65- Eğer Kitap Ehli,
iman edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını
siler, onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık.
66- Eğer onlar
Tevrat'a, İncil'e ve Rableri tarafından kendilerine
indirilen Kur'an'a uygun yaşasalardı, başları
üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi. Onların içinde ılımlı,
aşırı davranışlardan sakınan bir
kesim var. Fakat çoğu ne fena işler yapıyor!
Şu iki ayet,
İslâm düşüncesinin büyük esaslarından birini
dile getirmektedir. Dolayısıyla insanlık
hayatı için, son derece önemli bir gerçeği temsil
etmektedir. Belki de günümüzde olduğu kadar bu gerçeğin
belirginleşmesine ve açıklanmasına hiçbir zaman
ihtiyaç duyulmamıştı. Çünkü insan aklı,
insanlığın sahip olduğu ölçüler ve kurumları,
bu son derece önemli konuda çeşitlerin sisleri, düzenlerin
sapıklıkları arasında bocalamakta,
sarsıntılar geçirmekte ve boşluğa doğru
sürüklenmektedir.
Yüce Allah Ehli Kitab'a
diyor ki, -tüm Ehli Kitab'ı kapsayan en doğru sözü
söylüyor- şayet inanır Allah'tan korksalardı, günahları
siler onları bol nimetli cennetlere koyardı. Bu,
onların ahiret mükafatıydı. Aynı zamanda
onlar, dünya hayatlarında, tevrat, incil ve yüce Allah'ın
kendilerine indirdiği diğer direktiflerde
somutlaşan ilahî hayat sistemini -Allah'ın
indirdiği şekilde bozmadan, değiştirmeden-
uygulasalardı, dünya hayatları düzelecekti. Yaşama
düzeyleri yükselecek, bol rızıklar elde edeceklerdi.
Başları üstünden ve ayakları altından
fışkıran rızıkları yiyeceklerdi.
Geniş çaplı, bir üretim, güzel bir dağıtım
ve hayatın dirliği ile
karşılaşacaklardı. Ancak uzun tarihleri
boyunca, aşırı davranışları olmayan,
ılımlı bir azınlığın
dışında hiçbiri iman etmemiş, Allah'tan
korkmanı ve O'nun hayat sistemini
uygulamamıştır. "Fakat
çoğu ne fena işler yapıyor."
Böylece şu iki
ayetten anlaşılıyor ki, iman ve takva, bir de
Allah'ın sistemini şu dünya hayatında
insanların hayatına egemen kılmak, Allah'ın
şeriatını tatbik eden mümin takva sahiplerine
sadece ahiret mükafatını kazandırmakla
kalmıyor, -Bu çok daha öncelikli ve sürekli olmakla
beraber- aynı zamanda dünya işlerinin dirliğini de
garantiliyor ve bu kişilere dünya mükafatın ı da
kazandırıyor. Bolluk, gelişme, dengeli servet bölüşümü
ve yeterlilik... Nitelik şu sözde, bolluk ve genişliğin
anlamını somut bir şekilde çizmektedir:
"Başları
üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi."
Böylece ahiretteki
güzel mükafatı elde etmek için ayrı, dünya dirliği
için de ayrı bir yolun bulunmadığı da
anlaşılmış oluyor. Nem dünya hem de ahiret
hayatını düzenleyen, tek bir yol vardır. Bu yoldan
şaşıldığı an, dünya hayatı
bozulduğu gibi, ahiret hayatı da mahvolur. Bu biricik
yol; iman, takva ve dünyada ilahî hayat sistemini uygulamaktadır.
Bu sistem sırf,
kalbi bir bilinç ve takvadan ibaret değildir. Aynı
zamanda o, -bunlara bağlı olarak-
insanlığın pratik hayatının
dayandığı ve kendisinin de hayata egemen
olduğu bir sistemdir. İman ve takvayla beraber bu
sistemi yeryüzüne yerleştirmek, dünya hayatının
düzelmesinin, bol rızkın, geniş çaplı
üretimin ve dengeli dağıtımın garantisidir.
Öyle ki, -bu sistemin gölgesinde- tüm insanlar başlarının
üzerinden ve ayaklarının altından
fışkıran nimetlerden yerler.
Kuşkusuz imana
dayalı hayat sistemi, dini dünyaya karşılık,
ahiret mutluluğunu da dünya mutluluğuna
karşılık olarak öngörmez. Ahiret mükafatını
elde etmek için, dünyada tutulan yoldan başka bir yol
edinmez. işte bu günümüz insanının düşüncesinde,
akıllarında, vicdan ve pratik konumlarında
kapalı kalmış bir gerçektir.
İnsanların
fikirlerinde, vicdanlarında ve realitelerinde dünya ve
ahiret yolları ayrılmıştır. Öyle ki, sıradan
bir insan -yolunu şaşırmış
insanlığın genel görüşü de budur- iki yolu
birleştirmenin mümkün olacağı düşünülemez
olmuştur. Aksine, dünya yolunu seçtiği zaman kendi
hesabına ahireti, ahiret yolunu tutmak istediğinde de dünyayı
gözden çıkarmak durumunda kalacağını
sanmaktadır. Düşünce ve pratik hayatta ikisinin birleşeceğinin
mümkün olacağını düşünememektedir. Bu
zamanda, yeryüzünün ve insanların pratik durumu ve sistemi
bunu öngörmektedir, zannetmektedir.
Doğrusu; Allah'tan
ve O'nun hayat sisteminde uzak, sapık cahiliyenin hayatı
yönlendiren kurumları, günümüzde dünyayı ve ahiret
yollarını birbirlerinden
uzaklaştırmaktadır. Toplum içinde sivrilmek,
dünyevi menfaat kaynaklarını elde etmek isteyenlere,
ahiret yolunu bırakmalarını zorunlu
kılmaktadır. Dini prensipleri, ahlak ilkelerini, yüksek
düşünceleri ve dinin özen gösterdiği temiz hayat
tarzını feda etmelerini istemektedir. Buna paralel
olarak, ahirette kurtulmak isteyenlere, bu dünyanın
akıntısından, murdar kurumlarından ve toplum içinde
sivrilmek, menfaat kaynaklarını elde etmek için, bu
kurumların benzeri yöntemlerden uzak olmalarını
zorunlu görmektedir. Çünkü bu yöntemlerin temiz olmaları
mümkün olduğu gibi, din ve ahlâkla uyuşmaları da
imkansızdır. Allah'ın bunlardan hoşnut
olması da söz konusu değildir.
Ancak... Bunu içinden çıkılmaz
bir durum olarak görmektedirler. Bu yapışkan durumdan
kurtulmanın mümkün olmadığını, dünya
ve ahiret yollarının birleşmesinin imkansız
olduğunu düşünüyorlar.
Aksine... Bu içinden çıkılmaz
bir durum değildir. Dünya ve ahiret arasındaki bu
karşıtlık, dünya ve ahiret yollarının
farklılığı, değişmez nihai gerçekler
değildir. Aslında bu durum, hayatın tabii
özelliklerinden de değildir. Geçici sapıklıktan
kaynaklanan ve sonradan olma bir durumdur bu.
Aslında insan
hayatının karakteristik ilkesine göre dünya yolu ile
ahiret yolu birdir, çakışıktır. Ahiret için
yararlı olan yol, aynı zamanda dünya için de yararlı
olan yoldur. Üretim, kalkınma, yeryüzü nimetlerini bollaştırma
faaliyeti, dünya hayatında refah sağlayıcı
olduğu gibi ahiret sevabını da kazandıran bir
faktördür. Bunun yanısıra iman, takva ve iyi amel,
gibi nitelikler yüce Allah'ın rızasını ve
ahiret sevabını kazandırıcı faktörler
oldukları oranda aynı zamanda dünyadaki maddi kalkınma
sürecinin de sebeplerini oluştururlar.
Bu ilke, insan
hayatının temel karakteristiğidir. Fakat insan
hayatı, yüce Allah'ın önerdiği sisteme
dayandırılmadıkça bu ilke gerçekleşemez.
Çünkü çalışmayı ibadet sayan yüce Allah
şeriatı uyarınca yürütülecek yeryüzü halifeliğini
farz kabul eden sistem, bu sistemdir. Yeryüzü halifeliği,
çalışmaktır, emektir, üretimdir, gelişmedir,
kalkınmadır. Yüce Allah'ın yukardaki ayette
buyurduğu gibi herkese, "başları üzerinden
ve ayakları altından rızık akmasını"
sağlayan, sosyal adalettir.
İslâm düşüncesine
göre insanın görevi, yüce Allah'ın izni ve
şartları uyarınca O'nun yeryüzündeki halifesi,
temsilcisi olmaktır. Buna göre her türlü üretici ve
ortaya eser koyucu çalışma, yeryüzünün, hatta
evrenin tüm olanaklarını ve hammaddelerini kullanarak
maddi refah düzeyini yükseltmeye yönelik gayretler bu halifelik
görevinin kaçınılmaz gerekleridir. İnsan, yüce
Allah'ın sistemi ve şeriatı uyarınca ve
halifelik misyonunun şartlarını gözetmek sureti
ile bu görevi yerine getirince yüce Allah'a itaat etmiş
olur ki, bu itaat, kendisine ahiret sevabını
kazandırır. Bunun yanısıra eğer insan, bu
görevi anlattığımız biçimde yerine getirirse,
yüce Allah'ın, yararına sunmuş bulunduğu yeryüzü
nimetlerini elde eder; yukarda okuduğumuz ayetin anlam yüklü
deyimi uyarınca, "başı üzerinden ve ayakları
altından kaynaklanan bol rızklara" kavuşur.
Buna
karşılık yeryüzünün kaynaklarını
işletmeye yönelmeyen, insanoğlunun yararına
sunulmuş evrensel maddi imkanları kullanmaya
girişmeyen insan, İslâm düşüncesine göre, yüce
Allah'a karşı gelmiş uğrunda
yaratıldığı temel göreve sırt çevirmiş
sayılır. Çünkü yüce Allah, insan hakkında bir
ayetinde meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
buyurmuş (Bakara Suresi, 30) ve başka bir ayetinde
de, insanlara, "Allah, göklerde ve yeryüzünde bulunan
herşeyi sizin yararınıza sundu" diye,
seslenmiştir. (Casiye Suresi, 14) Buna göre maddi kalkınma
çabasına yan çizen insan, yüce Allah'ın
kullarına bağışladığı
rızkı işe yaramaz hale getirmiş, böylece
dünyasını berbat ettiği için ahiretini de
hüsrana mahkûm etmiş olur.
İslâm sistemi, bu
ilkesi ile, dünya ile ahireti, uyumlu ve koordinasyonlu bir
biçimde birleştiriyor. Bu uyum ve koordinasyon içinde
insan, ne ahireti elde etmek için dünyasını ve ne de dünyasını
elde etmek için ahiretini ihmal etmek, bir yana bırakmak
zorunda kalıyor. Neden derseniz; çünkü İslâm
sistemine göre İslâm düşüncesine göre, dünya ile
ahiret ne birbirinin karşıtı ve ne de biri
diğerinin alternatifidir.
Gerçi bu ilke, genel
anlamda insan soyu ve yeryüzünde yüce Allah'ın sistemi
uyarınca yaşayan insan toplulukları içindir. Fakat
tek tek fertler için de aynı ilke geçerlidir. Çünkü
İslâm sistemine göre fertlerin yolu ile toplumların
yolu arasında çelişme, çatışma ve
bağdaşmazlık yoktur. Buna göre bu sistem, her
ferde bütün aklî ve bedenî yeteneklerini çalışma ve
üretim uğrunda seferber etmesini emreder. Ona çalışması
ve üretimi sırasında yüce Allah'ın
rızasını gözetmesini önerir. Onu zalimlikten,
gaddarlıktan, aldatıcılıktan, hıyanetten,
haram yemekten, yolsuzluktan, sahip olduğu imkanları
toplumdaki yoksul kardeşleri ile paylaşmaya
yanaşmama bencilliğinden kaçınmaya çağırır.
Onun, çalışarak kazandığı meşru
malı üzerindeki mülkiyet hakkını
onayladığı gibi, bu ferdi mülkiyete ilişkin yüce
Allah'ın emirlerinden ve yasalarından kaynaklanan
toplumsal hakları da onaylar. Sistem, bu sınırlar içindeki,
şartlar uyarınca ortaya konan maddi çalışmaları,
fert hesabına ibadet olarak kaydeder. Bu çalışmaları,
dünyada müreffeh bir hayat düzeyi ile, ahirette de cennetle
ödüllendirir. Ayrıca ferdi, Allah'ına daha
sıkı şekilde bağlamak üzere ona bir takım
belirli ibadet görevleri yükler. Bu ibadet görevleri, periyodik
aralıklarla tekrarlandıkça onunla Allah'ı
arasındaki bağı daha güçlü ve daha dayanıklı
hale getirirler. Yani, her gün beş kere namaz kılarak,
yılda bir ay oruç tutarak, ömründe bir kere hacca giderek
ve her yıl sonunda malının zekatını
vererek, yüce Allah ile arasındaki bağı sürekli
biçimde yenilenen bir çaba ile kuvvetlendirme imkanına
kavuşur.
İşte İslâm
sisteminde bu farz ibadetlerin değeri bu noktadan
kaynaklanır. Bu ibadetler kulun, yüce Allah ile arasındaki
taahhüdü yenileme ve tazeleme girişimleridirler; yüce
Allah'ın hayata ilişkin kapsamlı sistemine
karşı, kulun bağlılığını
pekiştirirler. Bunlar, hayatın bütün kesimlerini
düzenleyen; maddi çalışmayı, üretimi, servet
bölüşümünü, insanlar arası ilişkileri ve
halifeliğe ilişkin görevlerini disipline bağlayan
bu sistemin yükümlülüklerini yerine getirme azmini bileyen
Allah'a yaklaştırıcı faaliyetlerdir.
Ayrıca bu ibadetler, yüce Allah'ın yardımı ve
desteği sayesinde, bu kapsamlı ve eksiksiz sistemi
hayata yansıtmanın gerektirdiği fedakarlıklara
katlanma bilincini geliştirirler. İnsanların,
yolları üzerine dikilen ihtiraslarını,
inatlarım, sapık eğilimlerini ve keyfî arzularını
bertaraf ederler.
Bu farz ibadetler maddi
çalışma, üretim, servet bölüşümü, insanlar
arasında hüküm verme, yargılama, yüce Allah'ın
sistemini yeryüzünde yerleştirme ve bu sistemin insan
hayatındaki egemenliğini pekiştirme amacı ile
girişilecek cihad gibi faaliyetlerden kopuk görevler değildirler.
Tersine iman, takva ve farz ibadetler, bu sistemin ilk
yarısını oluşturur ve bu ilk yarı;
sistemin öbür yarısının gereğinin yerine
getirilmesini sağlayan bir itici güç oluşturur. Böylece,
yüce Allah'ın, yukarda okuduğumuz iki ayette insanlara
vaadettiği gibi iman, takva ve ilahî sistemin pratik hayata
yansıtılması, maddi refaha ve rızık
bolluğuna ulaştıran bir yol oluşturur.
İslâm düşüncesi
ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi ne
ahireti, dünya hayatının ve ne de dünyayı, ahiret
hayatının alternatifi olarak sunmaz. Bunun yerine dünyayı
da ahireti de, aynı yoldan gidilerek ulaşılacak ve
aynı çaba ile kazanılacak hedefler olarak sunar. Fakat
insan hayatında dünya ile ahiretin birleşebilmesi için
insanın mutlaka yüce Allah'ın hayat metoduna
uyması gerekir. Bunun yanısıra insan hayatına
ilahî sistemden kaynaklanmayan herhangi bir yabancı unsur
karıştırmamalı ya da ilahî sistemle bağdaşmayan
her bir şahsî düşünce kırıntısının
bu hayatın ahengini bozmasına meydan verilmemelidir.
Çünkü dünya ile ahiret arasında ancak, bu sistem
sayesinde uyumlu bir bütünlük kurulabilir.
İslâm düşüncesi
ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi imanı,
ibadeti, iyi ahlâklılığı ve takvayı
maddi çalışmanın, emeğin, üretimin, kalkınmanın
ve pratik hayat düzeyini geliştirmenin alternatifi olarak
sunmaz. Bu sistem, günümüzün bazı sığ
akıllarının sandıkları gibi, insanlara
sadece ahiret cenneti vaad ederek bu cennete nasıl
varılacağını belirlemekle yetinen ve bunun
yanısıra, dünya cennetine nasıl
varılacağı konusunda hiçbir şey söylemeyerek
bu cennete götürecek yolu benimseme işini insanlara
bırakan bir sistem değildir. Tersine, İslâm düşüncesine
ve bu düşünceden kaynaklanan İslâm sistemine göre
maddi çalışma, emek, üretim, kalkınma ve pratik
hayat düzeyini geliştirme faaliyeti, yeryüzü halifeliğinin
kaçınılmaz gereğini oluşturur. Bunun
yanısıra iman, ibadet, iyi ahlâklılık ve
takva, söz konusu ilâhi sistemi pratik insan hayatına
yansıtmanın beslenme kanallarını, zorunlu
kurallarını, itici gücünü ve hızlandırıcı
enerjisini oluştururlar.
Bu iki nitelik
gruplarının her ikisi, hem yeryüzü cennetini ve hem de
ahiret cennetini birlikte kazandırırlar. Her iki cennete
giden yol aynı yoldur. Günümüzde yeryüzüne egemen olan
tüm cahiliye sistemlerinde görüldüğü gibi, din ile
pratik maddi hayat arasında bir kopukluk bir
bağdaşmazlık yoktur. Bu kopukluk günümüz dünyasına
egemen olan cahiliye sistemlerinde vardır. Bu sistemlerin çoğu
kafalara yerleştirdiği asılsız saplantıya
göre insanlar, ya dünyayı ya da ahireti seçmelidirler, bu
ikisini ne düşüncede ve ne de pratik hayatta biraraya
getirmek mümkün değildir. Çünkü bunlar, birbirleri ile
bağdaşamazlar!
Evet cahiliye
toplumlarında ve cahiliye zihniyetlerinde insanların
hayatında dünya yolu ve ahiret yolu arasında, dünya işi
ile ahiret işi arasında, insan ruhunu besleyen ibadet
ile maddi buluşlar arasında, dünya hayatına
ilişkin başarı ile ahiret hayatına
ilişkin başarı arasında çelişki ve
kopukluk görülür. Fakat bu uğursuz bedel,
insanlığa yüklenmiş kaçınılmaz bir
kader hükmünün gereği değildir. Bu uğursuz ve
ağır ceremeyi, yüce Allah'ın sistemine sırt
çevirerek, temelde ve amaçta bu sisteme zıt başka
uydurma sistemler benimsemekle insanlık, kendi kendine yüklenmiştir.
.
İnsanlar bu
ağır ceremeyi, dünya hayatında kanlarından ve
sinirlerinden ödüyorlar. Tabii ki, asıl ceremeyi daha
ağır ve daha bel bükücü biçimde ahirette ödemek
zorunda kalacaklardır.
İnsanlar maddi çalışmanın,
üretimin, bilimin, deneysel işlemler yapmanın, gerek
fert ve gerekse toplum olarak hayat mücadelesinde başarılı
olmanın tek yolu budur, saplantısına kapılarak
dini tümü ile bir yana bıraktıklarında kalpleri,
iman güveninden, iman huzurundan, iman besininden ve iman
doyumundan yana bomboş kalır. Bu boşluğun
sonucu olarak, sözünü ettiğimiz uğursuz
kopukluğun faturasını, ceremesini endişe,
şaşkınlık, bunalım, gönül bedbahtlığı
ve duygu kargaşalığı olarak ödüyorlar. Bu
durumda insanlar, kendi fıtratları ile
boğuşuyorlar, kalplerinin inanç sistemine karşı
duyduğu fıtrî açlıkla boğuşuyorlar,
insan kalbi bu boşluğa, bu yoksunluğa katlanamaz.
Öte yandan bu öyle bir açlıktır ki, onu hiçbir
sosyal akım, hiçbir felsefî doktrin, hiçbir bilimsel teori
asla gideremez. Çünkü bu açlık, ilahını arayan
insanoğlunun içgüdüsel açlığıdır.
Bir yandan insanlar, bir
yandan sosyal düzeni, kurumları, düşünceleri, maddi
kazanç yöntemleri, başarılı olma metodları tümü
ile yüce Allah'ın sistemi ile çatışan günümüz
toplumlarının hayat anlayışına göre yaşamayı
benimserken öte yandan, Allah inancını gönüllerin bir
köşesinde korumaya çalışınca da bu yüklü
faturayı, bu ağır ceremeyi yine endişe,
bunalım, şaşkınlık, gönül mutsuzluğu
ve duygusal anarşi olarak ödemek zorunda kalıyorlar.
Çünkü içinde yaşadıkları bu uğursuz
toplumlarda dini inanç, dine dayalı ahlâk ve dine bağlı
davranış sistemi ile egemen kurumlar, yasalar,
değer yargıları ve ahlâkî normlar karşılıklı
bir çatışma halindedirler.
Gerek yüce Allah'ın
varlığını kökünden inkâr eden
ateist-komünist ideolojilerin gölgesi altında ve gerekse
dine pratik hayatın düzeninden kopuk basit bir inanç olarak
yer tanıyan, diğer maddi ideolojilerin gölgesi altında
yaşayan insanlar dinin Allah'a ve hayatın insanlara ait
olduğunu, dinin; inanç, duygu, ibadet ve ahlâk, buna karşılık
hayatın; düzen, yasal mevzuat, üretim ve çalışma
olduğunu düşünen zavallı insanlar, tümü ile bu
mutsuzluğun ızdırabını
yaşıyorlar.
İnsanlık bu
ağır faturayı; bu mutsuzluk, bu bunalım, bu
şaşkınlık, bu ruh boşluğu
faturasını ödemek zorunda kalıyor. Çünkü dünya
ile ahireti birbirinden ayırmayıp her ikisini bir kabul
eden, dünya refahı ile ahiret mutluluğu arasına
çatışma koymayıp, bunların her ikisi
arasında uyum kuran ilahî sistemi benimseyip uygulamaya
koymaya girişmiyorlar.
Allah'a
inanmadıkları, kalplerinde Allah korkusu
taşımadıkları ve hayatlarına yüce Allah'ın
sistemini egemen kılmadıkları halde bolluk içinde
yüzen, bol maddi üretim gerçekleştiren ve yüksek bir
refah düzeyine erişen milletleri görünce, geçici bir
zaman dilimine özgü bu yalancı görüntülere aldanmamalıyız.
Bu geçici bir refah
dönemidir. Ancak değişmez ilahî yasalar etkilerini
gösterinceye kadar varlığını sürdürebilir.
Maddi üretim ve gelişme ile ilahî sistem arasındaki
kopukluk eninde-sonunda, tüm sonuçlarını ortaya
koyacaktır. Bu sonuçların bazıları,
değişik biçimlerde, daha şimdiden ortaya çıkmıştır
bile.
Bu sonuçlar bu
toplumlarda, dengesiz gelir dağılımı biçiminde
ortaya çıkıyor. Bu durum, bu toplumları
mutsuzluklara ve kinlere boğuyor. Toplumun iliklerine
işleyen bu kinler sarsıcı devrim beklentilerine ve
kaygılarına yol açıyor. Bu durum, yüksek refah
düzeyine rağmen gündeme getirilmiş bir sosyal
beladır.
Yine bu sonuçlar,
belirli bir oranda gelir dağılımı dengesi
kurmak isteyen bazı toplumlarda baskı, terör ve yıldırma
biçiminde ortaya çıkıyor. Çünkü bu toplumlarda
egemen olan siyasi iktidarlar, milli gelirin nisbeten dengeli
bölüşümünü sağlayabilmek için zorlamacı,
ezici, yıldırıcı ve sindirici yöntemlere başvuruyorlar.
Bu da insanları can güvenliğinden, huzurdan ve hatta
gece olunca korkusuzca yatağa girip rahat bir uyku uyuma
garantisinden bile yoksun bırakan bir sosyal belâdır.
Öte yandan bu sonuçlar
psikolojik ve ahlâkî çöküntüler biçiminde ortaya çıkıyor.
Bu çöküntüler er ya da geç, maddi hayatın da
yıkımına yol açacaklardır. Çünkü çalışmak,
üretmek ve servet bölüşümü; bunların hepsi ahlâkî
bir yaptırımın teminatına muhtaçtır. Tek
başına yeryüzü kaynaklı yasalar çalışma
düzeninin güvenliğini sağlamakta kesinlikle
yetersizdir. Günümüz dünyasının her tarafında
bu gerçeği açıkça görüyoruz.
Yine bu sonuçlar
sinirsel gerginlikler, stresler ve şimdiye kadar adları
duyulmamış değişik hastalıklar biçiminde
ortaya çıkıyorlar. Bu hastalıklar ve gerginlikler,
başta en kalkınmış toplumları olmak
üzere günümüzün bütün milletlerini kasıp kavuruyorlar;
önce insandaki zekâyı ve dayanma gücünü zayıflatıyorlar,
arkasından da çalışma ve üretme düzeyini düşürüyorlar.
Bu gidişin sonunda ekonomik bunalımın ve refah düzeyi
düşüklüğünün gündeme gelmesi kaçınılmazdır.
Bu belirtiler günümüz toplumlarında her gözlemcinin
dikkatini çekecek oranda net ve belirgindir.
Yine bu sonuçlar,
günümüzün bunalımlı dünyasında her an beklenen
top yekün yok oluş kaygısında ortaya çıkıyor.
İnsanlık tümü ile soyunu yeryüzünden tamamen
silebilecek bir dünya savaşı çılgınlığının
tehlike çemberi içinde yaşıyor. Bu kavganın
sonucunda, sinirleri yay gibi gerilen insanlar; olur-olmaz her
şeyden korkuya kapılır, paniğe tutulur hale
gelmiştir. Bu panik çeşitli sinir
hastalıklarına zemin hazırlıyor. Öyle ki,
günümüzün ekonomide kalkınmış ülkelerinde kalp
sektesinden, beyin kanamasından ya da intihar ederek
ölenlerin oranı şimdiye kadar hiçbir dönemde ve
hiçbir toplumda rastlanmamış derecede yüksektir. Öte
yandan bu uğursuz sonuçlar bir bütün olarak, bazı
milletlerde görülen dağılma, soy kuruması ve günden
güne sayıca azalma eğiliminde, daha belirgin bir
şekilde ortaya çıkıyor. Bu eğilimin en çarpıcı
örneğini Fransız milleti oluşturuyor. Fakat
Fransa, bu alanda diğer milletlerin akıbetini önceden
gösteren somut bir örnektir sadece. Bu tehlikeli gidiş
maddi faaliyetler ile ilahî sistemi, dünya ile ahireti, din ile
pratik hayatı birbirinden ayırma cürmünün ya da
ahirete ilişkin sistemi ilahî kaynağa, dünyaya ilişkin
sistemi insanların keyfi arzularına dayandırarak
ilahî sistem ile insanların hayatı arasında
uğursuz bir uçurum açan sapıklığın
doğal bir cezasıdır.
Yukardaki ayette dile
gelen büyük gerçeğe ilişkin bu açıklamamızı
noktalamadan önce ilahî sistemde iman, takva ve bu sistemi
pratik hayata yansıtma işlemi ile maddi çalışma,
üretim ve yeryüzü halifeliği görevini yerine getirme arasındaki
umumun önemini bir kere daha vurgulamak istiyoruz. Bu uyum yüce
Allah'ın gerek Kitap Ehli'ne ve gerekse bütün diğer
toplumlara koştuğu bir şarttır. İnsanlar
ancak bu temel şartı yerine getirmekle dünyada,
"Başları üzerinden ve ayakları altından
kaynaklanan nimetler" yeme imkânına
kavuşabilirler, ancak bu temel şartın gereğine
uymakla ahirette, "Günahlarından
arındırılarak bol nimetli cennetlere girme"
bahtiyarlığına erebilirler; ancak bu
şartın gereğine sıkı sıkıya
bağlı kalmak suretiyle bolluk, yeterlik, barış
ve güven içeren dünya cenneti ile insana sayısız
nimetler ve Allah rızası kazandıran ahiret
cennetine birlikte kavuşabilirler.
Fakat bu gerçeği
vurgularken asla akıldan çıkarılmaması
gerektiğini istediğimiz şu temel kuralı,
şu ana prensibi de bir kere daha hatırlatmayı
yerinde görüyoruz: İnsanın ana görevi ve hayatın
temel ekseni iman, takva ve ilahi sistemi pratik hayata
yansıtma işlevidir. Bu işlev maddi çalışmayı,
üretimi, kalkınmayı ve hayatı geliştirme sürecini
de beraberinde taşır. Üstelik kulun yüce Allah ile sıkı
ilişki içinde olması, hayatın bütün değerlerine
değer katan, bütün kriterlere anlam kazandıran ve bütün
hazların çeşnilerini değiştiren bambaşka
bir haz, eşsiz bir tad içerir. Bu ilke İslâm düşüncesinin
ve İslâm sisteminin en temelli prensibini oluşturur.
Arkasından diğer her şey, bu temelli ilkeye
bağlı olarak, ondan kaynaklanarak ve onun doğal
uzantısı olarak çorap sökülüşü gibi ortaya çıkar.
Böylece hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin herşey
uyum ve koordinasyon içinde yerine oturur.
Şunu
hatırlatmalıyız ki, iman, Allah korkusu, ibadet, yüce
Allah ile ilişki halinde olmak ve yüce Allah'ın
şeriatını hayata egemen kılmak gibi nitelik ve
faaliyetlerin meyvaları insanlar içindir, insanların
hayatlarına yansıyacaktır. Yoksa yüce Allah tüm
varlıklara karşı ihtiyaçsızdır,
onların hiç birine ihtiyacı yoktur. Buna göre eğer
İslâm sistemi, bu temel nitelikler ve faaliyetler üzerinde
ısrarla duruyor, onları diğer bütün eylem ve
faaliyetin ekseni sayıyorsa, bu ana eksene bağlanmayan
her tür eylem ve faaliyeti reddediyorsa; onu kabul edilmeyecek
bir batıl, yaşamaya hakkı olmayan bir siliklik ve
havaya giden sonuçsuz bir çaba olarak kabul ediyorsa bu demek değildir
ki, kulların ibadetlerinden, takvalarından,
imanlarından ya da ilahî sistemi yeryüzünde egemen kılma
girişimlerinden yüce Allah'a bir pay gidiyor. Asla. Yüce
Allah, kulların iyilikleri ve kurtuluşa ermeleri bu
yolda olduğu için, onları bu niteliklere ve
faaliyetlere sarılmaya çağırıyor.
Nitekim Hz. Ebu
Hureyre'nin Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun)
dayanarak naklettiği bir kutsi hadise göre yüce Allah
kullarına şöyle buyuruyor:
"Ey kullarım!
Ben zulmü kendime nasıl haram kıldım ise onu sizin
aranızda da haram kıldım. Sakın birbirinize
zulmetmeyiniz.
Ey kullarım! Hepiniz
sapıksınız, sadece benim doğru yola
ilettiklerim müstesna. Buna göre benden dileyiniz ki, sizi doğru
yola ileteyim. Ey kullarım! Hepiniz açsınız,
sadece benim doyurduklarım müstesna. O halde dileyiniz ki,
sizi doyurayım. Ey kullarım! Hepiniz çıplaksınız,
sadece benim giyindirdiklerim müstesna. O halde dileyiniz de sizi
giyindireyim.
Ey kullarım! Siz
gece-gündüz günah işlersiniz, ben ise tüm günahları
affederim. O halde dileyiniz de günahlarınızı
affediyim. Ey kullarım! Sizin gücünüz yetmez ki, bana
zarar dokundurasınız, yine gücünüz yetmez ki, bana
fayda sağlayasınız.
Ey kullarım!
Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınız ve
cinninizin tüm kalpleri, aranızdaki en iyi kulun kalbi kadar
takvalı olsa bu benim şanıma birşey katmaz. Ey
kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun,
insanınızın ve cinninizin tüm kalpleri aranızdaki
en günahkar insanın kalbi kadar bozuk olsa bu durum da benim
şanımdan bir şey eksiltmez. Ey kullarım!
Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz, insanınız ve
cinniniz bir meydanda toplanarak bana dileklerinizi sunsanız
da, ben her birinizin dileğini tek tek karşılasam
hazinemden hiçbir şey eksiltmez. Bu durum benim hazinem için,
denize daldırılan bir iğnenin
boşaltabileceği deniz suyu gibi bir şeydir.
Ey kullarım! Bunlar
tek tek hesabınıza yazıp sonra eksiksiz
karşılıklarını biçtiğim kendi
amellerinizdir. Bana göre kim iyilik bulursa Allah'a hamd etsin.
Kim de bunun dışında bir karşılık
bulursa sadece kendini kınasın." (Sahih-i Müslim)
İşte iman,
takva, ibadet, yüce Allah'ın sistemini hayata egemen
kılmak ve şeriata göre hüküm vermek gibi temel
görevlerimizi bu bakış açısının
ışığı altında kavramalı,
değerlendirmeliyiz. Bu temel görevlerin sonuçları
gerek dünyada gerekse ahirette bizim, yani tüm insanlığın
hesabına geçiyor ve bunlar insanlığın hem dünyaya
hem de ahirete ilişkin iyiliğinin vazgeçilmez gerekleri
oldukları için bize emredilmişlerdir.
Öyle umuyorum ki, bu
ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu
şartın sadece Kitap Ehli'ne özgü olmadığını
söylemeye bile gerek yoktur. Okuduğumuz ayette yüce Allah'ın
Kitap Ehli'ne koştuğu şart şu maddeleri içeriyor:
Allah'a inanmak, O'nun yasaklarından sakınmak, yüce
Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu Tevrat'ta,
İncil'de, doğal olarak son Peygamberlik misyonu
öncesinde kendilerine ulaşan kutsal mesajlarda
somutlaşan ilahî sistemi hayata yansıtmak.
Buna göre bu şart,
kendilerine Kur'an indirilenler için haydi haydi geçerlidir. Bu
şart müslüman olduklarını söyleyenler için
öncelikle geçerlidir. Çünkü oların dini gerek
kendilerine indirilen Kur'an'a ve gerekse daha önceki
peygamberlere indirilmiş tüm 'kutsal kitaplara inanmayı,
gerek kendilerine indirilen Kur'an'ı ve gerekse daha önceki
şeriatlardan kalan ve yüce Allah tarafından kendi
şeriatlerinin kapsamına alınarak yürürlükte
tutulan eski hükümleri uygulamayı açık bir dille
emrediyor. Onlar öyle bir dinin bağlılarıdırlar
ki, yüce Allah ondan başkasını din kabul etmiyor.
Daha önceki bütün dinler ona düğümlenmiştir. Yüce
Allah'ın kabul edebileceği başka bir din yok
artık ortada.
Buna göre yüce Allah'ın
yukardaki şartı ve taahhüdü, bu son dinin bağlıları
için öncelikle geçerlidir. Başka bir deyimle bu dinin
bağlıları yüce Allah'ın tek
hoşlandığı din olan dinlerine herkesten
coşkun bir sevgi ile sarılmalı ve bunun sonucu
olarak yüce Allah'ın ahirete ilişkin, "günahlardan
arındırarak cennete yerleştirme" ve dünyaya
ilişkin, "başları üzerinden ve ayakları
altından nimetleri yeme" vaadlerinden
yararlanmayı öncelikle hakketmektedirler.
Evet, bu dinin bağlıları,
günümüzde İslâm aleminin -ya da daha doğru bir
deyimle, bir zamanlar müslümanların
yaşadığı ülkelerin- her köşesinde
egemen olan açlığın, hastalıkların,
korkunun, güvensizliğin ve perişanlığın
yerine, yüce Allah'ın bu vaadinden öncelikle yararlanan
kimseler olmalıdırlar. Yüce Allah'ın
şartı ve vaadi her zaman olduğu gibi şimdi de
geçerlidir ve bu şarta, bu vaade giden yol bellidir. Ama
eğer müslümanlar akıllarını
başlarına toplayabilseler! ..
Önümüzdeki derste yine
Kitap Ehli'nin, yani yahudiler ile hristiyanların tutumu ele
alınıyor; onların inançlarının
sapıklıkları vurgulanıyor; özellikle
yahudilerin tarihleri boyunca ortaya koydukları çirkin
davranışlar sergileniyor; arkasından Kitap Ehli ile
Peygamberimiz ve müslüman toplum arasındaki
ilişkilerin bir yönüne ışık tutuluyor; bu
arada Peygamberimiz ile müslümanların onlara
karşı nasıl davranmaları gerektiği
anlatılıyor. Bunların yanısıra sapık
inançlara ve bu sapık inançların taraftarlarına
karşı müslüman toplumun nasıl bir hareket
stratejisi izleyeceği, İslâm düşüncesinin
ilkeleri uyarınca nasıl bir tavır
takınacağı sorularına cevap veriliyor.
Yüce Allah, okuyacağımız
dersin ayetlerinde Peygamberimize (salât ve selâm üzerine
olsun) seslenerek; O'nu, kendisine indirilen kutsal mesajı,
hiçbir noktasını atlamadan tümü ile ve olduğu
gibi insanlara duyurmakla yükümlü tutuyor. Bu duyuru görevini
yaparken karşılaştığı
şartların özelliklerine aldırış
etmemesini, "insanların keyfi arzularına ya da
toplumun pratiğine ters düşerim" endişesi ile
duyurma görevini ertelememesini, yoksa duyurma görevini yerine
getirmemiş sayılacağını tembihliyor.
Bu duyuru görevinin bir
parçası olarak Peygamberimizin Kitap Ehli'nin yüzlerine karşı
şunları açık açık söylemesi isteniyor: "Sizler
Tevrat'ı, İncil'i ve yüce Allah'tan gelen mesajları
hayatlarınızda uygulamadığınız sürece
birer hiçsiniz, anılmaya değer bir
varlığınız yoktur." Evet, bu gerçek
onların yüzlerine karşı böylesine kesin ve net
bir dille, dobra dobra haykırılacaktır.
Ayrıca Peygamberimiz
şu gerçekleri de ilân etmeye çağrılıyor:
yahudiler, yüce Allah'a verdikleri sözlerden döndükleri ve
peygamberlerini sebepsiz yere öldürdükleri için kafir olmuşlardır.
Bunun yanısıra hristiyanlar da "Allah,
Meryemoğlu Mesih'tir" ve "Allah, üçün
üçüncüsüdür." dedikleri için aynı
şekilde kâfir olmuşlardır. Ayrıca Hz.
İsa'nın, yahudileri müşrikliğin kötü akıbeti
konusunda uyardığı, yüce Allah'ın, müşriklere
cenneti haram kıldığı,
isyankarlıkları ve taşkınlıkları yüzünden
yahudilerin Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın dillerinden lânetlendikleri
ilan ediliyor.
Dersin sonunda Kitap
Ehli'nin, müslümanlara karşı müşriklerle
(putperestlerle) işbirliği yaptıkları
belirtiliyor ve bu tutumun onların yüce Allah'a ve
Peygamberimize inanmadıklarından
kaynaklandığı açıklanıyor, bunların
Peygamberimizin getirdiği ilahî mesaja çağrılı
olduklarını ve eğer bu çağrıya olumlu
karşılık vermedikleri takdirde mümin sayılamayacakları
ilan ediliyor.
İSLÂM'A
İNANMANIN GEREĞİ
Bu kısa özetlemenin
arkasından şimdi bu dersin ayetlerinin
ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz.
Okuyalım: