44- Gerçekten Tevrat'ı
biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve
ışık içerir. Gerek İslâm'a bağlı
peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din
adamları Allah'ın bu kitabının görevli
koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri
sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm
verirler.
buna göre insanlardan değil,
benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında
satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre
hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridir.
45- Tevrat'ta, yahudilere
yazılı olarak bildirdik ki, canın
karşılığı can, gözün karşılığı
göz, burnun karşılığı burun,
kulağın karşılığı kulak,
dişin karşılığı diştir ve
yaralamalarda da karşılıklılık (kısas)
ilkesi geçerlidir. Kim kısas hakkını
bağışlarsa bu onun günahlarına kefaret olur.
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler
ise zalimlerin ta kendileridirler.
Allah katından gönderilmiş
her dinle amaçlanan, yaşama yön vermektir. Pratik,
gerçekçi bir yaşam biçimi belirlemekdir. Allah'ın
dine yüklediği misyon, insanların yaşam biçimlerini
belirlemek, düzenlemek, yönlendirmek ve koruma altına
almaktır. Dinler insanların, heykellerin, ikonların
ya da mihrapların karşısına geçerek tapınmalarını
sağlamak üzere, kişinin salt iç dünyasına yönelik
olarak indirilmemiştir. İnsanların
yaşamlarında ve onların iç dünyalarının
eğitiminde bunların hiçbir önemi yoktur demiyoruz.
Ancak bunlar, insanların yaşam biçimlerini belirleme,
düzenleme, yönlendirme ve koruma altına alma
konularında tek başına yeterli olamaz.
İnsanların yaşamlarında pratik bir
karşılığı olması gereken bir
şeriat, bir düzen, bir sistem salt bunlar üzerine ikame
edilemez. Bu saydıklarımızı insanlar, yasalar
ve otorite çerçevesinde belirlerler. Yasalara ve otoriteye ters
bir davranışta bulunduklarında bundan sorumlu
tutulurlar ve belirli cezalara çarptırılırlar.
İnsanların
yaşamlarını en düzgün bir biçimde
sürdürebilmeleri ancak, inanç, idealler ve yasaların tek
bir kaynağa dayanması durumunda mümkün olabilir.
Allah, insanların hareketlerine ve
davranışlarına egemen olduğu gibi,
onların yüreklerine ve içlerinde sakladıkları her
türlü sırra da egemendir. O, insanların
davranışlarının ve tutumlarının
karşılığını, dünya hayatında,
gönderdiği şeriata göre, ahiret hayatında ise
yapacağı sorgulamaya göre en adil biçimde verecektir.
Ancak otorite
parçalanacak olursa... Anlayışlar farklı
kaynaklarla temellendirilecek olursa... Allah'ın otoritesi
sadece vicdanlara ve insanların iç dünyalarına
indirgenerek, rejim ve yasalar konusundaki otorite Allah'ın
dışında birine verilecek olursa... Ahiretteki ceza
ve mükafatlar konusundaki otorite Allah'ın, dünyadaki
cezalar konusundaki otorite ise bir başkasına ait kabul
edilirse... İşte o zaman, insanlığın ruhu,
farklı iki otorite, farklı iki yönelim, farklı iki
yöntem arasında parçalanmış demektir.
İşte bu durumda insanların yaşamlarında
aksaklıklar, bozukluklar ortaya çıkmaya başlar.
Nitekim, Kur'an'da çeşitli vesilelerle bu bağlamdaki
aksaklıklara ve bozukluklara işaret edilmektedir: "Eğer
yerle gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi de
bozulurdu" (Enbiya Suresi, 22) "Eğer gerçek, onların
keyfi arzularına göre belirlenseydi, gökler, yer ve
oralarda bulunanlar bozulup giderdi." (Müminun Suresi, 71)
"(Ey Muhammed!) Seni de din konusunda bir şeriat sahibi
kıldık, ona uy; bilmeyenlerin keyfi arzularına
uyma."(Casiye Suresi, 18)
Bu nedenledir ki her din,
insanlar için bir yaşam düzeni olmak üzere gönderilmiştir.
Dinin, belirli bir yöreye, bir ulusa ya da tüm insanlığa
gönderilmiş olması, söz konusu olguyu değiştirmez.
Her dinde, yaşama en doğru yaklaşımı
sağlayacak bir inanç sistemi, insanların yürekleriyle
Allah arasında bir bağ oluşturacak ibadet
esasları ve bunların yanısıra,
yaşamı biçimlendirecek bir şeriat söz konusudur.
Bu üç açı, Allah'ın dininin temel direkleri
konumundadır. Allah katından gelen her dinde bu
saydıklarımız mevcuttur. Zira,
insanlığın yaşamının
sağlıklı ve düzgün bir biçimde olması,
ancak yaşam düzeninin Allah'ın dinine göre
belirlenmesi durumunda mümkündür.
Kur'an-ı Kerim'de
ilk dinlerin içeriklerine ilişkin çeşitli göstergeler
vardır. Belirli bir yörenin ya da ulusun mevcut düzeyiyle
uyum içerisinde, belirli bir yöreye ya da bir ulusa gönderilmiş
olan ilk dinler, yukarıda sözünü ettiğimiz bütünlüğü
tam anlamıyla sağlamıştır. Buradaki
ayetlerde, üç büyük dinde de yani yahudilik, hristiyanlık
ve İslâm'da da söz konusu bütünlüğün tam anlamıyla
mevcut olduğu dile getiriliyor.
Ayetlerde önce, bu
bölümde ele almakta olduğumuz Tevrat'tan söz ediliyor:
"Gerçekten Tevrat'ı
biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve
ışık içerir."
Tevrat, -Allah'ın
indirdiği biçimiyle- yahudileri doğru yola iletmek,
Allah'a ulaştıran yol ve yaşam süresince izlenmesi
gereken yol konularında onları aydınlatmak üzere
indirilmiş bir ilahî kitaptır. Bu kitap, tevhid
inancını içermektedir. Kapsamlı bir ibadet sistemi
içermektedir. Ve aynı zamanda bir şeriat içermektedir:
"Gerek Allah'a
teslim olmuş peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı
bilginler ile din adamları, Allah'ın bu
kitabının görevli koruyucuları ve
doğruluğunun şahitleri sıfatı ile
yahudiler arasında buna göre hüküm verirler."
Bir inanç ve ibadet
sistemini de beraberinde getirmiş olan Tevrat'ı Allah,
insanların salt vicdanları ve yürekleri için doğru
yol kılavuzu ve ışık olsun diye indirmedi. Onu,
bundan da öte aynı zamanda, pratik hayata Allah'ın
sistemi doğrultusunda yön verecek ve yaşamı bu
sistem çerçevesinde korumaya alacak bir şeriat içermesi
hasebiyle, bu bağlamda da bir doğru yol kılavuzu ve
ışık olması için indirdi. Kendilerini Allah'a
teslim etmiş peygamberler, Tevrat'la hüküm verirler. Onlar
ona, kendilerinden birşey eklemezler. O kitap tümüyle
Allah'a aittir. İlahlık niteliklerine ilişkin
herhangi bir nitelik konusunda, peygamberlerin bir istemi, bir
otoritesi ya da bir iddiası asla yoktur. -İslâm'ın
özgün anlamı da budur zaten- O peygamberler, yahudilere
Tevrat'a göre hüküm veriyorlardı. -Tevrat, sadece
yahudilere ilişkin indirilmiş bir şeriattı-
onların din adamları yani yargıçları ve
bilginleri de yine Tevrat'a göre hüküm verïyorlardı. Zira
onlar, Allah'ın kitabını korumakla ve onun
doğruluğuna tanıklık etmekle yükümlüydüler.
Nitekim, kendi yaşamlarını Tevrat'ın
buyrukları doğrultusunda düzenleyerek, dindaşları
arasında Allah'ın şeriatını hakim
kılarak, söz konusu tanıklıklarının
gereğini de yerine getirmekteydiler.
Burada, Tevrat'a
ilişkin ayetler noktalanmadan önce, Allah'ın
kitabıyla hüküm verilmesi ve de söz konusu hükümleri
verirken insanların arzularından, diretmelerinden,
savaşlarından etkilenilmemesi için gereken özeni
göstermeleri için müslümanların dikkatleri çekiliyor.
Allah'ın kitabına sahip çıkan herkes, bu noktada
özen göstermek zorundadır. Bunun aksini yapanlara ya da bu
konuda çekingen davrananlara gelince:
"İnsanlardan
değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında
satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre
hüküm vermez ise
onlar kafirlerin
ta kendileridirler."
Yüce Allah, -her zaman
ve her ulustan- kimi insanların, Allah'ın indirdikleri
ile hüküm verilmesine karşı çıkacaklarını
biliyordu. Bu tür insanların öz benlikleri, Allah'ın hükümlerine
razı olmaya ve söz konusu hükümlere boyun eğmeye
kesinlikle yanaşmayacaktır. Burjuvalar, tağutlar,
tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduran
mirasyediler, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesine
kesinkes karşı çıkacaklardır. Zira
Allah'ın indirdiği hükümler uygulandığında,
onların yüzlerine geçirmiş olduğu ilahlık
maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah'a ait
olacaktır. Böylece, insanlar için Allah'ın izin
vermediği kanunlar koyan söz konusu kimselerin elindeki
egemenlik, yasama ve yürütme yetkisi çekilip alınmış
olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları
düzene kendilerine maddi ve ekonomik çıkar sağlamakta
olan söz konusu kimseler elbette ki Allah'ın indirdiği
hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır.
Çünkü Allah'ın şeriatı, onların zulüm
üzerine kurulu çıkar mekanizmalarının kökünü
kazıyacaktır. Şehvetlerinin, tutkularının,
yarmaladıkları malların esiri olanlar, ahlâkî
çözülmeyi yaşayanlar, Allah'ın indirdiği hükümlerin
yürürlüğe konmaması için elbette ki direneceklerdir.
Çünkü Allah'ın dini, onları bu niteliklerinden
arınmaya zorlayacak, bunu yapmamaları durumunda ise
onları cezalandıracaktır. Söz konusu kimseler,
yeryüzünde iyiliğin, adaletin, barışın
yaygınlaşmasından rahatsız olduklarından
dolayı, her türlü yola başvurarak, Allah'ın hükümlerinin
yürürlüğe konmasını engellemek için
çabalayacaklardır.
Allah, indirdiği hükümler
yürürlüğe konmak istendiğinde, her cephede bu tür
direnişlerle
karşılaşılacağını biliyordu. Bu
durumda, Allah'ın dinini sahiplenenlerin ve dinin
doğruluğuna tanıklık edenlerin
yapacağı iş, karşıt-güçlere karşı
direnmek, onları göğüslemek, mal ve can pahasına
da olsa mücadele etmektir. Allah, onlara hitaben diyor ki:
"İnsanlardan
değil, benden korkunuz!"
Onların,
Allah'ın şeriatını uygulamaları
dışında bir korkuları olamaz insanlardan. Bu
insanlar ister, Allah'ın şeriatına boyun
eğmemekte direten ve ilahlığın sadece ama
sadece Allah'a ait olduğunu kabullenmeye yanaşmayan
tağutlar olsun... İster, Allah'a isyan içerisinde
olmakla birlikte, O'nun şeriatını kendi
kişisel çıkarlarını korumak için kullanmakta
olan kimseler olsun... İster, Allah'ın
şeriatındaki hükümleri ağırlaştıran
ve çarpıtan sapık güruhlar olsun... Her halukârda,
durum değişmemektedir. Ayette kendilerine hitap
edilenlerin, sözünü ettiğimiz kimselerden ve onların
dışındaki insanlardan, yaşamda Allah'ın
şeriatını hakim kılmak için didinme dışında
korkmaları söz konusu olamaz. Asıl korkulması
gerekenin, Allah olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır.
Allah dışında hiç kimseden korkulmamalıdır.
Yine Allah,
kitabının koruyucuları ve kitabının
doğruluğunun tanıkları durumundaki din
bilginlerinden kimilerinin, dünya hayatının çekiciliğine
kapılıp baştan çıkabileceklerini de
biliyordu. Bu tür din bilginlerinden, Allah'ın hükümlerini
istemeyen devlet yetkilileri, zenginler ve şehvet düşkünleri
ile diyalog içinde bulunanlar ve de dünya hayatının
cazibesine kapılarak onların yaptıklarına hiç
ses çıkarmamayı yeğleyenler de olacaktır.
Zaten bu tür yoldan çıkmış din adamlarına
her zaman, her toplumda rastlayabilmek mümkündür. Nitekim bu
tür din adamları yahudiler arasında da vardı.
İşte Allah, böylesi bir tutum içerisine girmiş
din bilginlerine diyor ki:
"Ayetlerimi birkaç
paralık çıkarlarınız uğruna
satmayınız."
Burada suskun kalanlara,
ayetleri çarpıtanlara, yamama fetvalar ürete bilmek için
çaba harcayanlara sesleniliyor!
Gerçekten de bu tür
kimselerin, yaptıklarına karşılık olarak
alacakları para ya da sağlayacakları çıkar ne
olursa olsun, neticede bir "hiç"tir. Maaş, görev,
makam, unvan, titır ya da birtakım çıkarlar
uğruna, dini satıp bile bile cehennemi satın
aldıkları düşünülürse, kazançları gerçekten
de bir hiç değil midir?
Bir emanet yüklenmiş
kişinin, tutup ihanet etmesinden daha kötü bir şey düşünülemez.
koruyucu konumundaki birinin, vurdumduymazlaşmasından
daha korkunç birşey yoktur. Tanık konumundaki birinin,
gerçeği. saptırmasından daha iğrenç bir
şey olamaz. Ne var ki "din adamı" kisvesi
altında pek çok kimse, dine ihanet etmekte, bu konuda
vurdumduymazlaşmakta ve gerçekleri saptırmaktadır.
Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeleri gerekirken, suskun
kalmayı yeğlemektedirler. Yöneticilere hoş görünmeyi
Allah'ın kitabına tercilı ederek, ayetleri çarpıtmaktadırlar...
"Allah'ın
indirdikleri ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin ta
kendileridirler."
Bu son derece kesin ve su
götürmez bir ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart
edatı olarak "men"in kullanılması ve
gerek cevap cümlesi, bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin
göstergesidir. Ayette herhangi bir kapaklık
olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekan sınırlarını
da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi ulusta
olursa olsun, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
vermeyen herkesi kapsamına alan genel bir hükümdür...
Bunun nedenini ise daha
önce açıklamıştık. Zira, Allah'ın
indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah'ın
ilahlığını reddediyor demektir. Oysa
ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da içermektedir.
Allah'ın :ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir
yandan, Allah'ın ilahlığını ve
ilahlığının niteliklerini reddetmekte,
diğer yandan da ilahlık hakkını ve
ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye
kalkışmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil
de nedir? Pratik -ki bu teoriden çok daha önemlidir- sırf küfür
kokuyorsa, dil ile mümin ya da müslüman olduğunu
savlamanın anlamı nedir?
Son derece kesin olan bu
hüküm konusunda demagoji yapmak, gerçekten kaçmaya çalışmaktan
başka bir şey değildir. Böylesi bir hükmü tevil
etmeye Çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir
şey olamaz. Bu bağlamda yapılan demogojiler ya da
teviller, söz konusu ayetin muhatabı konumundaki kimseler
hakkında Allah'ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde
değiştiremez.
KISAS
Allah'ın tüm
dinlerindeki bu temel prensibin açıklanmasından sonra,
Tevrat'taki şeriattan örnekler sıralanıyor. Ki
Allah Tevrat'ı gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler,
gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları
-Allah'ın bu kitabının koruyucuları ve
doğruluğunun şahitleri sıfatıyla-
yahudiler arasında ondaki ayetlere göre hüküm versinler
diye indirmişti:
"Tevrat'ta
yahudilere yazılı olarak indirdik ki, canın
karşılığı can, gözün karşılığı
göz, burnun karşılığı burun,
kulağın karşılığı kulak,
dişin karşılığı diştir ve
yaralanmalarda da kârşılıklı (kısas)
ilkesi geçerlidir."
Tevrat'ta belirtilen bu
hükümler, İslâm şeriatında da aynen muhafaza
edilmiştir. Bu hükümler, kıyamete dek tüm insanlığın
şeriatı olmak üzere indirilmiş bulunan, müslümanların
şeriatının da bir parçası olmuştur. Gerçi
bunlar, pratik zorunlulukların gereği olarak sadece
"daru'l-İslâm"da uygulanabilir. Zira,
"daru'l-İslâm" olmayan yerlerde, bu hükümleri
uygulayabilecek bir İslâmî otorite yoktur. Ancak, madem ki
İslâm şeriatı Allah'ın iradesiyle her zaman
ve tüm insanlar için geçerli olacak bir şeriat olarak
indirilmiştir, bu durumda her nerede olursa olsun İslâmî
bir yönetim iş başına geldiğinde, söz konusu
hükümleri yürürlüğe koymak ve uygulamakla yükümlüdür.
Tevrat'ta da geçen bu
hükümlere İslâm, bir hüküm daha ekliyor:
"Kim kısas
hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına
kefaret olur."
Tevrat'ta bu hüküm yer
alınıyordu. Tevrat'taki hükme göre kısas, mutlaka
uygulanırdı. Bu konuda ödün vermek, kısas
hakkından vazgeçmek ve bu o kişinin günahlarına
kefaret olması söz konusu değildi.
Burada, kısas
cezalarına bir parça da olsa değinmekte yarar var.
Allah'ın
şeriatında kısasla getirilen ilk şey,
eşitlik prensibidir. İslâm şeriatında, kanda
ve cezada eşitlik prensibi esastır. İnsanların
makamları, sınıfları, soyları,
ırkları ne olursa olsun, onlar arasında cana canla
ve yaralara da karşılıklı ödeşmeyi
getirmek, can konusunda tüm insanları eşit kabul etmek,
Allah'ın şeriatı dışında hiç bir
şeriatta söz konusu değildir.
Allah'ın
şeriatında canın karşılığı
candır. Gözün karşılığı gözdür.
Burnun karşılığı burundur.
Kulağın karşılığı
kulaktır. Dişin karşılığı
diştir. Yaralamalarda da
karşılıklılık ilkesi geçerlidir. Bu
hükümlerin uygulanmasında insanlar arasında hiçbir
ayrım yapılmaz. Kişi hangi ırka, hangi
sınıfa mensup olursa olsun, ister yönetici, ister
yönetilen olsun, gerektiğinde bu hükümler kendisine
uygulanacaktır. Çünkü her insan, Allah tarafından
yaratılmıştır ve Allah'ın
şeriatı önünde, herkes eşittir.
Allah'ın
şeriatında getirilen bu yüce prensip, gerçekten de
"insan"ın yeniden doğuşunu
muştulamaktadır. Artık, her insan eşittir.
Çünkü bu şeriat sayesinde insanlar, birincisi aynı
kanun ve aynı yargı huzurunda mahkemeleşme,
ikincisi ise aynı esasla ve aynı ölçüde ödeşme
imkanına kavuşmuş bulunmaktadırlar.
Bu prensibi ilk kez
İslâm getirmiştir. Asırlar boyunca beşer
tarafından pek çok görece şeriatlar
belirlenmişti. Bu şeriatlarda, kanun
bakımından teorik düzlemde oldukça iyi düzeyde
bulunanlar olduysa da, pratikte aynı düzeyin korunabilmesi
mümkün olmadı.
Yahudiler, kendilerine
indirilen Tevrat'ta da bulunan bu yüce prensipten sapmışlardı.
Kendileri ile diğer insanlar arasında bu yüce prensibi
bir kenara bırakmışlardı: "Ümmilere
(kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz
yoktur." (Ali İmran Suresi, 75) diyorlardı.
Hatta kendi aralarındaki ilişkilerde bile bu yüce
prensibi unutmuşlardı. Benî Kurayza ile Beni Nadir
kabileleri arasında olup bitenler bunun en güzel örneğiydi.
Sonunda peygamberimiz geldi de onları tekrar Allah'ın
şeriatına eşitlik ilkesini getiren şeriata döndürdü
ve de perişan durumdaki Benî Kurayza ile üstün durumdaki
Benî Nadir arasında tam bir eşitlik sağladı.
Bu yüce prensiple
belirlenen kısas, -insanın yeniden doğuşunu
muştulamasından da öte- bir insanı öldürmeye,
yaralamaya ya da onun bir organına zarar vermeye
kalkışabilecek kişilere karşı, aynı
zamanda caydırıcı bir cezadır. Çünkü kısas
söz konusuysa, bunları yapmaya kalkışan kişi,
böyle bir eylemi gerçekleştirmezden önce, olayı kendi
kendine, nedeniyle niçiniyle, defalarca düşünmek zorunda
kalacaktır. Çünkü bilir ki karşısındaki
insanı öldürdüğünde; -görevi, soyu-sopu, sınıfı,
ırkı ne olursa olsun- kendisi de öldürülecektir. Karşısındaki
insana ne yaparsa, aynısı kendisine de
yapılacaktır. Bilir ki karşısındaki
insanın elini ya da ayağını kesse, kendi eli
ya da ayağı da kesilecektir.
Karşısındakinin göz, kulak, burun ya da dişine
zarar verse, kendi organının da aynı şekilde
zarara uğramasına neden olacaktır. Ama kişi bu
suçları işlediğinde, sadece hapis cezasına
çarptırılacağını biliyorsa, bu durumda
cezanın caydırıcılığı
kısastakiyle hiç bir zaman eşdeğer olamaz. Hapis
cezası uzun olmuş, kısa olmuş birşey fark
etmez. Bedende yaşanan acı ya da bir organın
yitirilmesiyle duyulan ıstırap ile hapiste yatmanın
verdiği acı kesinlikle eş değildir.
Bunları, hırsızlığın cezasına
ilişkin ayetin açıklanması sırasında da
açıklamıştık.
Bu yüce prensiple
belirlenen kısas, -yine insanın yeniden
doğuşunu muştulamasından da öte- aynı
zamanda, insanın öz benliğini rahatlatan, iç dünyasındaki
sarsıntıları ve yüreğindeki yaraları
gideren, gözü kör bir öfkeyle harekete geçen dayanılmaz
intikam tutkusunu yatıştıran bir hükümdür. Kimi
insanlar bir yakınları öldürüldüğünde, diyet
almaya ya da yaralandıklarında sadece tazminat almaya
razı olabilirler. Ama kimi insanlar da
acılarını, ancak aynı şeyin suçluya da
yapılmasıyla, yani kısasın uygulanmasıyla
dindirebilirler.
Allah'ın İslâm'la
belirlediği şeriat -tıpkı Tevrat'la
belirlediği şeriat gibi insanın
doğasını gözeterek, kısas hakkını
garanti altına almıştır. Ancak,
insanların vicdanlarına ve hoşgörülerine
seslenerek, kısas uygulanmasını isteme hakkına
sahip olan kişileri, yine de bağışlamaya
özendirir:
"Kim kısas
hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına
kefaret olur.."
Kişinin kendi
arzusuyla, kısas hakkını
bağışlamasında durum bu şekildedir.
İster bir yakını öldürülen kan sahibi olsun, (Bu
durumda bağışlama, kan sahibinin, kısas yerine
diyet alması ya da hem kısas hem de diyet hakkından
vazgeçmesiyle olur. Her ikisi de kan sahibinin hakkıdır.
Zira, cezayı uygulatmak ya da bağışlamak ona
bırakılmıştır. Onun
bağışlaması durumunda hükümdara düşen,
kâtil için uygun bir tazir cezası belirlemektir.) isterse
yaralanmış durumdaki hak sahibi olsun, dilerlerse
kısasın uygulanmasını istemeyebilirler.
Kişinin, kısas hakkını
bağışlaması durumunda bu, onun günahlarına
kefaret olur ve Allah, onun günahlarını affeder.
Bu çağrı daha
çok, insanları hoşgörü ve bağışlamaya,
özendirmeye ve yürekleri Allah'ın affına ve
bağışlamasına, eğitmeye yöneliktir.
Çünkü öyle insanlar olabilir ki, yitirdikleri kişi ya da
uğradıkları zarar sonucu duydukları
acıyı, ne aldıkları tazminat ne de
uygulattıkları kısas dindiremeyecektir...
Öldürülen kişinin velisi, katili öldürtse bile, giden
geri gelecek midir? Yitirdiği kişi için tazminat alacak
olsa da bunun ne kıymeti olacaktır? Burada asıl amaç,
yeryüzünde azami düzeyde adaleti sağlayabilmek ve toplumu
güvenlik altına almaktır. Bu durumu yaşayan bir
kişinin, yüreğinde elbette bir acı olacaktır.
Ancak bu acıyı, yüreğini, Allah katından
gelecek karşılığa bağlamaktan başka
hiçbir biçimde dindiremez...
İmam Ahmed'in
rivayetine göre: "Vekî' ve Yunus bin Ebî
İshak'ın aktardıklarına göre Ebû Sufr şöyle
dedi: "Kureyşli bir erkek, Ensar'dan bir erkeğin
dişini kırınca, Muaviye'den yardım istedi.
Muaviye de: `Onu ikna ederiz' dedi. Ancak dişi
kırılan kişi ikna olmuyordu. Muaviye bunun
üzerine: `Meseleni arkadaşınla hallet' dedi. O arada,
orada oturmakta olan Ebû Derdâ dedi ki; Peygamberimizin şöyle
dediğini işitmiştim: `Bedeni zarara
uğratılan bir müslüman eğer hakkını
bağışlayacak olursa, Allah da onun derecesini yükseltir
ya da bir günahını bağışlar'. Bunun
üzerine Ensardan olan kişi de: `Öyleyse bağışladım'
dedi."
İşte, kendisine
Muaviye'nin tazminat olarak önerdiği
karşılığı kabul etmeyip kısasta
direten söz konusu kişi, bu hadisi duyar duymaz
rahatlamış ve hakkından vazgeçmeye razı
olmuştu.
İşte,
yaratıkların, onların iç dünyalarındakï
duyguları ve kımıltıları, yüreklerinin
derinliklerinde neler olduğunu ve nasıl huzur
bulacağını en iyi biçimde bilen Allah'ın
şeriatı budur. O, belirlediği hükümleriyle,
insanların yüreklerinde gerçek huzur ve güvenceyi en iyi
biçimde sağlamaktadır.
Aynı zamanda,
Kur'an'ın da bir parçası haline gelen, Tevrat'tan bu
parçalar aktarıldıktan sonra, genel bir hüküm
belirtiliyor:
"Allah'ın
indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta
kendileridirler."
Bu, genel bir ifadedir.
Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz
konusu değildir. Ancak burada, "zalimler" diye yeni
bir nitelik daha ekleniyor.
Bu yeni nitelik, daha
önce geçen "kafirler" biçimindeki nitelikten farklı
bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu,
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye
sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir.
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi,
Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki
yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de
insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık
iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir.
Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah'ın
şeriatından koparıp başka bir şeriata
uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür
bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına
çarpılmayı haketmekle ve -aralarında
yaşadığı- insanların
yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz
bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir.
Gönderme yapılan
nokta ve "Allah'ın indirdiği ayetlere göre
hüküm vermeyenler" biçimindeki şart cümlesi,
ayeti böyle anlamamızı gerektiriyor. İkinci
şart cümlesinin cevabı, birinci şart cümlesinin
cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve
genellik ifade eden şart edatı "men (kim
ki...)" kullanılmış ve aynı noktaya gönderme
yapılmıştır.