
sıfatı kazandırmaz. Böyle bir kimse hangi
milletten olursa olsun, hangi zamanda yaşarsa
yaşasın fark etmez.
Gerek bu sözde
müslümanlar ve gerekse öbürleri, yani yahudiler ile
hristiyanlar, ne zaman yüce Allah'ın kitabını
hayatlarında uygulamaya koyarlarsa işte o zaman, "müslüman"
onlarla işbirliği yapabilir; ancak o zaman onlarla elele
vererek, Allah tanımazlık-ateizm belâsına ve bu
insanlık musibetinin taraftarlarına karşı
"din"in ve "dindar"ların savunmasına
girişebilir. Ama bu ortak noktada buluşulmadan önce
böylesine bir işbirliği bos bir iştir,
aldanmışların ya da aldatıcıların
ileri sürdükleri bir yutturmaca, iki yüzlü bir kandırmacadır!
Yüce Allah'ın dini,
ne kuru bir yafta, ne içi boş bir slogan ve ne de atalardan
geçen bir miras değildir. Yüce Allah'ın dini,
vicdanlara yansıyan ve hayat tarzlarında, kalpleri
donatan inanç sisteminde, Allah'a sunulan ibadet amaçlı
davranışlarda ve hayata yön veren sosyal düzende
somutlaşan bir realitedir. Yüce Allah'ın dini ancak, bu
çok boyutlu bütünlük içinde varolabilir. İnsanlar bu
çok boyutlu bütünlüğü vicdanlarında ve hayat
tarzlarında gerçekleştirmedikçe, yüce Allah'ın
dinine koyulmuş sayılamazlar. Bunun
dışındaki her görüş tarzı, inanç
sistemini sulandırmak ve gönül avutmaktır, dürüst
bir "müslüman" böyle bir aldatmacaya asla girişmez.
"Müslüman" bu
gerçeği, sesinin olanca yüksekliği ile
haykırmalı, insanlar ile arasındaki
uzaklığın ve yakınlığın
derecesini bu esasa göre ayarlamalıdır. Bu mesafe koyma
işleminden doğacak sonuçları düşünmek, onun
üzerine vazife değildir. Koruyucu Allah'tır ve
"Allah kâfirleri doğru yola iletmez."
İslâm davetçisi,
insanları benimsemeye çağırdığı gerçeği
bütün yönleri ile buyurmadıkça ve yağcılıksız,
tavizsiz bir dille karşısındakilerin inanç
sistemlerindeki bozuklukları olduğu gibi ortaya dökmedikçe,
yüce Allah'ın mesajını insanlara duyurmuş ve
böylece insanların Allah karşısında ileri sürebilecekleri
gerçeklerden habersizlik bahanesinin yolunu tıkamış
sayılamaz. Eğer davetçi, insanlara zarar dokundurmaktan
gerçekten kaçınmak istiyorsa ve onlara yararlı
kalmayı amaçlıyorsa şu yöntemi adım
adım izlemelidir: Karşısındakilerin inanç açısından
boşlukta olduklarını, inandıkları ve
hayatlarına yansıttıkları yargıların
kökten asılsız ve eğri olduğunu açık açık
söylemelidir. Onları, bağlı oldukları ve
hayatlarında uyguladıkları düşüncelerden
tamamen farklı bir inanç ve düşünce sistemine çağırdığını
belirtmelidir. Kendilerini köklü bir değişime, uzak
amaçlı bir dönüşüme, uzun bir yolculuğa; düşüncelerinde,
sosyal kurumlarında, düzenlerinde ve ahlâk sistemlerinde
çok boyutlu bir başkalaşıma çağırdığını
peşinen açıklamalıdır. Böylece insanlar
davetçilerin aydınlatıcı açıklamaları
sayesinde benimsemeye çağrıldıkları gerçekle
aralarındaki mesafenin boyunu net olarak öğrenmelidir.
Ta ki, bu bilginin ışığında, yüce Allah'ın
deyimi ile: "Mahvolan
bile bile mahvolsun, hayat bulan da bile bile hayat bulsun."
Bazı davetçiler
kimi zaman lâfı ağızlarında eveleyip
geveleyerek ve kem-küm ederek insanların
inandıkları ve pratik hayatlarında
uyguladıkları batıl ile benimsenmesine çağırdıkları
hak arasındaki köklü farklılığı,
savundukları gerçek ile karşılarındakilerin
uyduğu eğrinin arasındaki uçurumu belirtmekten
kaçınırlar. Söz konusu davetçiler ya içinde
bulundukları özel şartların baskısı ile
ya da insanların hayat tarzlarının, düşüncelerinin
ve inançlarının kendilerine dikte ettiği pratik
realiteye ters düşmekten çekindikleri için, bu tavizci
yola başvururlar. Fakat onlar iyi bilmelidirler ki, bu
durumda karşılarındaki insanları
aldatmış, kayba uğratmış olurlar.
Çünkü onlara, kendilerinden ne yapmalarını
istediklerini olduğu gibi anlatmamışlardır.
Üstelik yüce Allah'ın, kendilerini duyurmakla görevlendirdiği
gerçekleri insanlara duyurmamış olurlar.
İnsanları yüce
Allah'a çağırırken gösterilmesi gereken yumuşaklık
davetçinin kullanacağı davet üslubunda bulunmalıdır,
yoksa duyurduğu gerçeğin içeriğini
yumuşatması düşünülmemelidir. Gerçek insanlara
olduğu gibi, hiçbir kısıntıya
yeltenilmeksizin, insanlara duyurulmalıdır.
Duyurmanın ve tanıtmanın üslubuna gelince, temelde
etkili olmaya ve tatlı öğüt vermeye önem vermesi
gereken bu faaliyet, uygulamaya konduğu çevrenin ve zamanın
özel şartlarına uyarlanarak yürütülür.
Günümüzde bazılarımız,
dünyaya bakınca yahudiler ile hristiyanlar (Kitap Ehli'nin)
sayıca kalabalık ve maddi güç bakımından
üstün olduklarını görüyor. Arkasından çeşit
çeşit putlara tapan putperest toplumlara bakıyor,
onların da sayıca, yüzlerce milyonlara vardıklarını
ve devletlerarası konularda sözleri dinlenen bir konuma
sahip olduklarını görüyor. Bu arada materyalist
ideolojilerin taraftarlarına bakıyor, onların da
kalabalık nüfuslar oluşturduklarını, bunun
yanında ölüm kusan gelişmiş teknolojik silahlara
sahip olduklarını görüyor. Bütün bunlardan sonra
müslüman olduklarını söyleyenlere bakınca, dünya
siyasetinde hiçbir ağırlıkları
olmadığını görüyor. Çünkü bu kimseler
yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu
kitabın hükümlerine göre yaşamıyorlar. Bu durum
sözünü ettiğimiz gözlemcilerin ağırına
gidiyor. Bu yüzden, şu sapık insanlığın
tümü ile karşısına dikilip yüzlerine karşı
kesin gerçeği yüksek sesle haykırmak kendilerine
ağır geliyor. Bütün insanlığa
yanlış yolda olduklarını, boş inançlara
tutsak düştüklerini duyurmayı, arkasından
insanlara "hak din"i anlatmayı yararsız görüyorlar.
Oysa doğru yol bu
değildir. Cahiliye, tüm yeryüzünü kaplamış olsa
da, yine cahiliyedir. Tüm insanların pratikleri, yüce
Allah'ın dinine dayanmadığı sürece hiçtir,
temelsizdir. Davetçinin görevi aynıdır, bu görevi ne
sapıkların kalabalıklığı ve ne de
eğrilik (batıl) yanlılarının
şişkin görünümü değiştiremez. Çünkü eğrilik
kof bir sistir. Bu davanın ilk çağrısı,
nasıl o günün tüm yeryüzü halkına inanç ve hayat
biçimi bakımından bir hiç olduklarını
haykırarak işe başladı ise, bugün de bu
misyon sesinin olanca gürlüğü ile ortalığı
çınlatmaya devam etmelidir. Zaman döndü dolaştı
ve yüce Allah'ın Peygamberimizi duyurma görevi ile
gönderdiği, O'na şöyle seslendiği günün
benzerine gelip dayandı. Yüce Allah'ın bu çağrısını
bir daha okuyoruz:
"Ey Peygamber,
Rabbin tarafından sana indirilen mesajı insanlara duyur.
Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine
getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri
doğru yola iletmez."
"De ki; `Ey Kitap
Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından
size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız,
hiçbir temele dayanıyor değilsiniz."
Bu ayetlerin
devamında yüce Allah'ın insanlardan kabul edeceği
"din"in ne olduğu, son kez vurgulanıyor. Evet,
insanların sıfatları, ünvanları ve
Allah'ın sonuncu elçisi olan Peygamberimizden önce bağlı
oldukları inanç sistemleri ne olursa olsun, acaba yüce
Allah onlardan hangi dini kabul ediyor? Tarihin karanlık dönemlerinden
günümüze kadar ortaya çıkmış çeşitli
dinlere ve mezheplere bölünen insanlık, acaba hangi dinin
ortak platformunda buluşmalı,
kaynaşmalıdır? Okuyalım:
"Müminlerden,
yahudilerden, sabiilerden (yıldıza tapanlardan) ve
hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanarak iyi ameller işleyenler
için korku söz konusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir."
Buradaki
"müminler"den maksat, müslümanlardır;
"yahudiler"den ise İsrailoğulları.
"Sabiiler" ise çoğu tefsir bilginlerinin ileri sürdüklerine
göre, Peygamberimizin peygamber olarak görevlendirilişinden
önce, putperestliği bırakarak belirli bir dine ya da
mezhebe bağlanmaksızın tek ilaha kulluk etmeye yönelen
bir insan topluluğudur. Aralarında çok az sayıda
Arap da vardır. "Hristiyanlar"dan maksat da
bilindiği gibi Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun)
taraftarlarıdır.
Okuduğumuz ayet
şu ilkeyi ortaya koyuyor: Kim Allah'a, ahiret gününe inanır
ve iyi ameller işlerse, kurtuluşa ermiştir.
Yalnız bu ayetten dolaylı olarak bir diğer
bazı ayetlerden doğrudan doğruya çıkardığımız
anlama göre, kurtuluşa erecek bu kimseler burada söz konusu
edilen şartları, yüce Allah'ın sonuncu elçisi
olan Peygamberimizin getirdiği talimatlar uyarınca
yerine getirmelidirler. Bu takdirde:
"Onlar için korku
söz konusu değildir, onlar biç üzülmeyeceklerdir."
Bunun yanısıra
bu kimseler, artık ne daha önceki sapık inançlarından
dolayı ve ne de o güne kadar taşıdıkları
çeşitli ünvanlar ve adlardan ötürü sorumlu
tutulmayacaklardır. Çünkü önemli olan en son ünvandır.
Bu ayetten dolaylı
olarak çıkardığımız bu anlam
aslında, "din" kavramının zaruri
anlamıdır. Çünkü bu inanç sisteminin yalın ve
tartışma kaldırmaz ilkesine göre Peygamberimiz,
peygamberlerin sonuncusudur; O, bütün insanlığa gönderilmiştir;
buna göre daha önceki dinleri, mezhepleri, inançları,
milliyetleri ve yurtları ne olursa olsun, bütün insanlar
O'nun getirdiği ilahi mesaja, bu mesajın hükümleri
uyarınca inanmaya çağrılıdırlar.
İnsanlar, bu mesajın hem bütününe ve hem de ayrıntılarına
inanmakla yükümlüdürler. Kim Peygamberimizin peygamberliğine
ve getirdiği mesajın bütününe ya da ayrıntılarına
inanmazsa sapıktır, doğru yolun
dışındadır. Yüce Allah, onun daha önceki
dinini geçerli saymaz ve böyle bir kimse bu ayetteki, "Onlar
için korku söz konusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir." müjdesinin kapsamına girmez.
Bu ilke, "din"
kavramından zorunlu ve dolaysız olarak
anlaşılan ve hiçbir gerçek müslümanın, günümüzün
güçlü görünümlü cahiliye realitesinin baskısı
altında ağzında eveleyip geveleyebileceği,
kekemeli ve kem-kümlü ifadeler ile boğuntuya gelmesine
meydan vermeye razı olamayacağı kesin bir gerçektir.
Bu ilke aynı zamanda müslümanın, yeryüzünde yaşayan
diğer insanlarla ilişki kurarken de ölçü olarak
tutacağı ve asla gözden kaçırmayacağı
bir prensiptir. Müslüman, her dinin ve her mezhebin taraftarına
bu ilkenin ışığında not verecektir. Günümüz
cahiliye uygarlığının baskısı, müslümanı
bu konuda kaypaklığa zorlamamalı, onu söz konusu
sapık dinlerin ve mezheplerin taraftarlarını
aklamaya, sözde dinlerini yüce Allah'ın kabul
edebileceği gerçek bir "din" saymaya; onları
dost, yandaş ve müttefik edinmeye sürüklememelidir.
"Kim Allah'ı,
Peygamber'i ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek
olanlar, yalnız Allah'ın tarafını
tutanların grubudur." (Maide Suresi, 56)
Olayların görüntüsü
ne olursa olsun, kesin gerçek budur. Kim bu tek hak dinin esasları
uyarınca yüce Allah'a ve ahiret gününe inanır,
aynı zamanda iyi ameller işlerse böyleleri için ne
dünyada ve ne de ahirette korku söz konusu değildir. Onlar
ne kof bir sis tabakasını andıran cahiliye
uygarlığının batıl gücünden korkarlar
ve ne de iyi ameller işleyen mümin nefislerinden yana kaygılı
olurlar. Ayrıca onlar hiç üzülmeyeceklerdir de.
Daha sonraki ayetlerde
tekrar yahudilerin tarihlerine dönülüyor, onların inanç
ve yaşama tarzı bakımından boşlukta
oldukları vurgulanıyor, bu yüzden onların İslâm'a
çağrılmaları gerektiği, bu dinin kendilerine
duyurulmasının kaçınılmaz olduğu, ancak
bu çağrıya uyunca yüce Allah'ın dinine
sığınmış olacakları belirtiliyor. Bu
arada onların değişmeyen karakterleri açığa
vurgulanarak müslümanların gözleri önüne seriliyor.
Böylece müslümanların gözünden düşmeleri
sağlanarak kalplerinin onları dost edinmekten, kendileri
ile işbirliği yapmaktan nefret etmesi sağlanmaya
çalışılıyor. Çünkü yahudilerin gerçek ve
din karşısındaki düşmanca tutumları
eskiden olduğu gibi devam ediyor. Okuyoruz: