51- Ey müminler
yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar
birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları
dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri
doğru yola iletmez.
52- Kalpleri hasta
olanların "Başımıza bela gelir diye
korkuyoruz " diyerek onlara koştuklarını görürsün.
Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi
tarafından süpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu
kimseler kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman
olurlar.
53- O zaman müminler
onlara "Bütün güçleri ile sizin yanınızda
olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?"
derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş
ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır.
Öncelikle müminler ile
yahudi ve hristiyanlar arasında, Allah'ın
yasaklamayı uygun gördüğü dostluğun neyi ifade
ettiğine değinmemiz yerinde olacaktır.
Bu dostluk, onların
dinine tabi olmayı değil, onlarla işbirliği ve
dayanışmayı ifade etmektedir. Zaten, din konusunda
müslümanların, yahudilere ve hristiyanlara tabi olmaya
eğilim duymaları gerçekten çok uzak bir olasılıktır.
Buradaki dostluktan kast olunan, karışık bir
meseleydi. Müslümanlar, çıkarların ve güçlüklerin
giriftliği, gerek İslâm öncesinde, gerekse Medine'de
İslâm devletinin kuruluşunun ilk yıllarında
kimi yahudi gruplarla dostluk kurmuş olmaları gibi
olgulardan yola çıkarak, bu tür ilişkilerin kendileri
için bir sakıncası olmayacağını düşünüyorlardı.
Ancak, Medine'de müslümanlar ile yahudiler arasında
herhangi bir dayanışma, işbirliği ve
dostluğun olamayacağı apaçık ortaya çıkınca
Allah, müslümanları onlarla dostluktan men etti ve
kendilerinden onlarla dostluklarını kesmelerini istedi...
Kur'an'ın
ifadelerinde bu anlam, son derece belirgin ve net olarak
ortadadır. Allah, Kur'an'da, Medine'deki müslümanlar ile
"daru'l-İslâm"a hicret etmemiş müslümanlar
arasındaki ilişkiden söz ederken şöyle buyuruyor:
"(Ey müminler!) İnanıp hicret etmeyenlerle,
kendileri hicret edene dek hiçbir dostluğunuz olmaz." (Enfal
Suresi, 72) Doğal olarak burada kast olunan, din
konusunda dostluk değildir. Zira müslüman, din konusunda
müslümanın her halûkarda dostudur. Burada kast olunan
dostluk, işbirliği ve yardımlaşma
konusundadır. Buna göre, "dâru'l-İslâm"daki
müslümanlar ile "dâru'l-İslâm"a hicret etmeyen
müslümanlar arasında bu bağlamda bir dostluk kurulamaz.
İşte burada ele almakta olduğumuz ayetlerde, müslümanlar
ile yahudi ve hristiyanlar arasında -Medine'deki İslâm
devletinin ilk yıllarında var olan, ancak sonradan-
yasaklanan dostluk da bu bağlamda, yani işbirliği
ve dayanışma bağlamındadır.
İslâm'ın kitap
ehline karşı hoşgörüsü ayrı bir şeydir.
onlarla dost olmak ayrı bir şeydir. Ancak kimi müslümanlar
bu iki olguyu birbiriyle karıştırmaktadırlar.
Bu da onların, metodolojik ve gerçekçi bir yapıya
sahip olan dinin özünü ve misyonunu net olarak kavrayamamalarından
kaynaklanmaktadır. Bu din, insanlığın
tanık olduğu tüm öğretilerden farklı bir
yapıya sahip olan İslâmî anlayış
doğrultusunda, yeryüzünde yeni bir yapılanmanın
sağlanması, insanların keyfî arzularının,
Allah'ın sisteminden sapmalarının, ayrıca dîne
aykırı öğretiler ve tutumların
karşısında bir engel oluşturması,
öngörülen bu yeni yapılanmanın gerçekleştirilmesi
için de hiç bir kıvırmaya yeltenilmeksizin, kaçınılmaz
olarak mücadele verilmesi, bu bağlamda insanların
olumlu, etkin ve yapıcı eylemlere girişebilmesi için
gönderilmiştir.
Dostluk konusunda
yukarıda sözünü ettiğimiz iki olguyu birbirine
karıştıranların eksiklikleri, inancın
özüne ilişkin sağduyudan ve de savaşın bu
kitap ehline karşı izlenecek tutumun niteliğini
bilinçlice kavrayabilmekten yoksun oluşlarıdır.
Onlar, Kur'an'ın bu konudaki son derece net olan
buyruklarından habersizdirler. Bu nedenle de İslâm'ın,
tüm hakları garanti altına alınmış
olarak İslâm toplumunda yaşamakta olan kitap ehline
karşı hoşgörülü davranılmasını ve
onlara iyilik yapılmasını isteyen buyrukları
ile dostluğun sadece Allah, peygamberi ve müslümanlara
özgü kılınmasını isteyen
buyruklarını birbirine
karıştırmaktadırlar. Onlar Kur'an'da kitap
ehline ilişkin yapılan tespitleri unutmaktadırlar.
Onlar Kur'an'da belirtildiği üzere, onlar İslâm
toplumuna karşı savaşma noktasında
birbirlerinin dostudurlar. Bu, onlar için sabitleşmiş
bir olgudur. Onlar, ne müslümandan hoşlanırlar, ne de
onun dini olan İslâm'dan. Müslümandan, kendi dinini terk
edip onların dinine geçmedikçe de hoşlanmayacaklardır.
Onlar, İslâm'a ve müslümanlara karşı
savaşmakta son derece ısrarlıdırlar.
Onların bu noktada içlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarından
çıkan sözlerdekinden çok daha büyüktür... Burada ele
aldığımız ayetlerin bitimine dek, onların
nitelikleri dile getirilmektedir.
Müslüman, kitap ehline
hoşgörüyle davranmaktan yanadır. Ancak onlarla,
yardımlaşma ve işbirliği anlamında bir
dostluk kurmasının yasaklanmış olduğunun
da bilincindedir. Onun yapacağı, dinini pratize etmek ve
İslâm'ın eşsiz sistemini gerçekleştirmektir.
Bu noktada onun yolu ile kitap ehlinin yolu kesinlikle aynı
değildir. Müslüman her ne kadar onlara hoşgörü ve
sevgiyle davransa da bu, onların kendisinin dinine
bağlılığını sürdürüp İslâm
sistemini gerçekleştirmesinden hoşnut olmalarına,
onların ona karşı savaşmak, komplolar
hazırlamak noktasında birbirlerinin dostu olmaktan vazgeçmelerine
yetmeyecektir.
Kafirler ve ateistlere
karşı, dini yayma amacıyla bizler ile kitap ehlinin
aynı kulvarda yürüyebilecekleri gibi bir sanıya
kapılmamız, ne kadar korkunç bir bilgisizlik, ne kadar
büyük bir budalalıktır. Kitap ehlinin, müslümanlarla
savaşmak söz konusu olduğunda kafirlerin ve ateistlerin
safında yer aldıklarını bile bile, böylesi
bir sanıya nasıl kapılabiliriz?
Her çağda
olduğu gibi bu çağda da aramızdaki saf
kişiler söz konusu uyarıcı gerçekleri kavrayamıyorlar.
Kur'an'ın buyruklarını, yaşanan tarihî
olayları tümden unutarak, kitap ehliyle -hepimiz dine inanıyoruz
diyerek- elele tutup materyalizme ve ateizme karşı
birlikte mücadele verebileceğimizi ileri sürüyorlar. Oysa,
kâfir olan müşrikleri göstererek "Bunların
yolu müminlerin yolundan daha doğrudur." (Nisa
Suresi, 51) diyenler kitap ehlinin ta kendileriydi.
Medinedeki müşrikleri destekleyip müslümanlara karşı
kışkırtanlar, kitap ehlinin ta kendileriydi. Yine
ikiyüz yıl süren haçlı savaşlarıyla müslümanlara
saldıranlar kitap ehlinin ta kendileriydi. Endülüs'te yaşanan
korkunç trajedinin sorumluları onlar değil midir?
Ateistlerin ve materyalistlerin de yardımını alarak,
Filistin'deki müslüman arapları perişan edenler,
onların yurdunu yahudilere verenler kitap ehlinin ta
kendileri değil midir? Habeşistan, Somali, Eritre ve
Cezayir'de kısacası her yerde müslümanların
perişan olmalarının nedeni onlar değil midir?
Yugoslavya, Çin, Türkistan ve Hindistan'da, kısacası
her yerde, ateistlerle, materyalistlerle ve paganistlerle de
işbirliği yaparak müslümanların başına
binbir çorap örenler kitap ehlinin ta kendileri değilmidir?
Tüm bunlara karşın
bugün aramızdan kimileri kalkıp, -Kur'an'daki kesin
buyrukların tamamen tersine- müslümanlarla kitap ehli arasında
dostluk ve işbirliğinin mümkün olabileceğini
ileri sürüyor! Neymiş! Böylece materyalizme ve ateizme karşı
dini korumuş olacakmışız!
Bunları söyleyenler,
Kur'an'ı okumamış olmalıdırlar.
Okuduysalar bile, İslâm'ın özündeki hoşgörü
çağrısını, Kur'an'ın yasaklamakta
olduğu dostluğa çağrı biçiminde yanlış
anlamış olmalıdırlar.
Bu tür kimseler İslâm'ın
Allah katında kabul görecek tek inanç olduğunu
kavrayamamışlardır. İslâm'ın, yeryüzünde
yeni bir yapılanmayı hedefleyen, dün olduğu gibi,
bugün de kitap ehlinin düşmanlıklarına ve
saldırılarına göğüs gerilmesini sağlayacak
olan, yapıcı bir hareket niteliği
taşıdığını
anlayamamışlardır. Kur'an'da kitap ehline
karşı takınılması istenen tutum,
kesinlikle değiştirilemez. Çünkü bu son derece doğal
ve alternatifi olmayan bir tutumdur.
Biz, Kur'an'ın
buyruklarını yanlış anlamış ve
kavrayamamış ve söz konusu kimseleri bir kenara bırakıp,
Kur'an'a kulak verelim:
"Ey müminler!
Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar
birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları
dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah,
zalimleri doğru yola iletmez."
Bu çağrı
Medine'deki İslam toplumuna yöneliktir. Ama aynı
zamanda bu, yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun,
kıyamete dek gelip geçecek olan tüm müslümanlara yönelik
bir çağrıdır. "Ey müminler!" hitabının
muhatabı durumunda olan herkese yönelik bir çağrıdır.
Yeri gelmişken bu
çağrının "iman eden kimseler"e yönelik
oluşunun nedenine de değinelim. Bu ayet indiği
sırada, Medine'deki kimi müslümanlar ile kitap ehline
-özellikle de yahudilere- mensup kimi insanlar arasındaki
ilişkiler bütünüyle kopmuş değildi. Bu iki kesim
arasında, birtakım dostlu:. ve dayanışma
ilişkileri, kimi ekonomik ve karşılıklı
ilişkiler, kimi de komşuluk ve arkadaşlık
ilişkileri söz konusuydu. Medine'de araplar ile özellikle
yahudiler arasında bu tür ilişkilerin bulunması,
kentin İslâm öncesindeki tarihsel, ekonomik ve sosyal
durumu göz önüne alınacak olursa son derece
doğaldı. Bu durum, yahudilerin İslâm'a ve
müslümanlara karşı komplolar hazırlayabilmelerini
kolaylaştırıyordu. Onların
hazırladıkları bu komploların her biri
Kur'an'daki bir çok ayette (ki biz bunların kimisini bu
kitabımızın daha önceki bölümlerinde açıkladık)
ortaya konulup sıralandığı gibi, buradaki
ayetlerde de bunlardan bir bölümü dile getirilmektedir.
Kur'an, yaşamda yeni
bir düzeni gerçekleştirebilmek için inancı
uğruna vereceği mücadelede müslümana gerekli bilinci
kazandırmak, müslümanlar ile İslâm toplumundan
olmayan, İslâm sancağının altında
toplanmayan diğer insanlar arasında kesinkes bir
ayrım gözetmeyi müslümanın benliğine
yerleştirmek üzere indirilmiştir. Buradaki ayrım gözetme,
insanlara karşı hoşgörülü davranmayı
engellemek anlamında değildir. Hoşgörü,
müslümanın sürekli sahip olacağı bir niteliktir.
Buradaki ayrım gözetme meselesi dostluk, bağlamındadır.
Müslümanın yüreğindeki dostluk duygusu, Allah'a,
peygamberine ve müminlere tahsis edilmiştir. Sözünü ettiğimiz
bilinci kazanmak ve istenilen ayrımı gözetmek meselesi,
her yerde ve her kuşaktaki müslüman için mutlak bir
gerekliliktir.
"Ey müminler!
Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar
birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları
dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah,
zalimleri doğru yola iletmez."
Onlar, birbirlerinin
dostlarıdırlar.. Bu, çağlar üstü bir gerçektir.
Çünkü bu, eşyanın doğasından kaynaklanan
bir gerçektir. Onlar, hiçbir yerde, hiçbir tarihte
müslümanlara dost olmayacaklardır. Nitekim geride kalan
bunca yüzyıllarda, Allah'ın bu şaşmaz sözündeki
doğruluğu perçinlemiştir. Onlar Medine'de
peygamberimiz ve müslümanlara karşı savaşma
noktasında birbirlerinin dostlarıydılar. Bu
noktada, tarih boyunca da birbirlerinin dostları oldular. Bu
kural, tarih boyunca bir kez de olsa delinmemiştir. Yeryüzünde
meydana gelen olayların tümü, Kur'an'ı Kerim'in tek
bir olay değil, sürekli bir nitelik biçiminde ortaya koyduğu
tespitler doğrultusundadır. Ayette, "Onlar
birbirlerinin dostlarıdırlar" biçiminde bir
isim cümlesi kullanılması, sadece bir ifade tarzı
olarak görülmemelidir. İsim cümlesi kullanılmasının
nedeni, ayetin değişmez ve sürekli bir niteliği
vurguladığını belirtmek içindir.
Bu temel gerçeğin
ardından, bunun sonuçları anlatılıyor...
Yahudiler ve hıristiyanlar birbirlerinin dostları
olduklarına göre, ancak kendilerinden olan bir kimseyi dost
edinirler. Müslümanların safları arasındaki bir
kimse yahudi ve hristiyanları dost edindiğinde, müslümanların
safını bırakmış, kendini "İslâm"
niteliğinden soyutlamış ve karşıt safa
katılmış demektir. Böylesi bir davranışın,
gerçek ve doğal sonucu da budur:
"Sizden kim
onları dost edinirse o, onlardan olur."
O bu tutumuyla, kendine,
Allah'ın dinine ve müslüman topluma zulmetmiştir. Bu
zulümden ötürü de Allah onu, kendisine dost bildiği
yahudiler ve hristiyanlar kategorisine sokmuştur. Allah onu,
artık doğru yola iletmeyecek, yeniden müslümanların
safına döndürmeyecektir:
"Hiç kuşkusuz
Allah, zalimleri doğru yola iletmez."
Bu Medine'deki İslâm
toplumuna sert bir uyarıydı. Ancak, abartılı
bir uyarı değildi. Sert bir uyarıydı. Ancak bütünüyle
gerçeği dile getiren bir uyarıydı. Müslümanın,
hem -birbirlerinin dostları olan- yahudiler ve
hıristiyanlarla dostluk kurması, hem de müslüman ve
mümin kalabilmesi, ayrıca -sadece Allah'ı, peygamberi
ve müminleri dost bilen- müslümanlar safındaki yerini
kaybetmemesi mümkün değildir... Bu mesele tam bir yol
ayrımıdır...
Müslüman, kendisi ile
İslâmî sistem dışında başka bir sistem
benimsemiş insanlar ya da kendisi ile İslâm sancağı
dışında başka bir sancak taşıyan
insanlar arasında tam bir ayrım gözetme noktasında
gevşeklik gösterdiği sürece, -herşeyden öce
yeryüzünde diğer tüm sistemlerden farklı, eşsiz
ve gerçekçi bir sistemi yerleştirmeyi amaçlamış
ve de diğer tüm görüşlerden, farklı, eşsiz
bir anlayışı temel almış olan- görkemli
İslâmî hareket adına, kayda değer hiçbir eylem
ortaya koyamaz...
Müslüman, -hiçbir kuşkuya,
en küçük bir tereddüte yer kalmayacak biçimde- şunlara
kesinkes ve mutlak surette kafasına yerleştirmek
durumundadır: Allah'ın, Hz. Muhammed'i (salât ve selâm
üzerine olsun) peygamber olarak gönderdikten sonra, insanlar
için kabul edeceği tek din İslâm'dır.
Allah'ın yaşamınızı kendisine göre
belirlememizi istediği İslâm sistemi, eşsiz bir
sistemdir. Diğer sistemlerin hiçbiri onunla eş düzey
değildir. Başka bir sistemi alıp, onsuz yapabilmek
mümkün değildir. Onun yerine, başka bir sistemi ikame
etmek olası değildir. İnsanlığın
yaşamı, sadece ve sadece İslâm'ın sistemi
üzerine oturtulmadıkça, bir türlü düzelmeyecek ve
kesinlikle yola girmeyecektir. Müslüman tüm çabasını,
gerek öğretisel, gerek sosyal açılardan,
kısacası tüm yönleriyle İslâm sistemini yerleştirebilmek
için harcamadıkça, Allah katında, affedilmeyecek,
bağışlanmayacak ve kabul görmeyecektir.
Müslüman, bu uğurda çaba harcama konusunda hiçbir gevşeklik
göstermemelidir. En ufak bir noktada bile olsa Allah'ın
sistemi dışında hiçbir alternatif kabul
etmemelidir. Ne inanç esasları, ne sosyal düzen, ne de yaşamaya
ilişkin hükümler konusunda -Allah'ın kitap ehlinin
bizden önceki şeriatlarından bizler için de geçerli
olmasını uygun gördüğü hükümler hariç-
İslâm sistemi ile diğer sistemleri birbirin;.
karıştırmamalıdır.
Müslümanın tüm
bunları kesinkes ve mutlak biçimde kafasına
yerleştirmesi sonuçta, her türlü amansız engellere,
ağır yükümlülüklere, ısrarlı bir
direnişe, hazırlanan komplolara, çoğu kez
dayanılmaz bir noktaya varacak binbir acıya
karşı onu, Allah'ın insanlara uygun gördüğü
sistemi gerçekleştirmek üzere gereken hazırlıkları
yapmak için harekete geçmeye itecektir. Ayetlerde, gerek
şirk koşanların paganizmi, gerek kitap ehlinin
sapkınlığı, gerekse apaçık ateizm biçiminde
olsun cahiliyyenin, yeryüzünde halen varlığını
koruyan türlerinden herhangi birine mensup olan kimselerden hiç
birinin gereksinim duymayacağı bir meseleden söz
edilmesinin anlamı ne olabilir ki? Yine, İslâm sistemi
ile kitap ehlinin ya da daha başka grupların sistemleri
arasındaki farklar eğer gerçekten fazla değilse ve
de müslüman söz konusu kesimlerle barış ve
uzlaşma yoluyla belirli noktalarda anlaşmaya
varabilecekse, İslâm'ın sistemini yerleştirmek için
didinmekten söz etmenin ne anlamı olabilir ki?
Semavi dinlere mensup
insanlar arasında yakınlaşma ve hoşgörü adına,
Kur'an'ın belirlediği üzere, onlarla ilişkilerin bütünüyle
kesilmesi ilkesini yumuşatıp sulandırmaya
kalkışanlar, dinlerin anlamını
kavrayamadıkları gibi, hoşgörünün anlamını
da bilmemektedirler. Zira Allah katında nihaî din sadece
İslâm'dır. Kitap ehline karşı hoşgörülü
davranmak, inanç sistemi ve sosyal düzen bağlamlarında
değil, sadece günlük insanî ilişkiler
bağlamındadır. Onlar, müslümanın
benliğine tamamen yerleştirdiği kimi gerçeklere
ilişkin kesin bilgiyi zayıflatmaya çalışıyorlar.
Ancak müslüman bilir ki Allah din olarak sadece İslâm'ı
kabul edecektir. Kendisine düşen, Allah'ın
İslam'la belirlemiş olduğu sistemi yürürlüğe
koymaktır. Allah'ın sisteminin hiç bir alternatifi
olamaz. Allah'ın sisteminde en küçük bir değişiklik
bile söz konusu olmayacaktır. Tüm bu kesin bilgiler
Kur'an'dan kaynaklanmaktadır: "Allah katında geçerli
olan din İslâm'dır." (Al-i İmran Suresi, 19)
"Kim İslam'dan başka bir din ararsa, o din ondan
kabul edilmez." (Al-i İmran Suresi, 85) "Ey müminler!
Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar
birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları
dost edinirse o, onlardan olur." Bu konularda Kur'an, sözcüğün
tam anlamıyla bir mihenk taşıdır.
Dolayısıyla müslümana düşen, kendisinde bu kesin
bilgiye ilişkin kuşku uyandırmak isteyenlerin bu
bağlamdaki sözlerine kapılmamaktır.
Ayetlerin
akışı içerisinde ayrıca, o gün yaşanmakta
olan bir olguya değiniliyor. Zaten bu ayetler de bu
bağlamda bir uyarı olmak üzere indirilmişti:
"Kalpleri hasta
olanların, `Başımıza bela gelir diye
korkuyoruz' diyerek onlara koştuklarını görürsün"
Bu konuda İbn Cerîr'in
rivayetine bakıyoruz: "bizlere Ebû Kureyb ile
İdris'in aktardıkları bir hadise göre, İdris
şöyle dedi: Babamın bana aktardığına göre
Atıyye bin Said şu olayı
anlatmıştır: Hâris bin Hazrec oğullarından
Ubade bin Sâmit peygamberimizin yanına gelerek; "Ey
Allah'ın Rasulü" dedi, "Benim çok sayıda
yahudi dostum var. Ama ben yahudilerle dost olmaktan Allah'a ve
peygamberine sığınır ve de kendime sadece
Allah'ı ve peygamberini dost bilirim". (Münafıkların
başını çeken) Abdullah bin Ubeyy ise şöyle
dedi: "Ben başıma bir bela gelmesinden korkan bir
kişiyim. Bu nedenle arkadaşlarımla mevcut
dostluğumu bozamam." Bunun üzerine peygamberimiz ise
şöyle buyurdu: "Ey Abdullah bin Ubey! Ubade bin
Sâmit'e karşı cimrilik edip, yahudilerle dost
olmayı tercih ediyorsun. Oysa onların dostluğu
senin için daha önemsizdir." Abdullah bin Ubey ise
peygamberimizin bu sözünü "Kabulümdür" diyerek yanıtladı.
Allah da bu olay üzerine, "Ey müminler! Yahudileri ve
hristiyanları dost edinmeyiniz" ayetini
indirdi."
İbn Cerîr dedi ki:
"Hannâd, Yunus bin Bukeyr ve Osman bin Abdurrahman,
el-Zuhrî'nin şöyle dediğini rivayet ettiler: Bedir
savaşına katılan müşrikler yenilgiye
uğrayınca müslümanlar, yahudi dostlarına;
`'Bedir'in benzeri bir günü Allah size de tattırmazdan
önce müslüman olunuz.'" dediler. Bunun üzerine Malik bin
Sayf şöyle dedi: "Savaşmasını bilmeyen
Kureyş topluluğunu yendik diye mi
gururlanıyorsunuz? Şu var ki, eğer bizler kesinkes
karar vererek sizlere karşı kuvvet toplayacak olursak,
bizimle çarpışmaya gücünüz yetmez".. Ubade bin
Samit de dedi ki: "Ey Allâh'ın Resûlü! Gerçekten de
yahudilerden olan dostlarım kuvvet ve silah
bakımından oldukça güçlüdürler. Ama ben yahudilerle
dost olmaktan uzaklaşıp Allah'a ve Resulüne sığınıyorum.
Benim, Allah ve Resulünden başka dostum olamaz"
Abdullah bin Ubey ise; "Ama ben, yahudilerle dost olmaktan
uzak kalamam. Çünkü onlara ihtiyacım var" dedi. Bunun
üzerine peygamberimiz şöyle buyurdu: "Ey Abdullah
bin Ubey! Yahudilerle olan dostluğunu, Ubade bin Samit'e
yeğlemekte olduğunu görüyor musun? Oysa onların
dostluğu senin için daha önemsizdir:" Buna karşılık
Abdullah bin Ubey de; "Öyleyse dediğini kabul
ediyorum" dedi."
İbn İshak dedi
ki: "Peygamberle yapmış oldukları
antlaşmayı ihlal eden ilk yahudi kabilesi Benî
Kaynuka'dır. Asim Bin Ömer Bin Katâde bana şunu
rivayet etti: Rasulüllah onları kuşatma altına
aldı. Sonunda Resulullah'ın vereceği hükme razı
oldular. Abdullah bin Ubey bin Selûl ayağa kalkarak, -Allah
kendisine, olar için imkan tanıyınca- dedi ki: "Ey
Muhammed! Dostlarına karşı iyi davran. Onlar Hazreç'le
dayanışma içindeydiler." Rasulullah onu, duymazlıktan
geldi. O yine, "Ey Muhammed! Dostlarıma karşı
iyi davran!" dedi. Rasulüllah ondan yüz çevirdi. O da
gelip elini, Resulullah'ın zırhının yenine
soktu. Bunun üzerine Resulullah: "Bırak beni!" dedi
ve öfkelendi. Çevresindekiler peygamberin öfkesinin yüzüne
yansıdığını gördüler. Ardından
Rasulullah: "Yazıklar olsun sana! Bırak
beni!" dedi. Buna karşılık Abdullah bin
Ubey şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki dostlarıma
iyi davranana dek seni bırakmam. Beni, arabıyla acemiyle
herkese karşı korumuş olan dörtyüz zırhsız
ve üçyüz zırhlı kişiyi, sen bir gün doğumluk
süre içinde biçip atıyorsun. Ben onların bana düşman
kesilınelerinden korkuyorum." Bunun üzerine Rasulullah
da: "Onlar senindir" buyurdu.
Muhammed bin İshak
dedi ki: "Babam İshak bin Yesar'ın Ubade'den naklen
anlattığına göre Velid bin Ubade bin Samit şöyle
dedi: Beni Kaynuka, Rasulullah'a karşı savaş açınca
Abdullah bin Ubey, onların işleriyle ilgilenmek için
girişimlere başladı. Ubade bin Samit ise
Rasulullah'ın yanına gitti. Avf bin Hazrec
oğullarından olan Ubade'nin de tıpkı Abdullah
bin Ubey gibi yahudilerle antlaşması vardı. Ancak
o, yahudilerle olan antlaşmasına, Allah'ı ve Resulünü
yeğleyerek: "Ey Allah'ın Rasulü! Allah'ı ve
seni, onlarla olan antlaşmama tercih ederim. Kendime dost
olarak Allah'ı, seni ve müminleri bilir. Kafilerle uzlaşmaktan,
onları dost edinmekten uzak dururum" dedi.
İşte bu olay üzerine Ubade ile Abdullah bin Ubey hakkında
şu ayet indirildi: "Ey müminler! Yahudileri ve
hristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin
dostudurlar." Bu olay üzerine inen ayetler, "kim
Allah'ı, peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin
ki, zafer Allah'tan yana olanlarındır" ayetiyle
noktalanmaktadır."
İmam Ahmed dedi ki:
"Bize Kuteybe bin Said, ona Yahya bin Zekeriyya bin Ebi
Ziyade, ona Muhammed bin İshak, ona Zührî, ona da Avde'nin
naklettiğine göre Üsame bin Zeyd şöyle buyurdu:
"Rasulullah'la birlikte Abdullah bin Ubey'in yanına
gittik. Peygamber ona; "Seni yahudilerle olan dostluktan
men etmiştim" dedi. Abdullah bin Ubey de: "Esad
bin Zurare onları kızdırmıştı ama,
ölüverdi!" şeklinde karşılık
verdi." (Ebu Davud)
Bu belgelerin tümü,
müslüman toplumdaki reel duruma ve Medine'de İslâm
öncesinde mevcut olan çeşitli koşullara işaret
etmekte ve aynı zamanda, müslümanlar ile yahudiler arasında
belirli ilişkilerin olup olamayacağı meselesine
ilişkin kesin bir görüş
bulunmadığını göstermektedir. Buradaki
ayetlerde tamamen yahudilerden bahsedildiği, hristiyanlarla
ilgili olaylardan ise söz edilmediği dikkat çekiyor. Ancak
buradaki nasslar, hem yahudileri hem de hristiyanları kapsar.
Zira burada, müslümanlar ile kitap ehli ve (ilerde geleceği
üzere) müşrikler de dahil olmak üzere diğer cemaatler
arasında, sürekli bir anlayış, sürekli bir ilişki
ve sürekli bir davranış biçimi tesis edilmektedir.
Gerçi peygamber döneminde, hristiyanların müslümanlara
karşı tutumları, yahudilerin tutumlarından
farklıydı. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bir başka
ayette bu farklılık şöyle dile getiriliyor: "İnsanlar
arasında müminlerin en yaman düşmanı olarak
yahudileri ve (Allah'a) ortak koşanları bulacaksın.
İnananlara sevgice ve en yakın olanları ise, `Biz
hristiyanız' diyenleri bulacaksın." (Maide Suresi,
82) O günlerdeki bu tutum farklılığına
karşın buradaki ayette, yahudiler ile hristiyanlar
aynı kategoriye sokulmaktadır. Nitekim bir sonraki
ayette de onlar ile kafirler yine aynı kategoriye
sokulacaktır. Bu durum, dostluk ve anlaşma
bağlamındadır. Zira bu meselede, temel bir prensip
söz konusudur. Bu da, müslümanın ancak müslümanla dost
olabileceği, müslümanla anlaşabileceğidir. Müslüman
sadece ve sadece Allah'ı, peygamberi ve müslüman cemaati
dost bilmelidir. Bu konuda, diğer gruplar, müslümanlara karşı
takındıkları tutumlarda farklılık olsa da
neticede tümü aynı kategoridedir.
Müslüman toplum için
bu konuda böylesine kesinkes ve son derece net bir kural koyan
Allah'ın ilmi, sadece Resulullah'ın
yaşadığı dönemi ve o dönemdeki konjonktürel
durumları değil, tüm zamanları kuşatır
niteliktedir. Tarihte, daha sonra yeryüzünün pek çok yerinde
yaşanan olaylar, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık
konusunda hristiyanların da, yahudilerden
aşağı kalmadıklarını göstermiştir.
İslâm'ı hoşgörüyle karşılayan Arap ve
Mısır hristiyanlarını bir yana
bırakırsak, batıdaki hristiyan
camiasının, tarih boyunca bu dine karşı kin ve
düşmanlık güttüklerini, -yahudilerin her zaman
kurdukları komplolardan, açtıkları
savaşlardan hiç de farklılık arz etmeyecek biçimde
onların da İslâm'a karşı
savaştıklarını, komplolar
hazırladıklarını görüyoruz. Kralları müslüman
muhacirlere ve İslâm'a kucak açan Habeşistan'lıların
bile, çok geçmeden, yahudileri hiç de aratmayacak biçimde,
İslâm'a ve müslümanlara karşı amansız bir
savaş başlattıklarını görüyoruz.
Yüce Allah, tüm bunları
biliyordu. Bu nedenle de, Kur'an'ın indiği dönemdeki
olgulara ve o dönemin geçici konjonktürlerine bakmaksızın,
kıyamete dek şurada ya da burada yaşanabilecek
muhtemel olgulara önem vermeksizin, bu meselede müminler için
genel bir kural koyuyordu.
İslâm'ın ve
-gerçekte pek ilintileri olmasa bile- kendilerinden müslüman
diye bahsedilen insanların bugün hâlâ, yeryüzünün her
yanında yahudiler ve hristiyanlarca tutuşturulan
savaş ateşine maruz kalmaya devam etmeleri,
Allah'ın "Onlar birbirlerinin dostudurlar" biçimindeki
sözünün doğruluğunu perçinlemektedir. Bilinçli
müslümanlara düşen, rabblerinin bu öğüdünü iyice
özümsemektir. Bunun da ötesinde, emirdeki bağlayıcılığın
ve yasaklamadaki kesinliğin gereği olarak, Allah ve
peygamberin dostları ile Allah ve resulünün sancağına
sarılmayan diğer kamplara mensup insanlar arasında
dostluk, konusunda tam bir ayrım gözetmektir.
İslâm, müslümanı,
tüm insanlarla ilişkisini inanç temeli üzerine oturtmakla
yükümlü kılmıştır. Müslüman gerek düşüncesinde
gerekse pratikte, dostunu ve düşmanını inanç esasına
göre belirlemek durumundadır. Dolayısıyla müslüman
ile müslüman olmayan bir kimse arasında herhangi bir
dostluk yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü bu iki
kimsenin, inanç bazında yardımlaşabilmeleri
olası değildir. Bu iki insanın, -kimi
ahmakların ve Kur'an'ı okumayanların ileri sürdükleri
alternatifin tam tersine- ateistlere karşı bile
işbirliğine gidebilecekleri düşünülemez. Bu iki
insan arasında, ortak inanç esasları
bulunmadığına göre, böylesi bir işbirliğinin
gerçekleşebileceği nasıl düşünülebilir?
Kur'an'ı
okumamış, İslâm gerçeğini
kavrayamamış bazı insanlar ve kimi
kandırılmış saf insanlar, şu türden düşünceler
üretiyorlar: "Din, dindir. Yani tüm dinler aynı
kefededir. Dinsizlikte, hangi ad altında olursa olsun
dinsizliktir. Öyleyse dindarlar dinsizliğe karşı
birlikte mücadele verebilirler. Çünkü ateizm, tüm dinleri
reddetmekte ve tüm dindarlara savaş açmış
bulunmaktadır!"
Oysa, İslâm düşüncesine
ve de İslâm gerçeğini özümsemiş bir müslümanın
düşüncesine göre, kazın ayağı hiç de
böyle değildir. Bir kimse, İslâm'ı inanç olarak
benimsemedikçe ve İslâm düzenini kurmak için bu inanç doğrultusunda
çabalamadıkça, İslâm'ın özünü kavrayamaz.
Bu mesele, gerek İslâm'da
ve gerekse İslâm'ı özümsemiş müslümanların
kafasında, son derece net olarak ortadadır. Din, sadece
İslâm'dır. İslâm'ın
tanıdığı başka bir din daha
bulunmamaktadır. Çünkü Allah: "Allah katında
geçerli olan din İslâm'dır." (Al-i İmran
Suresi, 19) buyuruyor. "kim İslâm'dan başka
bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez." (Al-i İmran
Suresi, 85) buyuruyor. Peygamberimizin gönderilmesinin ardından
artık, Allah'ın İslâm dışında kabul
edeceği, razı olacağı hiç bir din yoktur. Hz.
Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) İslâm üzere
gönderilmişti. Peygamber olduğu bildirilmezden önce
hristiyanlığı kabul etmediği gibi,
peygamberliğini öğrendikten sonra da kabul edecek
değildi. Nitekim Hz. İsa'da da aynı olgu söz
konusudur. O da, peygamber olduğunu öğrendikten sonra
yahudiliği kabul etmemiştir.
Hz. Muhammed'in
peygamberliğinden sonra da, -ehl-i kitap olarak- yahudilerin
ve hristiyanların hâlâ var olmaları, bu onların
dinlerinin Allah katında kabul göreceği ya da
onların dinlerinin de bir ilahî din olarak tanınması
anlamına gelmez. Bunlar sadece Hz. Muhammed'in peygamberlik
öncesi dönemi için doğrudur. Ama, -İslâm düşüncesi
ve müslümanların anlayışına göre- Hz.
Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilmesinin ardından,
artık sadece bir tek din söz konusudur: İslâm. Ayette,
tevil götürmez bir biçimde bu gerçek ifade edilmektedir.
Kuşkusuz İslâm
onları, inançlarını bırakıp ille de
İslâm'a gelmeleri için zorlamıyor. Çünkü "Dinde
zorlama yoktur" (Bakara Suresi, 256) Ancak bu, onların
gittikleri yolun da bir "din" olarak görülmesi,
"din" olarak tanınması anlamında
değildir.
Dolayısıyla,
ateizme karşı İslâm'ın söz konusu kimselerle
din bağlamında ortak bir cephesi olamaz. Çünkü
burada, İslâm'ın dışında olanlar,
"dine mensup olmayanlar" söz konusudur. Onların
din dedikleri, İslâm nazarında din değildir. Bu
dinsizlik, ister kökeni semavî olan saptırılmış
bir inanç, ister putçuluk üzerine kurulmuş paganizm,
isterse dinleri yadsıyan ateizm biçiminde olsun hiçbir
şey değişmemektedir. Bu
saydıklarımızın kendi aralarında
birtakım görüş ayrılıklarının,
anlaşmazlıklarının olduğu doğrudur.
Ancak aynı zamanda bunların tümü İslâm'a
terstir. Bu nedenle bunlar ile İslâm arasında ne bir
dayanışma söz konusu olabilir, ne de bir dostluk...
Müslüman, kendisine din
konusunda eziyet etmedikleri sürece, -daha önce geçtiği
üzere- onlara iyi muamele etmesi istendiği için ehl-i kitap
olanlara karşı iyi davranır. Onlardan namuslu
kadınlarla evlenebilir. -Gerçi Hz. İsa'nın
ilahlığına ve Allah'ın oğlu olduğuna
ya da teslise inanan bir kimsenin ehl-i kitabını yoksa müşrik
mi olduğu fıkıh bilginleri arasında
tartışılır ama- genel hükme göre namuslu
ehl-i kitap kadınlarla nikahlanabilir. Onlara iyi muamele
etme gereği ve onlarla nikahlanmanın mümkün oluşu,
din konusunda onlarla yardımlaşılacağı ya
da dostluk kurulacağı anlamına gelmez. Bu durum, müslümanlar
nezdinde Allah'ın -Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderdikten
sonra- Hristiyanlığı da bir din olarak
onayladığının ve hristiyanlarla ortak bir
cephe oluşturarak ateizme karşı mücadele
vermelerinin, mümkün olacağının göstergesi
olarak algılanamaz.
Kuşkusuz ki İslâm,
gerek ehl-i kitabın, gerek müşriklerin ve
paganistlerin, putperestlerin inançlarını düzeltmek
için gelmiş ve onların tümünü müslüman olmaya çağırmıştır.
Çünkü Allah katında kabul görecek biricik ve tek
"din", İslâm'dır. Yahudiler, İslâm'a,
çağrılmadıkları sanısına
kapılacaklardır. Bu çağrı, onlara
ağır gelecektir. Bunun içindir ki Kur'an, onları
çok açık bir biçimde İslâm'a çağırıyor.
Bu çağrıya kulak asmadıkları takdirde kafir
durumundadırlar.
Müslüman ateistleri ve
paganistleri İslâm'a çağırmakla görevlendirilmiş
olduğu gibi, aynı zamanda ehl-i kitabı da İslâm'a
davet etmekle yükümlüdür. Ama, ne ateistleri ve paganistleri,
ne de ehl-i kitabı İslâm'a girmeleri için zorlama
yetkisi yoktur. Çünkü, insanların kalplerinde inanç,zor
kullanılarak oluşturulamaz. Din konusunda zor kullanmak,
-bırakınız yasaklanmış
olmasını- hiç bir olumlu sonuç da doğurmaz.
Müslümanın, ehl-i
kitabın dininin -Hz. Muhammed'in peygamberliğinden
sonra- Allah katında yine kabul görecek bir din olduğunu
iddia etmesi ile ardından onları İslâm'a çağırması
kesinlikle bağdaştırılamaz. Onları
İslâm'a çağırmakla yükümlü oluşu ancak,
onların benimsediği yolun din
olmadığını ve de bu nedenle onları
dine-İslam'a çağırdığını düşünmesiyle
mümkündür.
Bu gözle görülür
gerçek tesbit edilirse, müslümanın, yeryüzünde dini yaygınlaştırma
adına İslâm'ı din olarak benimsememiş
kişilerle bir dostluk, bir dayanışma
ilişkisine girmesinin İslâm inancıyla
mantıken de bağdaşamayacağı daha kolay
anlaşılacaktır.
İslâm'da bu mesele,
bir örgütlenme, organizasyon meselesi olmasının
yanısıra, bir iman, bir inanç meselesidir.
Bunun bir iman ve inanç
meselesi olduğunu, müslümanlar ile ehl-i kitap arasında
dostluk olduğu da son derece açıktır. Çünkü
mümin tüm çabasını, -İslâm'ın
belirlediği ve peygamberimizin
aracılığıyla bizlere iletilen- Allah'ın
nizamını, tüm ayrıntılarıyla ve de
insanların her türlü davranışlarını
kapsayacak biçimde yaşama aktarmak, uygulamak için yoğunlaştırmalıdır.
Bu durumda, bu konuda müslümanın, İslâm, din,
yöntem, sistem ve düzen olarak inanmamış bir kimseyle
dayanışma içerisine girip yardımlaşabileceği
nasıl düşünülebilir? Bunun mümkün olabileceğini
söyleyenlerin amaçları başkadır. -Bu tür
kimselerin amaçlarının İslâm'a ve İslâm'ın
hedeflerine zarar vermediklerini varsaysak bile, onların bu düşünceleri
İslâm'ın hedefleri arasında kesinlikle
yerleştirilemez.- Çünkü İslâm, inanç esasıyla
temellendirilmemiş hiç bir hedefi, hiçbir eylemi -başlangıç
itibarıyla olumluymuş gibi bir izlenim yaratsa da
kesinlikle onaylamamaktadır. "Rabblerini
inkar edenlerin iyi işleri, fırtınalı bir günde,
rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer." (İbrahim
Suresi, 18)
İslâm, müslümanı
tüm çabasını İslâm için harcamakla yükümlü
tutmuştur. Müslümanın yaşamında, günlük
faaliyetlerinde en küçük bir noktada bile İslâm'dan
kopukluk düşünülemez. Bunu ancak, İslâm'ın
özünü ve İslâm düzeninin esprisini kavrayamamış
olanlar düşünebilir. Müslümanın, hayatta İslâm
nizamının dışında kalan (!) bazı
noktalarda İslâm düşmanlarıyla
yardımlaşabileceği ya da İslâm düşmanlarının
müslümandan -dinini terk etmediği halde- hoşnut
olabilecekleri düşünülemez. Nitekim, yahudilerin ve
hristiyanların müslümandan hoşnut olabilmeleri için
ondan ne isteyecekleri Kur'an'da da açıkça belirtilmiştir.
Görülüyor ki böylesi bir yardımlaşma ve
işbirliği düşüncesi, gerek inanç bakımından,
gerekse pratik bakımından kesinlikle
imkansızdır.
Kalplerinde hastalık
bulunan kişilerden biri olan Abdullah bin Ubey bin Selûl,
yahudilerle dost kalma çabasına ve sevgisine, ayrıca
onlarla dayanışmasına mazeret olarak; "Bir
insan olarak ben başımı belaya sokmak istemekten
korkarım" diyordu. Bunlar, kalpteki
hastalığın, imandaki zayıflığın
göstergesidir. Dost, Allah'tır. Yardım edecek olan
Allah'tır. O'ndan başkasının
yardımına bel bağlamak sapıklıktır,
boşa kürek çekmektir. Ne var ki İbn Selûl'ün ileriye
sürdüğü mazeretler, tarih boyunca pek çok kimse tarafından
yinelenecektir. Kalplerinde hastalık bulunan her münafığın
düşüncesi, İbn Ubey'in düşüncesiyle aynı
olacaktır. Hiçbir münafık, iman gerçeğini
kavrayamayacaktır. Ama öte yandan Ubade bin Samit,
yahudilerin yapıp ettiklerini görünce onlara dostluktan
nefret ediyor. Çünkü kalbinde iman vardır. Bunun için
yahudilerle dostluğu tamamen bıraktı. O kalbini
Allah'ın' buyruklarına açarken Abdullah bin Ubey bin
Selul ise onun bu tutumuna tepki olarak öfkeyle dişlerini
gıcırdatıyordu.
İşte iki
farklı anlayıştan, iki farklı duygudan
kaynaklanan iki faklı tutum. İman eden kalpler ile
imanı bilmeyen kalpler arasında, bu iki olgu tarih
boyunca sürgit yaşanacaktır.
Kur'an, dinlerine düşman
olan kişilerle yardımlaşanları, onlarla
sıkı fıkı olanları, Allah'a içtenlikle
inanıp, bağlanıp güvenmeyen münafıkları
tehdit ediyor. Onları fethin yaklaşmasıyla,
Allah'ın, onların tutumlarını ortaya koyacak,
gizledikleri nifak tohumlarını açığa vuracak
buyruğuyla tehdit ediyor.
"Olur ki Allah
yakında size fetih nasib eder ya
da kendi
tarafından sürpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu
kimseler, kalplerinde gizli tuttukları duygulardan
pişman olurlar."
İşte o zaman
(yani ister Mekke'nin fethi, ister konumların açığa
vurulması, isterse Allah katından gelen bir buyruk
anlamında olsun, "fetih" gerçekleştiği
zaman, kalplerinde hastalık bulunanlar, yahudilerle ve
hristiyanlarla yarışırcasına dostluk
kurabilmek için çabalamalarından ve de
bozgunculuklarının açığa çıkmasından
ötürü pişman olacaklardır. Müslümanların
durumuna imrenecekler, yaptıkları bozgunculuktan ve sonuçta
içine düştükleri utanç verici durumdan ötürü
kendilerini kınayacaklardır!
"O zaman müminler
onlara, `Bütün güçleriyle sizin yanınızda
olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?'
derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş
ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır."
Nitekim Allah sonunda,
fethi nasip etmiştir. Onların niyetleri açığa
çıkmış, amelleri boşa gitmiştir.
Kaybedenler onlar olmuştur. Allah'ın vaadi hâlâ
geçerlidir. Sadece Allah'ın ipine sarılırsak,
sadece Allah'ı dost bilirsek, Allah'ın sistemini gözetir
ve düşüncelerimizi, tavırlarımızı ona göre
belirlersek, Allah tarafından gösterilen doğru yol
üzere mücadeleye devam edersek Allah, bizlere de zaferi nasib
edecektir. Yeter ki Allah ve Rasulü ile iman eden kimseler dışında
hiç kimseyi dost bilmeyelim.
Ayetlerde iman edenlere
yönelik ilk çağrı, yahudiler ve hristiyanlarla
dostluğun kesilmesi, bu dostluğu sürdürerek -farkına
varıp anlayamadan İslâm'dan çıkıp onlardan
biri haline gelmekten kaçınılması isteniyor.
İkinci çağrıda ise, Allah'ın dininden -Bu tür
bir dostluk ya da başka bir nedenle dönenler, tüm
amellerinin boşa çıkarılacağı gerçeği
ile tehdit ediliyor. Onların bu tutumlarıyla,
Allah'ı aciz bırakamayacakları, O'nun dinine bir
zarar veremeyecekleri, çünkü Allah'ın dini için -O'nun
ezelî ilminde mahfuz- dostların ve
yardımcıların bulunacağı,
dolayısıyla insanların dinden dönmeleri durumunda,
onların yerine başkalarının getirileceği
belirtiliyor. Ardından, -Allah'ın ezelî ilminde mahfuz-
bu seçkin insanların, özelliklerinden söz ediliyor. Onlar,
sevimli, iyi ve pırıl pırıl özelliklere
sahiptirler. Sonra, müslümanların dostluklarını yöneltecekleri
yegane yön açıklanıyor. Ve bu ikinci çağrının
sonunda, Allah'ın taraftarları ile karşıt güçler
arasındaki savaşın kaçınılmaz sonucu
dile getiriliyor. Söz konusu savaşı kazananlar,
Allah'ı, Rasulünü ve müminleri içtenlikle dost bilenler
olacaktır.