54- Ey müminler,
içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Al!ah
öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları
sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı
alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu
davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin
yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın
bağışıdır, onu dilediğine verir.
Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
55- Sizin dostunuz ancak
Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren rükua
varan müminlerdir.
56- kim Allah'ı,
Peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek
olanlar, yalnız Allah'ın tarafını
tutanların grubudur.
İman eden
kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu
bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla
dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir
bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları
dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan
biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu
doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o,
onlardan olur." Buna göre, ayetlerin akışı
içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı
vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı
şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya
değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı
kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor.
Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı
bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i
kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması
gereken muamele bakımından farklı
değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur.
Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık,
dostluk bağlamında değil, daha başka
meselelerdedir.
"Ey müminler,
içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah
öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları
sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı
alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu
davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin
yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın
bağışıdır, onu dilediğine verir.
Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir."
Allah'ın mümin
grubu seçmesi, yeryüzünde Allah'ın dininin yürürlüğe
koyulması bağlamında "takdir-i ilahi"nin
gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların
yaşamlarında Allah'ın otoritesini egemen
kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun sistemine
göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun
şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu
şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği,
temizliği :e gelişmeyi sağlamaları içindir.
Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin seçilmiş
olması, Allah'ın bir lütfu, bir bağışıdır.
Bir kişi bu lütfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı
dilerse, -her kim olursa olsun Allah'ın ne ona ne de bir
başkasına ihtiyacı olmadığını
unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lütfa layık
olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.
Ayet-i Kerime'nin burada
çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik
özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü
bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son
derece sempatik gelmektedir.
" ..Allah
öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları
sevdiği gibi onlar da O'nu severler."
Karşılıklı
sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki
bağı oluşturmaktadır. İşte bu
topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu
akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı
duygudur.
Yüce Allah'ın,
kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği
biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir
de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde,
bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir
idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun
gerçek değerini, onu bağışlayanın
hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu
dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük
bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan
insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu
güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek
başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği
kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri,
öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan
Allah'ın yarattığı bu kula
bağışladığı nimetin değerini de
bilir.
Kulun Rabbini sevmesi de
ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir
nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik
sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur.
İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce
Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini
sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel
ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü
ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.
Yüce Allah'ın
kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin
vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin
O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde
örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son
derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf
adamlarının yükseldiği kapı
burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen
ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son
derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ
o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma
taşımaktadır!
Sen tatlı ol da,
koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut
ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi
olduktan sonra
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan
sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın
üstünde olan herşey topraktır.
Ulu Allah'tan,
kullarından birine ve bu kuldan, nimetleri veren, lütuf
sahibi Allah'a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp
koca evrene yayılıyor. Her canlının,
herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi varlık
alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan
varlığını bürüyor adeta.
İşte İslâm
düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla
birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici bir
duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede
yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.
"İman edip
salih ameller işleyenlere, Rahman; onlara bir sevgi
kılacaktır." (Meryem Suresi, 96)
"...Kuşkusuz
Rabbim merhametlidir, sevendir." (Hud Suresi, 90) "
O,
bağışlayandır, sevendir" (Buruç Suresi,
14)
"Eğer
kullarım sana benden sorarlarsa, onlara de ki; ben
kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını,
dua edince kabul ederim." (Bakara Suresi, 186)
"...Müminler en
çok Allah'ı severler." (Bakara Suresi, 165)
"De ki; Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin."
(Al-i İmran Suresi, 31)
Benzeri ayetler çoktur.
Bütün bunları gördükleri
halde, "İslâm düşüncesi, kuru ve katı bir düşüncedir.
Allah ile insan arasındaki ilişkiyi, baskı, zor,
azap, ceza, kabalık ve kopukluk şeklinde tasvir
etmektedir. İsa-Mesih'i Allah'ın ve tanrısal
unsurlardan biri kabul eden ve böylece sentezle Allah ile insanı
birbirine bağlayan düşünce gibi değildir"
diyenlere şaşmamak elde değildir.
Kuşkusuz İslâm
düşüncesinde, ilahlığın gerçeği ile
kulluğun gerçeğinin başkalığına
ilişkin netlik, Allah ile kul arasındaki sevimli
yumuşaklığı kurutmaz. Bu, adalete dayalı
bir ilişki olduğu gibi merhamete dayalı bir
ilişkidir. Bu şefkate dayalı ilişkidir,
soyutlanmaya dayalı olduğu gibi. Ve o sevgi
ilişkisidir, Allah'ı tenzih etmeye dayalı bir
ilişki olduğu gibi.
İşte bu, insan
bünyesinin alemlerin Rabb'iyle ilişkisinde ihtiyaç duyduğu,
herşeyi kapsayan eksiksiz bir düşüncedir.
Bu dine inanmış
seçkin müminler topluluğunun sıfatları
sıralanırken, şu olağanüstü ifade yer
almaktadır!
"Allah onları
sevdiği gibi onlar da O'nu severler."
Bu ifade, ağır
yükün altında bükülen mümin gönlün ihtiyaç duyduğu
bir hava estiriyor. Artık, mümin nimetleri veren yüce Allah
tarafından seçildiğini, kendisine lütfedildiğini
ve Rabbine yaklaştırıldığını
anlıyor.
Ardından ayetin
akışı, müminlerin, karakteristik özelliklerinden
geri kalanlarını, sunmaya devam ediyor:
"...Bunlar müminlere
karşı alçak gönüllüdürler."
Bu itaatkarlıktan,
uysallık ve yumuşaklıktan kaynaklanan bir
sıfattır. Buna göre mümin bir diğer mümine karşı,
son derece alçak gönüllüdür. Ona karşı serkeş
değildir. Hiçbir zaman zorluk çıkarmaz. Son derece
rahat ve uysaldır.
Kolaylaştırıcıdır, kardeşinin
ihtiyacını karşılamaya büyük özen
gösterir. Oldukça hoşgörülü ve şefkatlidir. Müminlere
karşı alçak gönüllü olmanın anlamı budur.
Müminlere karşı
alçak gönüllü olmada bir alçaklık, bir
aşağılanmışlık söz konusu değildir.
Bu kardeşliktir. Engellerin ortadan kalkması,
zorlukların bertaraf edilmesidir. Gönül gönüle karışır,
artık başkasına karşı serkeşlik ve
ayrılık duygularına yer kalmamıştır.
Kişiyi inatçı,
isyancı ve kardeşine karşı cimri kılan,
toplumdan uzak durmanın ve bağları koparmanın
doğurduğu bireyselliktir. Ancak gönlünü mümin
topluluğun gönülleriyle birleştirince artık,
kendisini engelleyen ve isyan oluşturmasına neden olan
duygulardan kurtulur. Onlar hakkında başka bir duygu yer
edebilir mi ki gönlünde?
Allah için kardeş
olup bir araya gelmişler. Allah onları seviyor, onlar da
Allah'ı. Bu yüce sevgi aralarında
yayılmış, onu paylaşmışlardır.
"...Kafirlere
karşı onurlu davranırlar."
Kafirlere karşı
dirençli, yüz vermez ve üstün bir konumdadırlar. Bu
özelliklerinin burada ayrı bir yeri vardır. Bu
üstünlük kişisel onurdan kaynaklanmıyor.
İnsanın kendi üstünlüğünü sağlama
amacına da yönelik değildir. Aksine bu, inancın
onurudur. Kafirlere karşı, altında
birleştikleri sancağın üstünlüğüdür. Bu
üstünlük, sahip oldukları inancın tamamen iyilik
olduğuna olan güvenlerinden kaynaklanmaktadır. Görevlerinin,
sahip oldukları iyiliğe! başkalarının
boyun eğmesini sağlamak olduğunu biliyorlar.
Başkalarının kendilerine boyun eğmesini
sağlamak ya da kendilerinin başkalarına ve
sapık inançlarına boyun eğmesine meydan vermek
değildir. Sonra bu üstünlük; Allah'ın dininin
ihtirasların dinine, Allah'ın gücünün onların gücüne
ve Allah'ın hizbinin cahiliye hiziplerine galip
geleceğine olan sonsuz güvenlerinden kaynaklanmaktadır.
O halde yol boyunca kimi çarpışmalardan bozguna
uğramış olsalar bile, her zaman üstündürler.
"...Allah yolunda
cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından
çekinmezler."
Allah'ın sistemini
yeryüzüne yerleştirmek, insanlar üzerinde Allah'ın
otoritesini duyurmak ve insanlar adına iyilik, doğruluk
ve gelişme sağlamak için, O'nun
şeriatını hayata egemen kılmak uğruna
yapılan Allah yolunda cihad; onlar
aracılığıyla yeryüzünde dilediğini gerçekleştirmek
için, yüce Allah'ın seçtiği mümin topluluğun
sıfatıdır.
Onlar Allah yolunda cihad
ederler. Kendileri, ulusları, ülkeleri ve ırkları
uğruna değil, Allah yolunda, O'nun sistemini gerçekleştirmek,
O'nun otoritesini yerleştirmek, O'nun
şeriatını uygulamak ve bu yolla tüm insanlık
adına iyiliği gerçekleştirmek için... Bu işte
kendileri için birşey yok. Kendilerine bir pay da çıkarmazlar.
Herşey tamamen Allah için ve hiçbir şeyi ortak
koşmaksızın O'nun yolunda yapılmaktadır.
Onlar Allah yolunda cihad
ederler, bu yüzden kınayanın kınamasından
korkmazlar. Hem sonra insanların kınamasından
nasıl korkarlar ki; onlar, insanların Rabbinin sevgisini
garantilemişlerdir. Allah'ın kanununa uydukları ve
O'nun sistemini hayata egemen kıldıklarına göre,
insanların alışkanlıklarını, ulusal
geleneklerini ve cahiliyenin genel geçer törelerini dikkate alırlar
mı hiç? Hayat ölçülerini ve hükümlerini insanların
arzularına dayandıranlar, yardım ve desteği
insanlardan bekleyenler, insanların yergisinden çekinirler.
Ancak insanların arzularına, ihtiras ve değer
yargılarına hakim olması için Allah'ın
terazisine, kriter ve değerlerine başvuranları, gücünü
ve onurunu Allah'ın gücünden ve O'nun verdiği onurdan
alanları, insanların ne söyledikleri ve ne yaptıkları
hiç ilgilendirmez. Bu insanların durumu ne olursa olsun,
realiteleri ne olursa olsun. Bu insanların
uygarlıkları, bilim ve kültürleri ne düzeyde olursa
olsun, durum değişmeyecektir.
Biz insanların söylediklerini,
yaptıklarını, sahip oldukları üzerinde uzlaşma
sağladıkları şeyleri, pratik hayatlarında
edindikleri değer ve ölçüleri, her zaman göz önünde
bulundururuz. Çünkü biz; ölçü, kriter ve değerlendirme
konusunda baş vuracağımız temelden habersiz ya
da yanılgı içindeyiz. Bunun Allah'ın sistemi,
şeriatı ve hükmü olduğundan haberimiz yok. Oysa
sadece O gerçektir. Ona karşıt olan herşey de
batıldır, boştur. İsterse milyarların
geleneği olsun, onlarca asır boyunca gelip geçen
ulusların üzerinde birleştikleri birşey olsun.
Sırf şu anda
mevcuttur, realite budur, milyonlarca insan tarafından
benimsemektedir. Ona göre yaşamakta ve hayatları için
bir temel edinmektedir diye, hiçbir kurum, gelenek ve görenek ya
da değer yargısı bir anlam ifade etmez. Bu
ölçüyü, İslâm düşüncesi kabul etmez. Herhangi bir
durumun, gelenek ve göreneğin veya değer
yargısının bir anlam ifade etmesi için, Allah'ın
sisteminden bir temele dayanması gerekmektedir. Değer ve
ölçülerin alındığı tek kaynak budur.
Bu yüzden, mümin
topluluk, Allah yolunda cihad ederken kınayanların
kınamasından korkmaz. Bu, seçkin müminlerin
karakteristik özellikleridir.
Sonra, Allah tarafından
seçilmeleri, O'nunla seçkin müminler arasındaki
karşılıklı sevgi, onların özellikleri ve
ünvanları haline getirdiği bu karakteristik çizgiler,
onların gönlünde yer eden Allah'a güven duygusu, cihada
girişirken O'nun yol göstericiliğine göre hareket
etmeleri... Evet tüm bunlar Allah'ın lütfudur.
"Bu Allah'ın
bağışıdır, onu dilediğine
verir."
Bu lütfundan ve sınırsız
bilgisinden verir. Yüce Allah'ın ilminden ve takdirinden
dilediği için seçtiği bu bağıştan daha
bol ne olabilir ki?
Yüce Allah, iman sıfatına
uygun düşen tek dostluk yönünü de müminlere göstererek,
dost olacakları kimseleri açıklamaktadır:
"Sizin dostunuz
ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren,
rukua varan müminlerdir."
Ayet bu şekilde
kesin ifadelidir. Bir demogojiye ve tevile imkan
bırakmamaktadır. İslâmî hareketin ya da İslâm
düşüncesinin cıvıklaştırılmasına
fırsat vermemektedir.
Gerçekte işin böyle
olması zorunludur da. Çünkü sorun -dediğimiz gibi
özünde inanç sorunudur, bu inanca göre hareket etme sorunudur.
Dostluğun bütünüyle Allah'a özgü olması için,
mutlak anlamda O'na güvenilmesi için, "din" olarak
İslâm'ın benimsenmesi için, sorunun müslüman saf ile
İslâm'ı din edinmeyen, onu hayat düzeni olarak
benimsemeyen, diğer sıfatların
ayrılığı sorunu olarak algılanması için
ve İslâmî hareket, ciddiyet ve düzen bulunması için.
Biricik önderlikten ve yegane sancaktan başka kimsenin
dostluğu söz konusu değildir. Mümin topluluktan başkasıyla
yardımlaşma mümkün değildir. Çünkü İslâm'ın
hayat düzeninde işbirliği, inançtan kaynaklanmaktadır.
İslâm'ın
sırf isimden ibaret olmaması, bir arma ve sembol olarak
kalmaması, dille söylenen bir kelimeden, nesilden nesile
geçen bir kültür mirasından ya da herhangi bir bölgede
oturanlara özgü bir sıfattan ibaret olmaması için,
ayetin akışı müminlerin belli başlı
karakteristik özelliklerini açıklamaktadır: v
"...Namaz
kılan, zekat veren, rukua varan müminler.."
Onların belirgin
sıfatlarından biri namaz kılmaktır. -Sırf
eda etmek değil namaz kılmaktan, eksiksiz eda edilmesi
kastedilmektedir. Bu şekilde kılmaktan, yüce Allah'ın
şu ayette belirlediği sonuçlar doğmaktadır:
"Kuşkusuz
namaz, insanı kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan
alıkoyar." (Ankebut Suresi, 45)
Kıldığı
namaz kişiyi kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan
alıkoymuyorsa bu, namaz dosdoğru
kılınmamış demektir. Çünkü şayet
Allah'ın söylediği şekilde
kılınmış olsaydı, kuşkusuz onu
bunlardan alıkoyardı.
Bir diğer
sıfatları da zekat vermektir. Yani gönül hoşnutluğu
ve isteğiyle Allah'ın emrine itaat etmek ve O'na
yaklaşmak amacıyla malın hakkını
vermektir. Kuşkusuz zekat yalnızca mâli bir vergi değildir.
O, aynı zamanda ibrettir de. Ya da ibadettir. Bu da bir
tarzda değişik hedefleri gözeten İslâm düzeninin
belirgin bir özelliğidir. Bir hedefi gerçekleştirirken,
birkaç hedefi göz ardı eden yeryüzü düzenlerinin
hiçbiri böyle değildir.
Toplumun durumunu düzeltmek
için, uygar anlamda ve malın vergisini toplamak veya devlet
adına, ya da halk adına yahut herhangi bir yeryüzü
mercii adına zenginlerden alıp fakirlere vermek yeterli
değildir. Bu haliyle sadece bir tek hedef gerçekleştirilmiş
olur; ihtiyaç sahiplerine mal ulaştırmak.
Zekat ise; ismi ve
anlamı, amacını belirlemektir. Herşeyden önce
zekat, temizlik ve gelişmedir. Allah'a yönelik bir kulluk
şekli olmakla ve beraberinde fakir kardeşlerine
karşı insana güzel duygular ilham ettirmekle, vicdan
temizliğini sağlamaktadır. Allah için açılan
bir kulluk olmasından dolayı, bu eylemi gerçekleştirende
ahirette güzel bir mükafat alma ümidini doğurmaktadır.
Bereketle ve bereketli ekonomik düzenle, malının dünya
hayatında artacağını ummasını
sağladığı gibi. Sonra, zekatı alan
fakirlerin gönüllerinde güzel duygular uyandırır.
Zenginlerin mallarında kendileri için bir hak belirlemekle
yüce Allah'ın, kendilerine lütfettiğini anlarlar.
Artık zengin kardeşlerine karşı kin ve
çekemezlik duygularına kapılamazlar. -Bununla beraber
İslâm düzeninde zenginlerin helal yollarla mal kazandığını,
maldan paylarına düşeni toplarken hiç kimseye haksızlık
etmediklerini de hatırlatalım. Son olarak bu
hoşnut, iyi, güzel atmosferde; zekat, temizlik ve gelişme
atmosferinde malî bir vergiyi de yerine getirmiş oluyor.
Zekat vermek, müminlerin
hayatî işlerde Allah'ın şeriatına
uyduklarını gösteren en belirgin özelliklerinden
biridir. Bu, aynı zamanda her işlerinde, yüce Allah'ın
otoritesini kabul ettiklerini de göstermektedir. İşte
İslâm budur.
"...Rukua varan
müminler.."
Bu onların
karakteristik durumudur. Sanki sürekli olarak asıl
durumları budur. Bu nedenle, "namaz kılanlar"
sıfatıyla yekinilmemektedir. Bu yeni özellik, daha
genel ve daha kapsayıcı bir özelliktir. Çünkü bu
gönüllerde sürekli durumları buymuş gibi bir düşünce
uyandırıyor. Onların en belirgin özellikleri ve
onunla tanındıkları bu özelliktir.
Bu tür münasebetlerle,
Kur'an'ın ifade tarzının
uyandırdığı ilhamlar, ne kadar da
etkileyicidir.
Yüce Allah, kendisine
güvenmelerine, O'na sığınmalarına,
sırasıyla yalnızca O'na, peygamberine ve müminlere
dost olmalarına ve tamamen Allah için oluşmuş
saffın dışında tüm saflardan bütünüyle ayrılmalarına
karşılık, müminlere yardım ve galibiyet vaad
etmektedir.
"Kim Allah'ı,
peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek
olanlar, yalnız Allah'ın tarafını
tutanların grubudur."
Bu galibiyet sözü,
imandan kaynaklanan bir kuralın açıklanmasından
sonra yer almaktadır. Bu kural Allah'a, peygamberine ve müminlere
yönelik dostluktur. Ayrıca bu, yahudi ve hristiyanları
dost edinmemeye, bunun müslüman saftan ayrılıp yahudi
ve hristiyanların safına katılmak olduğuna,
aynı zamanda dinden dönmek anlamına geldiğine
ilişkin bir uyarıdır.
Burada Kur'an'ın
genel bir yaklaşımı göze çarpmaktadır. Yüce
Allah, sadece İslâm daha iyidir diye teslim olmalarını
istemektedir müslümanlardan. İleride galip geleceği,
yeryüzüne egemen olacağı için değil. Bunlar
zamanı gelince gerçekleşecek sonuçlardır. Sadece
yüce Allah'ın, bu dini yerleştirmesine ilişkin
takdirini gerçekleştirmek için meydana gelirler, insanları
bu dine girmeye teşvik etmek için değil. Müslümanların
galip gelmelerinde kendileri için herhangi birşey söz
konusu değildir. Ne benlikleri ne de kişilikleri için
bir pay çıkarmazlar. Bu, sadece onların eliyle gerçekleşen
Allah'ın kaderidir. Bunu, akideleri için bahşetmiştir
yüce Allah, şahıslardan dolayı değil. Elbette
bu uğurda sarf ettikleri çabanın mükafatını
alacaklardır. Bu dinin yeryüzüne yerleşmesinin ve bu
yerleşmeden dolayı yeryüzünün ıslah
olmasının doğurduğu sonuçların
sevabını alacaklardır.
Aynı şekilde yüce
Allah, kalplerini sağlamlaştırmak, onları
karşılarına çıkan red engellerden kurtarmak için,
müslümanlara galibiyet vaad etmektedir. -Bunlar çoğu zaman
son derece çürük engellerdir- Sonuçtan emin olunca, sıkıntıları
aşma ve zorlukları atlama konusunda kalpleri daha bir güçlenir.
Allah'ın müslüman ümmete vaadettiği galibiyetin,
kendi elleriyle gerçekleşmesini isterler. Böylece bu uğurda
yaptıkları cihadın, Allah'ın dinini yeryüzüne
yerleştirmenin ve bu yerleştirmenin doğurduğu
sonuçların mükafatını hakketmiş olurlar.
Bu ayetin burada yer
alması, o günkü müslüman kitlenin durumunu ve Allah'ın
taraftarlarının oluşturduğu grubun galip
geleceğine ilişkin kuralın
hatırlatılması gibi müjdelere ne kadar ihtiyaç
duyduğunu göstermektedir. Bunu da sûrenin bu bölümünün
indiriliş tarihine ilişkin tercih ettiğimiz görüşten
anlıyoruz.
Sonuçta zaman ve mekanla
bir ilişkisi bulunmayan şu kuralı öğrenmiş
oluyoruz. Bu kuralın, Allah'ın değişmez
yasalarından biri olmasıyla güven duyuyoruz. Kimi çarpışmalarda
ve bazı konumlarda mümin topluluk bozguna uğramış
olsa da, durum değişmeyecektir. Hiçbir zaman değişmeyen
yasa; Allah'ın hizbini (taraftarlarını)
oluşturanların galip olacaklarıdır.
Kuşkusuz Allah'ın kesin vaadi, yolun kimi
aşamalarında beliren durumlardan daha doğrudur.
Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost edinmek, yolun sonunda
Allah'ın vaadinin yerine gelmesine bir araç konumundadır.
Sonra... Kur'an'ın
sunuş tarzı, müminleri inançlarına
karşı çıkan Kitap Ehli ve müşriklerin
dostluğundan alıkoymak ve bu imana dayalı
kuralı, vicdanlarına, duygu ve akıllarına
yerleştirmek için, İslâm düşüncesinde ve
İslâmî harekette, bu kuralın önemine işaret eden
çeşitli yöntemlere başvurmuştu.
Birinci çağrıda;
doğrudan yasaklama ve yüce Allah'ın katından bir
fetih veya olayla münafıkları ortaya çıkarması
şeklindeki korkutma yöntemine başvurmuştu.
İkinci çağrıda; Allah'ın, peygamberinin ve müminlerin
düşmanlarını dost edinmek suretiyle dinden dönmekten
(irtidat) sakındırma ve Allah tarafından sevilen ve
Allah'ı sevenlerin oluşturduğu seçkinler topluluğundan
olmalarını teşvik etmek ve Allah'ın her zaman
galip hizbine yardım vaad etme yöntemlerine başvurmuştu.
Şimdi ise;
Kur'an-ı Kerim'in bu derste yeralan, müminlere yönelik
üçüncü çağrıyla; gönüllerine, düşmanlarının
eğlence ve alaya aldıkları dinlerini, ibadetlerini
ve namazlarını koruma duygusunu serptiğini görüyoruz.
Dostluklarından alıkoyma noktasında Ehli Kitap ile
diğer kafirleri de bir tuttuğunu, bunu Allah'tan
korkmaya bağladığını görüyoruz. Bu
arada bu çağrıya kulak vermeyi, iman
sıfatıyla irtibatlandırdığını,
kafirlerin ve Ehli Kitab'ın marifetlerini
kınadığını, onları akıl
etmezler olarak nitelediğini görüyoruz: