48- Sana da daha önceki
kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini
koruyucu olan bu hak kitabı indirdik. Buna göre onların
arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi
arzularına uyma.
Her ümmet için ayrı
bir şeriat, ayrı bir ana yol belirledik. Allah dileseydi,
sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda
sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde
yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a
döneceksiniz ve O anlaşmazlığa düştüğünüz
meselelerin içyüzünü size haber verecektir.
49- O halde onların
arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni
Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından
bile şaşırtmalarından sakın, eğer
sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahlarının
bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor.
Kuşku yok ki, insanların çoğu fasıktır.
50- Yoksa istedikleri
cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah'ın
düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir
mi hiç?
Anlatımdaki bu
netlik, ifadedeki kesinlik, kimi durumlarda ve koşullarda
kişiyi bu şeriattan -küçük çapta da olsa- herhangi
bir hükmü terk etmeye özendirebilecek aldatıcı gerekçeler
karşısında bu denli kesin önlemler alınmış
olması, insanı ister istemez duraksatıyor... Bu
ayetler karşısında insan elinde
olmaksızın oturup düşünmek zorunda kalıyor.
Kimi insanlar, koşullar ve durumlar bunu gerektiriyor diyerek
Allah'ın şeriatını tümüyle inkar etmelerine
karşın, hâlâ nasıl oluyor da müslümanlık
iddiasında bulunabiliyorlar, şaşırmamak elde
değil!.. Kişi, Allah'ın şeriatını tümüyle
terk etmesine karşın, nasıl oluyor da hâlâ
müslüman olduğunu iddia edebiliyor? Bu tür insanlar
kendilerini, nasıl oluyor da hâlâ "müslüman"
olarak niteleyebiliyor? İslâm'la hiçbir bağları
kalmamasına karşın, Allah'ın
şeriatını tamamen terk etmelerine karşın,
her koşulda her durumda geçerliliğini koruyan ve her
koşulda her durumda uygulanmak zorunda olan Allah'ın
şeriatını reddederek O'nun
ilahlığını inkar etmiş olmalarına
karşın, hâlâ nasıl "müslümanlık"
iddiasında bulunabiliyorlar? Bu tür insanlara,
şaşırmamak, hayret etmemek elde değil..
"Sana da bu hak
kitab (Kur'an)'ı indirdik"..
Ayetteki "bak"
kelimesine, ilahlık açısından yani şeriat
belirleme, kanunlar koyma yetkisinin Allah'a ait
olacağının belirtilmesi açısından
bakmamız gerek. "Hak", Kur'an'ın içeriğinde,
ondaki inanç ve şeriat esaslarında, orada
anlatılan her olayda ve verilen her buyrukta somut bir biçimde
ortadadır.
Kur'an, "daha
önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini
koruyucu" olarak indirilmiştir.
Kur'an, Allah'ın
dininin, nihâî biçimidir. Allah'ın dini ve de yaşam
biçimi ile insanların uyacakları şeriat ve sistem
noktasında nihai kaynak, Kur'an'dır. Artık
Allah'ın dininde hiç bir değişikliğe
gidilmeyecektir.
Semavi dinlere mensup
insanlar arasında, ister inanç esasları, isterse
şeriat prensipleri noktasında bir anlaşmazlık
baş gösterdiğinde, bunu çözümleyebilmek için
müracaat edilmesi gereken kitap Kur'an'dır. Müslümanlar
arasında bir anlaşmazlık çıkarsa
başvurulacak kitap Kur'an'dır. Yaşama ilişkin
herhangi bir meselede görüş ayrılıkları
olduğunda, müracaat edilmesi gereken kitap, Kur'an'dır.
Bu noktalarda, temelde söz konusu nihai kaynaktan beslenmeyen kişilerin
sunacağı görüşlerin hiçbir "kıymet-i
harbiye"si yoktur.
Ayette hemen
ardından, bu gerçeğin getirdiği zorunluluklar
ekleniyor:
"Buna göre onların
arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm
ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi
arzularına uyma!".
Bu buyruk, kendisine o dönemde
aralarında hüküm vermesi için başvurmakta olan
hristiyanlar hakkında, öncelikle peygamberimize yöneliktir.
Ancak, ayeti salt bu olaya özgü kılmak doğru
değildir. Madem ki artık nihai kaynak olan Kur'an'ı
değiştirmek üzere yeni bir peygamber ya da yeni bir
şeriat gönderilmeyecektir, öyleyse bu ayetteki hüküm, kıyamete
dek geçerliliğini koruyacak genel bir hükümdür.
Allah'ın dini
Kur'an'la tamamlanmış bulunmaktadır. Allah'ın
bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet Kur'an'la
son bulmuştur. Allah, Kur'an'ın tüm insanlar için bir
yaşam düzeni olmasını uygun görmüş
bulunmaktadır. Kur'an'ı değiştirmek, onun hükümlerinden
herhangi birini terk etmek, ya da başka bir şeriatı
bu şeriata yeğleyebilmek için, artık hiçbir
gerekçe bırakılmamıştır. Allah bu dini
insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları
kapsayacağını biliyordu. Yine Allah, bu kitabı
nihai kaynak olarak uygun gördüğünde, bunun tüm insanların
yararına olacağını, kıyamete dek bütün
insanları kapsayacağı biliyordu. Bu kitaptan,
değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek
bile, İslâm'a ilişkin bu bilginin bulunması
hasebiyle, kişiyi inkara götürür. Buna yeltenen bir kişi,
diliyle bin kez müslüman olduğunu söylese bile dinden çıkmış
demektir.
Allah, bazı
insanların, Allah'ın indirdiklerinden ödün vermeye
götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini ve de
yönetenlerin ya da yönetilenlerin keyfï arzularına
kapılabileceklerini biliyordu. Kitabında belirttiği
hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin- yürürlüğe koymak,
zorunlu olmasına karşın, bazı insanların
kimi durumlarda kendi duygularına kapılarak bu
zorunluluğun gereğini ihmal edebileceklerini biliyordu.
Bu nedenle de söz konusu ayetlerde peygamberimizi,
yönetilenlerin keyfî arzularına kapılmaması için
uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu Allah'ın
indirdiği hükümlerin bir kısmından bile
şaşırtmalarından sakınmasını
istiyor...
İnsanları buna
yeltenmeye iten faktörlerin başında, aynı
ülkedeki değişik grupları, fraksiyonları ve
öğretileri benimsemiş olan farklı kimselerin tümünü
uzlaştırıp biraraya toplama noktasında
insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan
kimseler, karşılarındaki insanların
istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında
işi basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen
meselelerde bunlar anladığımız
kadarıyla şeriatın temel meselelerinden
değildir deyip- işi kolaylaştırma yoluna
başvururlar.
Rivayete göre yahudiler
peygamberimize gelerek, recm hükmü başta olmak üzere
belirli hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü
davranacak olursa, iman edebileceklerini söylediler.
Peygamberimizi bu noktada uyaran ayet de, yahudilerin bu
önerileri üzerine indirilmişti.. Ama meseleye -açıkça
görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak gerekir. Zira
bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her
zaman için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu
nedenle Allah, meseleyi son derece net bir biçimde ortaya koymayı
ve de belirli koşulları göz önünde bulundurarak ya da
farklı istemlerle, farklı arzularla
karşılaşıldığında bir orta yol
bulup insanları uzlaştıracağız diyerek
ihmalkarlığa itebilecek beşerî içgüdülerin
yolunu kesinkes kapatmayı uygun görmüş ve
peygamberimize şöyle buyurmuştur: Allah, dileseydi
insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların
her biri için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi.
O, gönderdiği din ve şeriatla, yaşam boyunca
verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi.
Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise
tüm insanlar Allah'a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine
bildirilecektir. Her biri dünyada seçtikleri yol ve
benimsedikleri sistem konusunda sorguya çekilecektir. Öyleyse,
değişik görüşlerdeki değişik düşüncelerdeki
kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi bir
hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru
değildir. Onlar zaten birleşmezler:
"Her ümmet için
ayrı bir şeriat, ayrı bir anayol belirledik. Allah
dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği
yolda, sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı
işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz
Allah'a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz
meselelerin içyüzünü size haber verecektir."
Allah'ın
şeriatı bâkîdir, herşeyden daha değerlidir.
Onun bir bölümünü de olsa, Allah'ın uygun görmediği
bir şey uğruna kurban etmeye değmez! İnsanlar
Allah tarafından yaratılmıştır. Her
birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa
yapısı ve seçtiği bir yol vardır.
İnsanlar, Allah'ın hikmeti gereği, birbirlerinden
farklı yapılarda yaratılmışlardır.
Allah onlara doğru yolu göstermiş ve bu noktada
onları serbest bırakmıştır. Bu,
onları sınamak istediğindendir. İnsanlar sonuçta
Allah'a döneceklerdir. Ve o gün dünyada benimsedikleri yola
göre, yaptıklarının
karşılığını göreceklerdir.
Öyleyse bir kimsenin,
Allah'ın şeriatını gözetme adına, bir
başka deyişle insanların yararını ve
kurtuluşunu gözetme adına, tüm insanları
aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması,
boşa kürek çekmek demektir. Allah'ın
şeriatından ödün vermek yada onda bazı
değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna
neden olmak, biricik sapasağlam sistemi bırakıp
sapıtmak, insanların yaşamında adaleti ortadan
kaldırmak, insanların birbirlerine köle olmalarına,
Allah'ı bırakıp birbirlerini rabb edinmelerine
zemin hazırlamak dışında hiçbir işe
yaramayacaktır. Bu ise en büyük kötülük, en büyük yıkımdır..:
Sonu gelmeyecek, olmayacak girişimler peşinde
koşmak, doğru değildir. Çünkü insanın
doğası için Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir.
Bu, Allah'ın hikmeti gereği insanların farklı
kafa yapılarına, farklı mizaçlara, farklı görüşlere,
farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir.
İnsanları yaratan Allah'tır. Onların geçmişlerini
de geleceklerini de çok iyi bilmektedir. Sonuçta herkes O'na
dönecektir.
Böylesi bir amaçla,
Allah'ın şeriatındaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmaya
kalkışmak -bu ayetten
anlaşıldığı ve de yaşamın her
noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa
yorulmaktır. Böylesi bir girişim, realiteyle
bağdaşmamaktadır. Allah'ın iradesine de
uymamaktadır. Böyle bir girişimi, -Allah'ın
isteklerini gerçekleştirmek için didinen- müslümanlar da
onaylayamaz. Bu durumda, kendilerini "müslüman" olarak
yaftalayan bazı kimseler, nasıl oluyor da örneğin
şöyle laflar edebiliyorlar: "Turistleri kaybetmek
istemiyorsak,şeriatı tatbik etmeyi düşünmemiz
hiç de doğru olmaz" Abartmıyorum! Aynen böyle
laflar eden insanlar var bugün!
Burada, daha net bir
biçimde, aynı gerçeğin altı bir kez daha
çiziliyor. Bu konudaki ilk ayette: "Buna göre onların
arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm
ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi
arzularına uyma!" denilmiştir.
Kısacası, Allah'ın şeriatını bütünüyle
onların keyfî arzusuna terk etmek yasaklanmıştı.
Şimdi ise peygamberimiz, insanların kendisini
Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından
bile şaşırtmalarından sakınması için
uyarılıyor:
"O halde
onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre
hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların
seni Allah'ın indirdiği bükümlerin bir kısmından
bile şaşırtmalarından sakın!"
Buradaki uyarı, daha
kesin ve daha vurguludur. Burada mesele, tüm çıplaklığıyla
ortaya koyuluyor. Bu fitneden, böylesi
şaşırtmacalara kanmaktan, özenle kaçınmak
gerekir. Bu meselede iki olay söz konusudur: Ya Allah'ın
indirdiği hükmü aynen vermek ya da insanların -Allah
tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına
ve şaşırtmacalarına tâbî olmak.
Ayette daha sonra keyfî
arzulara uyma konusuna açıklık getirilerek,
peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin önerileri meselesini
çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor.
Artık söz konusu yahudiler, bu şeriattaki küçük
büyük herşeye bütünüyle bağlanmazlarsa, İslâm'ı
benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah'ın
şeriatıyla yargılanmaktan yüz çevirirlerse,
peygamberimizin yapacağı bellidir. (O dönemde, bu
konuda serbestlik vardı. Ancak daha sonra,
"daru'l-İslâm"da İslâm şeriatıyla
hüküm vermek zorunlu kılındı):
"Eğer sana
sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahların
bazısı yüzünden onları cezalandırmak
istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu
fasıktır."
Sana sırt
çevirirlerse, yapabileceğin bir şey yoktur.
Onların bu tutumları seni, Allah'ın hükmüne ve
şeriatına bütünüyle sarılmaktan ödün vermeye
itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü kırmasın,
tavrını değiştirmesin. Onlar,
sırtlarını dönüp yüz çevirmekteler. Çünkü
Allah onları, işledikleri kimi günahlardan ötürü
cezalandırmak istiyor. Bu tutumları nedeniyle
başı derde girecek olanlar, onlardır. Onların
bu tavırları ne sana zarar getirir, ne Allah'ın
şeriatına, ne dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara...
İnsanın yapısı böyledir:
"İnsanların
çoğu, fasıktır"..
Onlar dinden çıkarlar,
sapıtırlar. Çünkü yapıları böyledir. Bu
noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın.
Bunda şeriatın da günahı yoktur. Onların
doğru yolu bulmaları da mümkün değildir.
Böylece
şeytanın, müslüman yüreğine girebileceği tüm
pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda
olursa olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi
birini terk etmeye yol açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış
bulunuyor.
Sonra insanlar, bu yol
ayrımı üzerinde iyice düşünmeye sevk ediliyor.
Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyyenin hükmü... Bu ikisinin
ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir
alternatif yoktur. Ya, yeryüzünde Allah'ın hükmü egemen
olacak, insanların yaşamında Allah'ın hükmü
yürürlüğe konacak, insanların yaşamı
Allah'ın sistemine göre yönlenecek... Ya da, cahiliyye
hükmü, keyfï arzulara göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik
sistemi yürürlükte olacak... Bu iki alternatiften hangisini
istiyorlar?
"Yoksa istedikleri,
cahiliyye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah'ın
düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir
mi hiç?"
Cahiliyyenin anlamı
bu ayette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Cahiliyye
-Allah'ın belirttiği, Kur'an'da ifade edildiği
üzere- insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın
insana köle kılınması, Allah'a kulluğun
bırakılması, Allah'ın
ilahlığının reddedilmesi ve de buna
karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi
ve -Allah'a değil- onlara tapılmasıdır.
Olaya bu ayetin
ışığında
baktığımızda, cahiliyyenin tarihsel bir süreçten
ibaret olmadığını görüyoruz. Cahiliyye, bir
olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla,
bugün de yarın da yine
karşılaşılacaktır. Cahiliyyenin
niteliği, İslâm la çelişme, İslâm`a karşı
olmadır.
Nerede ve hangi zamanda
olursa olsun eğer insanlar, tek bir konuda bile ödün
vermeksizin Allah'ın şeriatına göre
hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek
anlamda teslim oluyorlarsa, Allah'ın dinine mensup olmuş
demektirler. Yok eğer, beşer aklının ürünü
olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm
veriyorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi
benimsiyorlarsa, onlar cahiliyye
sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi
doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin dinini
benimsemiş durumdadırlar, Allah'ın dinini
değil! Allah'ın hükmünü istemeyen, cahiliyye
hükmünü istiyor demektir. Allah'ın
şeriatını reddeden, cahiliyye düzenini kabul
ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.
Bu, yolların
ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada,
insanlardan iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara
kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte
özgürdürler.
Ardından Allah bu tür
insanlara, cahiliyye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı
bir soru yöneltmektedir. Yine bu soru, Allah'ın hükmünün
daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir:
"Kesin inançlılara
göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden
daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"
Evet! Allah'tan daha iyi
hüküm koyabilecek olan kim vardır?
İnsanlar için
Allah'ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir
şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında
bulunmaya kim kalkışabilir?
Böylesi büyük bir
iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle
açıklayabilir?
Bu iddiaya
kalkışan, insanları, onların
yaratıcısından daha iyi
tanıdığını söyleyebilir mi?
İnsanlara karşı, onların rabbinden daha
hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar
için en uygun olanı, onların yararını
Allah'tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai
şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen,
onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı
kitapların sonuncusu kılan, İslâm
şeriatını kıyamete dek geçerli olarak
niteleyen Allah'ın durumların
değişebileceğini, yeni gereksinimlerin ortaya çıkacağını,
farklı koşullar söz konusu olabileceğini
bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları
bilemediği için şeriatında belirtmemişti,
ancak bugün işte tüm bunlar bizler tarafından
kavranmıştır diyebilir mi?
Allah'ın
şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine
cahiliyye şeriatını, cahiliyye hükmünü ikame
eden, kendi keyfî arzusunu ya da herhangi bir halkın veya
neslin keyfî arzularını Allah'ın
şeriatından, Allah'ın hükmünden üstün tutan
kimseler, bu tür sözler söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?
Özellikle de kendini
müslüman olarak adlandıran bir insan, bu türden sözler
edebilir mi?
İçinde bulunduğumuz
koşullarmış. Durum çok değişmişmiş!
İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan
çekinmemiz gerekirmiş! Allah müslümanlardan kendi aralarında
şeriatını yürürlüğe koymalarını,
Kur'an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi
insanların kendilerini indirdiği şeriatından
ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından
sakınmalarını isterken, daha sonra olup bitecek
herşeyi bilmiyor muydu?
Beklenmedik
gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten
gelinemeyecek durumları, Allah'ın şeriatı
ihata edemeyecek denli eksikmiş! Bu nasıl iddia
edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için bu
denli kesin bir ifade ' kullanan ve insanları özenle uyaran
Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu?
Bu konuda, müslüman
olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir. Ama müslüman
olan ya da müslüman olduğunu iddia eden bir kimse bu türden
sözler edebilirmi? Bu türden sözler edebiliyorsa onun İslâm'la
artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan
sonra, onda İslâm'ın en ufak bir izi görülebilir mi?
Bu, tam bir yol ayrımıdır.
Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa
artık tartışmanın gereği yoktur.
Ya İslâm, ya
cahiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah'ın hükmü ya
cahiliyye düzeni.
Allah'ın
indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin,
zalimlerin, fasıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere
karşı Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler,
kesinlikle mümin değildirler.
Bu meseleyi müslüman,
kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir.
Yaşadığı çağda, insanlara
karşı Allah'ın hükmünü uygulama noktasında
asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu
sonucu olarak, dosta da düşmana da Allah'ın
şeriatını uygulamalı ve de bunun neticesine
katlanmalıdır.
Müslüman bu meseleyi
kafasına net olarak yerleştiremezse, bir türlü
istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının
içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden
ayıramayacak, doğru yolda bir adım bile ilerleme
kaydedemeyecektir... Bu meselenin sıradan insanların
kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru
kabul edilse bile, "müslüman" olmayı isteyen, müslümanlığın
gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların
kafasında iyice netleştirmeyi savsaklamak asla
doğru değildir...
Buradaki ayetlerin tümü,
surenin başında belirttiklerimizi
doğrulamaktadır. Orada da ifade ettiğimiz üzere,
bu suredeki ayetlerin tümü, hicretin altıncı
yılında Hudeybiye'de indirilen Fetih suresinden sonra
indirilmiş olamaz. Tam tersine bu surenin pek çok bölümü,
-Uhud savaşının ardından Benî Nazîr, Bedr
savaşının ardından da Benî Kaynuka
yahudilerinin sürülmelerinden önce indirilmemişse de-
Fetih suresinden -en azından- Ahzab savaşının
meydana geldiği hicrî dördüncü yılda Benî Kureyza
yahudilerinin Medine'den sürülmelerinden önce indirilmiş
olmalıdır.
Buradaki ayetlerde,
birtakım olaylara, Medine'deki İslâm toplumunun tanık
olduğu gelişmelere, ayrıca yahudilerin, münafıkların
tutumlarına ve konjonktürel durumlarına
değiniliyor. Söz konusu tutumlar ve konjonktürel durumlar,
yahudilerin gücünün kırılmasıyla bertaraf
edilecekti. Bunun son örneği Beni Kureyza sorunuydu.
Bu ayet, yahudilerin ve
hristiyanların dost edinilmelerine ilişkindir. Ayetteki
uyarıda -hatta tehditte- onları dost edinenin onlardan
biri olacağı vurgulanıyor. Bu vurgu, onlarla
dostluk kuran ve bunu başlarına bir bela
geleceğinden korkmakla gerekçelendiren, kalpleri hastalıklı
kişilere yöneliktir. Yine ayette müslümanların,
dinlerini hafife alıp alay konusu yapan kimselerle dostluktan
nefret etmeleri istenmektedir. Bununla da, -müslümanlar namaza
durduklarında- onların namaz kılmalarını
hafife alan ve alay konusu yapan kimselere işaret ediliyor. Tüm
bu olumsuzluklar, Medine'de yahudilerin güçlü, etkin ve çeşitli
imkanlara sahip oluşlarından kaynaklanıyordu.
Dolayısıyla, bu tür kargaşaların olması,
böylesi olayların yaşanması, ayrıca ayetlerde
böylesine sert bir uyarı ve tekrar tekrar tehdide gerek görülmesi,
ardından yahudilerin gerçek durumlarının açıklanması,
teşhir edilip kınanmaları, bu bağlamdaki
binbir komplolarının, entrikalarının,
manevralarının, her türlü kirli çamaşırlarının
ortaya dökülmesi son derece olağandır.
Buradaki ayetlerin
iniş nedenlerine ilişkin çeşitli rivayetler
vardır. Bunların kimisinde bu ayetlerin, Bedir
savaşından sonra ortaya çıkan Benî Kaynuka
sorunu, Abdullah bin Ubey bin Selûl'un tavrı ve kendisi ile
yahudiler arasındaki dostluk ilişkisini,
"Doğrusu ben başımı belaya sokmak
istemiyorum, bu nedenle de onlarla dostluğumu kesemem"
diyerek aklamaya çalışması üzerine indiği
belirtilir.
Aslında, bu
rivayetler olmaksızın da, ayetlerin
yapısını ve içeriğini nesnel bir
yaklaşımla incelemek ve de bu ayetleri peygamberimizin
Medine'deki yaşamında tanık olduğu
olayların kronolojik sırasına göre ele almak bile,
söz konusu ayetlerin iniş zamanına ilişkin bu
surenin girişindeki tesbitlerimizi doğrulamaya
yeterlidir.
İSLÂM TOPLUMUNUN
ANA İLKELERİ
Buradaki ayetlerde,
İslâm toplumunun eğitimine ve bu toplumun, kendilerine
Allah tarafından belirlenmiş misyonu yerine getirmeye
hazırlanmasına ilişkin Kur'an'ın öngördüğü
metod dile getiriliyor. Ayrıca söz konusu metodun,
müslüman bireyin ve İslâm toplumunun kimliğinde her
zaman için kesinkes yarleşmesi istenen ana ilkeleri ve
prensipleri belirtiliyor. Bu ana ilkeler ve prensipler, sabittir.
Bunlar, sadece tek bir ulusa ya da tek bir kuşağa özgü
değildir. Tam tersine bu ana ilkeler ve prensipler, her
kuşakta müslüman bireyin ve İslâm toplumunun oluşumunun
temeli niteliğindedir.
Kur'an'da müslüman
bireyin eğitimine ilişkin belirlenen metot temelde
şöyledir: Müslüman, rabbine, peygamberine, inancına
ve İslâm toplumuna içtenlikle bağlanmalıdır.
İçinde yer aldığı saftaki insanlar ile
Allah'ın sancağını taşımayan,
peygamberimizi önder kabul etmeyen, Allah'ın
taraftarları konumundaki gruba katılmayan saftaki
insanlar arasında mutlaka kesinkes bir ayrım
yapmalıdır. Müslüman, Allah'ın gücüne bir
örtü, ayrıca insanlığın yaşamı ve
tarihsel olaylara ilişkin Allah tarafından
belirlenmiş yazgının gerçekleştirilmesi için
bir araç olmak üzere, Allah'ın seçtiği bir kimse
konumunda bulunduğunu bilmelidir. Ona böylesi bir konum
belirlenmiş olması -tüm yükümlülüklerle birlikte-
Allah'ın dilediği kimselere verdiği bir lütfu, bir
bağışıdır. Müslüman olmayan kimselerle
dost olmak, Allah'ın dininden dönüş, o yüce konumdan
kaçış ve Allah'ın o güzelim lütfunu bir kenara bırakış
demektir..
Müslüman bireyin, yukarıda
anlattığımız doğrultuda yönlendirildiği,
buradaki ayetlerin çoğunda açıkça görülüyor:
"Ey müminler!
Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar,
birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları
dost .edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah,
zalimleri doğru yola iletmez."
"Ey müminler!
İçinizden kim dinden dönerse bilsin ki, yakında Allah
öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları
sevdiği gibi onlar da O'nu severler.
bunlar müminlere
karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı
onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, biç
kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu
Allah'ın bağışıdır, onu
dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her
şeyi bilir."
"Sizin dostunuz
ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rükua
varan müminlerdir."
"Kim Allah'ı,
Peygamber'i ve müminleri dost edinirse bilsin ki galip gelecek
olanlar, yalnız Allah'ın tarafını
tutanların grubudur."
Sonra Kur'an, düşmanlara
ilişkin gerçek, kendisinin onlara ve onların da ona
karşı verecekleri savaşa ilişkin gerçek
konusunda müslümanın bilincini kristalize ediyor. Bu
savaş, bir inanç, bir öğreti savaşıdır.
Müslüman ile düşmanları arasındaki bitmeyen
sorun, inançtır. Karşısındakiler ona, her
şeyden önce inancından ve dininden ötürü düşmandır.
Onların bu durmak bilmeyen düşmanlıkları,
fasıklıklarından, Allah'ın dininden
sapmalarından, Allah'ın dinine uyup doğru yol
üzere yürüyenlerden hoşlanmamalarından
kaynaklanıyor.
"De ki; Ey kitap
ehli! Bizden hoşlanmamanızın tek sebebi Allah'a,
bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara
inanmamız değil mi? Gerçekten çoğunuz fasık,
yoldan çıkmış kimselersiniz."
İşte, meselenin
düğüm noktası budur. İşte, temel faktörler
bunlardır! Bu metodun, bu temel direktiflerin değeri gerçekten
büyüktür. Bu doğrultuda Allah'a, dinine, peygamberine ve
İslâm toplumuna bağlılıktaki içtenlik ve de
savaşın, ayrıca düşmanların
niteliğini kavramak, imanın gereğini yerine
getirme, müslüman bireyin eğitme ve İslâmcı
grubun örgütsel etkinlikleri açılarından son derece
önemlidir. İslâm sancağını taşıyan
kimseler, kendileri ile kendilerinin
taşıdıkları sancağı
taşımayan karşıt komplolar arasında
kesinkes bir ayrımı benliklerine
yerleştiremedikleri, sadece Allah'a, peygamberine ve kendi mümin
liderlerine bağlı kalamadıkları, düşmanlarının,
bu düşmanlığı doğuran nedenlerin,
onlarla aralarındaki savaşın niteliğini
kavrayamadıkları, onların tümünün müslümanlara
düşman, müslümanlara ve İslâm inancına
karşı mücadele konusunda ise birbirlerine dost olduklarını
anlayamadıkları sürece, gerçekte iman etmiş
olamayacak, müslümanlıkları hiçbir değer ifade
etmeyecek ve yeryüzünde hiçbir şey gerçekleştiremeyeceklerdir.
Buradaki ayetlerde,
İslâm düşmanlarını müslümanlarla savaşa
iten faktörlerin ortaya koyulmasıyla yetinilmiyor. Buna ek
olarak, müslümanın savaştığı kimseyi
gerçek yüzüyle tanıması, gireceği savaşta
vicdanının rahat olması, vicdanında bu
savaşın zorunluluğuna ve kaçınılmazlığına
ilişkin en küçük bir kuşku kalmaması için, söz
konusu düşmanların nitelikleri ve
sapıklıklarının boyutları da dile
getiriliyor:
"Ey müminler,
yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar
birbirlerinin dostlarıdırlar.." "Ey müminler,
sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar
ile kâfirlerden dininizi alaya alanları eğlence konusu
yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten mümin
iseniz, Allah'tan korkunuz. Birbirinizi namaza çağırmak
için ezan okuduğunuz zaman onlar, bu çağrınızı
alaya alırlar, eğlence konusu yaparlar. Bu
davranış, onların aklı başında
olmayan kimseler olmalarından kaynaklanıyor."
"Onlar
yanınıza geldiklerinde, "inandık"
dediler. Oysa yanınıza kâfir olarak girmiş ve yine
kâfir olarak çıkmışlardır. Allah
onların gizli tuttukları duyguları herkesten iyi
bilir. Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta
ve haram yemekte birbirleri ile
yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları
şey ne kadar kötüdür!".. "Yahudiler,
"Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden
ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun! Tersine,
O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.
Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun
azgınlığını ve kafirliğini
arttıracaktır."
İşte, söz
konusu niteliklerinden, İslâm toplumuna karşı
takındıkları tavırlardan, müslümanlara karşı
oluşlarından, onların dinleriyle, namazlarıyla
alay etmelerinden ötürü müslümana düşen, vicdanı
rahat bir biçimde onları kesinkes başından
defetmektir...
Yine ayetlerde, müminler
ile karşıt güçler arasındaki savaşın
sonucunun ne olacağı ve de -ahirette herkesin
yaptığının
karşılığını görmesinden önceki bu
dünya hayatında toplumların akıbetleri açısından
da imanın ne denli değerli olduğu ifade ediliyor: "Kim
Allah'ı, Peygamber'i ve müminleri
dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız
Allah'ın tarafını tutanların ruhudur."
"Eğer kitap ehli, iman edip kötülüklerden sakınsalar,
günahlarını siler, onları nimetlerle dolu
cennetlere koyardık."... "Eğer onlar Tevrat'a,
İncil'e ve Rabbleri tarafından kendilerine indirilen
Kur'an'a uygun yaşasalardı, başları üzerinden
ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi..."
Buradaki ayetlerde,
Allah'ın, kendi dini için seçtiği, böylece yüce bir
misyon yükleyerek büyük bir lütufta bulunduğu müslümanın
niteliği de dile getiriliyor: "Ey müminler,
içinizden kim dinden dönerse bilsin ki yakında Allah böyle
bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği
gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü,
kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda
cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından
çekinmezler. Bu, Allah'ın
bağışıdır, onu dilediğine verir.
Allah'ın lütfu geniştir,
O herşeyi bilir."