SOSYAL ADALET
38- Erkek ve kadın
hırsızların ellerini kesiniz. Bu onların suçlarına
karşılık Allah tarafından belirlenmiş
caydırıcı bir cezadır. Hiç kuşkusuz
Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
39- Fakat işlediği
zulümden sonra tevbe edip islah olan kimse bilsin ki, Allah onun
tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir ve
merhametlidir.
40- Göklerin ve
yeryüzünün egemenliğinin Allah'ın tekelinde
olduğunu bilmiyor musun? O dilediğini azaba çarptırır
ve dilediğini affeder. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü
herşeye yeter.
İslâm toplumu,
İslâm yurdunda yaşayan normal insanların
-farklı inançlarına göre- her ferdi hırsızlık
illetini uzak tutacak tedbirleri alır. onlara yaşama ve
korunma güvenliğini eğitim ve doğru yapma güvenliğini
ve adaletin eşit dağıtımı güvencesini sağlar.
Her türlü özel mülkiyetin helal yoldan kazanılmasını
sağlar ve bunun topluma zarar veren değil, yarar
sağlayan toplumsal bir hak olduğunu belirtir. Tüm
bunlar sayesinde, bütün normal insanlar, hırsızlık
illetinden kurtarılır. Bu durumda İslâm hırsızlar
ve özel mülkiyet ile toplum güvenliğine saldıranlara
şiddetli bir ceza vermek hakkına sahiptir.
Tüm bunların
yanısıra, şüphe halinde haddi kaldırmakta ve
-kuvvetli bir delil olmadıkça- sanığı
cezalandırmadığı gibi ona tam bir güvenlik de
sağlamaktadır.
Herhalde bu özet bilgiyi,
biraz daha açmamız uygun olacaktır. İslâm sistemi,
eksiksiz bir bütündür. Kanunları teker teker ele
alındığında -sistemin yapısı,
dayanakları, kalkış noktaları, amaçları
incelenmedikçe- gerektiği şekilde anlaşılamaz.
Bu sistemdeki parçalar bir bütün olarak uygulanmadığı
takdirde işlevlerini tam olarak yerine getiremez. İslâm'ın
hükümlerinden veya prensiplerinden herhangi birini, tamamı
İslâm'dan kaynaklanmayan bir sistemde uygulanmaya kalkışılırsa
boş yere çaba harcanmış olur. Bütündür, koparılmış
tek bir parçanın uygulanması, İslâm'ın yürürlüğe
konması demek değildir. Çünkü İslâm, parçalar
ve bölümler değildir ve bölünemez. İslâm, hayatın
her yönüne ilişkin uygulamaları içeren, eksiksiz bir
sistemdir.
Bu söylediklerimiz,
genel bir özelliğidir bir niteliktir.
Hırsızlık konusuyla ilgisi de, bundan farklı
olmayacaktır.
İslâm yurdunda
yerleşen İslâm toplumundaki her bireyin hayat hakkını
ve hayatını koruması için gereken tüm ihtiyaçlarını
sağlama hakkını tanımakla işe başlar.
Yemesi, içmesi, giyinmesi, oturacağı rahat ve huzur
bulacağı bir ev edinmesi, her bireyin hakkıdır.
Her bireyin söz konusu
zaruri ihtiyaçlarının temini, toplumun -veya onu temsil
eden devletin- üzerindeki bir hakkıdır. Bu ferdin, -çalışmaya
gücü olduğu sürece- kendisine öncelikle çalışma
imkanı sağlanması, (ferde nasıl çalışacağının
öğretilmesi, çalışma şartlarının
kolay hale getirilmesi ve ona iş ve araç gereçlerinin sağlanması)
toplumdan -ve onu temsilen devletten- beklediği bir
haktır.
Ferdin geçici bir süre
veya ölene değin, kısmen veya tamamen çalışmaya
güç yetiremediği ya da iş veya araç ve gereçlerini
bulamadığı ya da çalışması zaruri
ihtiyaçlarını karşılamadığı
zaman, bireyin bu zaruri ihtiyaçlarının herhangi bir
yoldan karşılaması da hakkıdır. Onun bu
ihtiyacı şu yollarla giderilebilir:
1- Ailesinde maddi
imkanı iyi olan kimselerin şer'an helal olan
nafakayı sağlamaları.
2- Mahalle halkından
maddi imkanı olan kimselerin şer'an helal olan imkanlar
sağlamaları.
3- Müslümanların
hazinesinden (beytu'l mal) zekattaki payını alması.
Eğer zekat yeterli
değilse, İslâm yurdunda İslâm hukukunu
bütünüyle uygulayan İslâm devletinin muhtaçların
ihtiyaçlarını zenginlerin mallarından giderme
haklarını yerine getirmesi farz olur. Bunu yapanlar da,
bu sınırları taşmamalı zaruret
dışına taşmamalı ve helal yoldan
sağlanan özel mülkün haklarını mülkiyet çiğnenmemelidir.
İslâm, böylece
kazanç belirlemeye özen göstermekte yollarını
sınırlandırmada şiddetli özel mülkiyet
sadece helal yoldan sağlanabilmektedir. Daha önemlisi bu
yüzden, İslâm toplumundaki özel mülkiyet ona sahip
olmayanların duygularını tahrik etmemekte ve
başkalarının elinde bulunan şeyleri almak için
ihtiraslarını kabartmamaktadır. Sistem, özellikle,
onların ihtiyaçlarını garanti altına almakta
ve onları mahrum etmemektedir. İslâm insanların
vicdanlarını ve ahlâklarını terbiye eder.
Fikirlerini çalışmaya ve bu yolla kazanmaya yöneltir.
Haram yoldan çalmaya ve bu yoldan kazanca değil. Fertler
iş bulamaz ve kazancı zaruri ihtiyaçlarını
karşılamaya yetmez ise, haklarını temiz ve
onurlu yollarla kendilerine verir.
O halde bu sistemin gölgesinde
yaşayan biri niçin hırsızlık yapsın?
Halbuki hırsız ihtiyaçlarını gidermek için
çalmamaktadır.
Halbuki zenginlik
İslâm yurdunda müslüman toplumun caydırıldığı
böyle bir yoldan sağlanamaz. Hırsızlık ise
hem toplumun hakkı olan güvenlik ortamını yok eder
hem de helal yoldan zengin olanları, helal
mal(arının güvenliğinden mahrum eder.
Böyle bir toplum da, her
bireyin ne faizden, ne hile yoldan ne stokculuktan ne işçilerin
ücretleri sırtından kazanç sağlama hakkı
yoktur. Sadece helal yoldan mal kazanma hakkına sahiptir.
Daha sonra malından zekatını ve zekattan ayrı
olarak da toplumun ihtiyaç duyduğu miktarı verecektir.
Yine, böyle bir sistemde her bireyin özel mülkünün güvende
olması ve gerek hırsızların, gerekse
başkalarının bu malı almasının
önlenmesi hakkıdır. Tüm bunlara rağmen, biri
hırsızlık yaparsa.. ihtiyacını
giderdiği, bu suçun haram olduğunu bildiği ve
başkalarının (ki onlar bu mallarını ne
çalmışlar ne de haram yoldan biriktirmişlerdir)
sahip olduğu mala muhtaç olmadığı halde
çalarsa...
Bu durumda iken, hırsızlık
yaparsa, onun hiçbir özrü kalmamıştır ve suçu
isbat edildiği zaman ona kimsenin acımaması
gerekir.
İhtiyaç ve benzeri
bir şüphe bulunması durumuna gelince; İslam'da
genel kural haddin şüphe durumunda kaldırılmasıdır.
Bu yüzden Hz. Ömer bir kıtlık döneminde, hırsızlık
suçu toplumda yaygınlaşmasına rağmen el kesme
cezasını uygulamamıştır. Yine özel bir
olayda, İbnu Hatib b. Ebu Deltea'nın köleleri birinden
bir deve çaldığında da el kesme cezasını
uygulamamıştır. Önce onların ellerinin
kesilmesini emretmiş daha sonra efendilerinin onları aç
bıraktığı ortaya çıkınca, onlara
had uygulamaktan vazgeçmiş ve efendilerini bedel olarak bir
kaç deve değerini paylaştırarak ödeme cezasına
çarptırmıştır.
İslâm'ın had
cezalarını ancak toplumun bir kesiminin bir diğer
kesimden üstün olduğu mantığına
dayandırmayan koruma yöntemlerini onurlandırma yöntemlerine
başvurmaktan daha öncelikli kabul eden, sadece hiçbir
gerekçesi bulunmayan saldırganları cezalandıran
eksiksiz sistemin gölgesinde anlamaya çalışmalıyız.
Bu genel gerçeği açıkladıktan
sonra, hırsızlığın cezası ile ilgili
konuya devam edebiliriz.
Hırsızlık
başkasının saklı malını gizlice
almaktır. Çalınan malın bir sahip olması
gerekir. Müslüman fıkıh bilginleri
başkasının saklanmış ve gizlice çalınan
malının, en az çeyrek dinar değerinde olması
gerektiğinde fikir birliğine
varmışlardır. Şu anki paramızla bu, yirmi
beş Mısır (Bu değer Mısır
parasına göre) etmektedir. Bu malın, gizlenmiş
olması ve hırsızın onu gizlendiği yerden
çalması Örneğin kendisine mal teslim edilen emanetçinin
eli kesilmez. Eve girmeye izinli olan hizmetçi, evden bir
şey çalsa yine eli kesilmez. Çünkü bu mal saklanmış
değildir. Emanetçinin, emanet malı inkar etmesi
tarladaki ürünün ambara götürülmeden çalınması ve
ev veya sandık dışındaki bir malın çalınması
durumlarında da el kesme cezası uygulanmaz. Malın,
başkasından saklanmış olması gereklidir.
Ortaklardan biri, diğer ortağının
malını çaldığında, da el kesilmez.
Çünkü bu malda payı vardır, başkasına ait
değildir. Müslümanların hazinesinden (beytü'l mal)
çalan kimsenin de eli kesilmez. Çünkü bunda onun da bir payı
vardır. Bu da tamamen başkasına ait bir mal
değildir. Bu gibi durumlarda uygulanacak, el kesme
cezası olmayıp, yalnızca ta'zir
cezasıdır. (Tazir, had cezasından daha hafif olan
ve hakimin görüş veya toplumun geleneklerine göre değişik
durumlarda dövme, hapsetme azarlama ve nasihat etme
şeklindeki cezalardır.)
El kesme cezası
sağ bilekten kesilerek uygulanır. Tekrar
hırsızlık yaparsa, sol ayağı bilekten
kesilir. Bunlar el kesme cezasında fikir birliğine
varılan ölçülerdir. Fıkıh bilginleri, üçüncü
ve dördüncü ne yapılacağını fikir
ayrılığına düşmüşlerdir.
Kuşku hadleri düşürür...Açlık
ve ihtiyaç bulunduğu şüphesi, hadleri düşürür.
Malda ortaklık bulunduğu kuşkusu da haddi
kaldırır. Suçunu itiraf eden kimsenin, ifadesinden
vazgeçmesi eğer şahid yoksa yine haddi kaldıran
bir şüphe sayılır.
Fıkıh
bilginleri, neyin şüphe kabul edileceğinde fikir
ayrılığına düşmüşlerdir. Örneğin
İmam Ebu hanife, aslında mubah olan şeylerin
-saklanmış olsalar bile- çalınmasında haddi
kaldırmıştır. Saklanmış ve
yakalanmış avın çalınması gibi. Çünkü
bunların her ikisi de aslen mubahtır ve aslı mubah
olan şeyin saklandıktan sonra bile
mubahlığını sürdürdüğü şüphesi
vardır. imamı Malik, İmamı Şafii ve
İmamı Ahmed ise, bu gibi durumlarda haddi
kaldırmazlar. İmam Ebu Hanife yiyecek, meyva, sebze, et,
ekmek vb. gibi bütün çabuk bozulan şeyleri çalmada el
kesme haddini kaldırır. İmam Ebu Yusuf, Ebu
Hanife'den farklı olarak üç imamın görüşünü
kabul etmiştir.
Fıkıh
bilginlerinin bu konudaki farklı görüşlerini uzun
boylu anlatmaya girişecek değiliz.
Ayrıntılı bilgi için fıkıh
kitaplarına bakılsın.
İslâm'ın
insanların kuşkuları sebebiyle
cezalandırılmamalarına yönelik istekliliğine
ve hoş görüşüne dair bir gösterge alması için
bu örnekleri verdik. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Şüpheler
sebebiyle (cezaları) kaldırın."
Hz. Ömer de şöyle
buyurmuştur: Şüphe sebebiyle cezaları
kaldırmam bana hayır yönünden onu uygulamaktan daha hoş
geliyor.
Bununla beraber, İslâm
yurdunda yerleşen bir müslüman toplumda tüm korunma yolları
ve adalet garantilerinin sağlanmasına rağmen,
hırsızlık yapana, hadle sert cezalar vermesinin
gerekçeleri açıklandıktan sonra,
hırsızlığa verilen el kesme
cezasının uygunluğu hakkında bir kaç söz
söylememiz yerinde olacaktır:
"Hırsızlık
cezasının" el kesme olarak belirlenmesinin sebebi
şudur: Hırsız, hırsızlığa
niyetlendiği zaman, kazancını
başkasının kazancıyla arttırmayı düşünür.
O, helal yoldan kazanç küçümsemektedir. Haram yoldan malını
arttırmayı ister. Çalışmasının
karşılığı ile yetinmez,
başkasının çalışmasının
karşılığına da göz diker.
Bunu da ya harcamalarını
arttırmak ve üstünlük sağlamak için veya çalışmanın
ve inek peşinde koşmanın yoruculuğundan
kurtulmak; ya da geleceğini güvenceye almak niyetiyle yapar.
Onu hırsızlığa yönelten ve bu yola
sürükleyen temel neden, kazancını artırma veya
servetini çoğaltma düşüncesidir. İslâm hukuku
el kesme cezasını ilan ederek, insan ruhundaki bu iç
güdülerine engel olmaya çalışmıştır.
Çünkü el veya ayak kesme cezası kanunun
anlaşılmasına, azalmasına neden olur. Nitekim
el ve ayak her halükârda çalışma
vasıtalarıdır. Kanunun unutulması ise,
servetin azalmasına neden olur. Bu da, harcama gücünden ve
üstünlüğün azalması sonucunu doğurur. Böylece
de kişiyi daha çok çalışıp, çabalamaya ve
gelecekten daha fazla endişelenmeye sürükler.
İslam hukuku, el
kesme cezasını kabul ederek insanı suç işlemeye
sürükleyen psikolojik faktörleri ortadan kaldırmış
ve yerlerine hırsızlık suçundan alıkoyan faktörleri
yerleştirmiştir.
Suça sürükleyen
faktörlerin ağır bastığı ve insanı
suç işleyip cezasını bir defa gördüğü
zaman, artık insanı suçtan alıkoyan psikolojik
faktörler ağır basar ve bundan böyle ikinci kez bu
suçu işlemeye kalkışmaz.
İşte bu,
İslâm hukukunun hırsızlık cezasının
üzerine yerleştirildiği temeli
oluşturmaktadır. Gerçekten bu ceza kainatın
yaratılışından günümüze değin
hırsızlık cezasının oturtulduğu en
hayırlı temeldir.
"Beşeri
kanunlar hırsızlık cezası olarak hapsi
öngörmektedirler. Bu ceza, genelde suçlarla, özelde de hırsızlık
suçu ile mücadele de etkisiz kalan bir cezadır. Bu
etkisizliğin sebebi, hapis cezasının
hırsızın ruhunda onu, hırsızlık suçunu
işlemekten alıkoyacak güdüleri harekete
geçirememesidir. Çünkü hâpis cezasında,
hırsızla eylemi arasına sadece hapis süresince
engel konulmaktadır. Hapiste iken ihtiyaçları
karşılanıp istekleri yerine getirildiği halde
korunmaya ne ihtiyacı vardır?
Hapisten çıktığında
ise, çalışmaya ve kazanmaya kudretli durumdadır.
Ona göre tüm yollar açıktır, servetini arttırmak
ve geçimini sağlamak için gerek helal, gerekse haram tüm
yollar aynıdır. İnsanları kandırmaya ve
şerefli biri gibi çıkmaya yetenekli durumdadır.
Onlar da onu severler ve kendisiyle işbirliği yaparlar.
Eğer sonuçta
emeline ulaşırsa, zaten bu istediği şeydir.
Emeline ulaşamazsa da, hiçbir şey kaybetmemekte ve hiçbir
önemli çıkarı zedelenmemektedir.
El kesme cezası ise,
hırsız ile eylemi arasına engel olarak girer veya
çalışma ve kazanma gücü büyük oranda azalır.
Daha çok kazanma fırsatı ise artık elden
gidecektir. Kazancı pek çok durumda, hiç yoktan iyi olmasına
rağmen, çok azalmış ve yok sınırına
kadar düşmüştür Artık o insanları bir daha
ne kandırabilecek ne de güvenlerini ve işbirliklerini
istismar edebilecek bir yeteneği elde edemeyecek
şekilde, işlediği suçun izini vücudunda taşıyan
bir adamdır. Kesik eli onun kirli geçmişini
haykıracaktır. Hatası kesin olarak şudur: El
kesme cezası uygulandığında, tahribat o kadar
azalmakta, hapis cezası uygulandığında ise,
hırsızlığın kazancı tercih
edilmektedir. Yalnızca hırsızın değil tüm
insanların doğasında çıkar sağlayan
işleri tercih etme ve tahribat doğuran eylemlerden ise
kaçınma eğilimi vardır.
Tüm bunlardan sonra
"el kesme cezası, asrımızda çağdaş
medeniyetin ve insanlığın
ulaştığı seviye ile uygun düşmemektedir."
diyenlere hayret doğrusu. Sanki insanlık ve medeniyet
hırsız suçuna karşılık ödüllendirmek,
yaptığı eylemleri cesaretlendirmek, korku ve
ızdırab içerisinde yaşamak ve tüm çalışmamızın
kazancı aylak ve soygunculara peşkeş çekerek
güçlük ve zorluklar içerisinde kalmamız anlamına
gelmektedir.
Tüm bunlara rağmen,
tekrar "El kesme cezası, insanlık ve medeniyetin
ulaştığı seviye ile uyuşmaz"
lafını ileri sürenlere hayret doğrusu! Sanki
medeniyet ve insanlık; sözlerine sapıklıktan
başka hiçbir delili bulunmayan (bu adamın sözlerini
kabul ederek) çağdaş ilmi ve sağlam
mantığı inkar etmemiz, insan
doğasını unutmamız -geçmiş milletlerin
tecrübelerinden bihaber kalmamız ve aklımızı
bir kenara koyarak, düşüncemizin ulaştığı
sonuçları yok saymamız anlamına gelmektedir. Uygun
ceza gerçekte medeniyet ve insanlıkla uyum içerisinde olan
cezadır. Hapis cezası, kaldırılmayı, el
kesme cezası ise ebediyen yürürlüğe konmayı
haketmiştir. Çünkü, ceza, psikolojinin sağlam
temellerine dayanmaktadır. Hapis cezası ise, ne ilmi bir
temele ne de tecrübeye dayanmakta ve ne akıl ve
mantıkla ne de nesnelerin tabiatı ile
uyuşmaktadır.
El kesme cezası,
insanın gerek ruhu gerekse aklı ile uyum içerisindedir.
Şu halde o, bireylere uygun gelen ve toplumu islaha yönelten
bir cezadır. Çünkü o, suçların azalmasına ve
toplumun güvencede olmasına neden olur. Ceza bireylerin ve
toplumun yararına olduğu sürece, cezaların en
üstünü ve en adilidir.
Ne var ki, bütün bu
gerekçeler, bazılarına göre el kesme cezasını
haklı göstermeye yetmemektedir. çünkü onları, el
kesme cezasının çağdaş medeniyetin
ulaştığı seviye ile
uyuşmayacağı görüşündedirler.
Bu onların ilk ve
son gerekçeleridir. Ne var ki, hiç de sağlam bir delil
değildir. Çünkü o, adı üzerinde "misliyle
mukabele" anlamındaki "ikub" dan türemektedir.
Etkisiz ve zayıf olduğundan ceza olmaz. aksine oyun ve
eğlence türü birşey olur. Bu isimle isimlenmesinin
doğru olabilmesi için cezanın sertlik içermesi
gerekir.
Merhametlilerin en
merhametlisi olan ve hırsızlığa sert bir ceza
veren yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Suçlarına
karşılık Allah tarafından belirlenmiş
caydırıcı bir ceza olarak onların ellerini
kesiniz."
Bu Allah tarafından
belirlenmiş caydırıcı bir cezadır. Bir suçun
işlenmesini önlemek onu işleyecek olan kişiye
karşı bir acımadır. Çünkü bu ceza, o
şahsın suç işlemesini önleyecektir. Kalbi kararmış
ve ruhu körlenmiş kimseden başkası, insanları
yaratan Allah'tan daha çok insanlara karşı merhamet
hissi beslediğini ileri sürmez. Uygulamalar, el kesme cezasını,
İslâm'ın ilk bir asırlık döneminde sadece
bir kaç kişiye verildiğini göstermektedir. Çünkü
topluma düzenli cezalar sert ve güvenceler yeterli olduğu için
sadece birkaç kişiye uygulamak ihtiyacı
doğmuştur. Sonra Allah tevbe etmek isteyen, pişman
olup, dönen ve vazgeçen daha sonra da bu olumsuz sınırları
aşmayan, aksine salih amel işleyen ve olumlu
hayırlara yönelen kimseye tevbe kapısını açar.
"Fakat işlediği
zulümden sonra tevbe edip, ıslah olan kimse bilsin ki, Allah
onun tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir
ve merhametlidir."
Zulüm ne kötü bir
fiildir ve zalimi zulümden sakındırıp oturmak
yeterli değildir. Aksine, onun yeri, iyi ve uygun bir fiil
ile doldurulmalıdır. ilahi sistemde durum, bundan daha
hassastır. İnsanın ruhu, harekete geçirilmelidir.
O kötülük ve bozgunculuktan alıkonulduğu halde iyi ve
salih amele yöneltilmez ise, yerinde bir boşluk kalacak ve
bu boşluk tekrar kötülük ve bozgunculukla
doldurabilecektir.
İyilik ve
ıslaha yöneltildiğinde ise, bu olumlu hareket ve bu
faaliyet sayesinde tekrar kötülük ve bozgunculuğa dönmeyeceğinden
güvencede olunur. Bu yöntem ile insanları terbiye eden
Allah'dır. Yaratan ve yarattığını en iyi
bilen Allah'tır.
Suç ve cezadan tevbe ve
bağıştan söz edildikten sonra Kur'an ayetleri
dünya ve ahiretteki ceza kanunlarının temellendiği
şu genel prensibe geçmektedir. Bu evrenin yaratanı ve
sahibi aynı zamanda oradaki en yüksek iradenin sahibi ve
evren hakkında tam bir yetki sahibidir. Gerek evrenin gerekse
içindeki varlıkların (ne olacağına) o karar
verir. Buna bağlı olarak insanlara hayatlarında
uygulayacakları kanunları koyan, sonra dünya ve
ahirette onları amellerine göre mükafatlandıran ve
cezalandıran da O'dur.
"Göklerin ve
yeryüzünün egemenliğinin Allah'ın tekelinde
olduğunu bilmiyor musun? O dilediğini azaba çarptırır
ve dilediğini affeder. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü
her şeye yeter."
O biricik egemendir. Tüm
mülkün hükümdarıdır. O, dünyada yaşamının
kaynağı, ahirette ise ceza ve mükafatın
belirleyicisidir. O ne ortak ne bölünme ne de ayrılık
kabul eder. İnsanların işleri ancak dünyada ve
ahirette yasama yetkisi ve ceza yetkisinin aynı buyruktan
alınması ile bir düzene girer.
"... Eğer yerde
ve gökte birden çok ilah olsaydı, bunlar kargaşaya
koyulurdu." (Enbiya Suresi, 22)
"Gökte de ilah,
yerde de ilah O'dur." (Zuhruf Suresi, 84)
ULUHİYET GERÇEĞİ
Burada, İslâm inancı,
İslâmî metod, İslâm'ın yönetim ve yaşam
sistemine ilişkin en önemli meselelerden biri ele alınıyor.
Bu meseleye daha önce, Al-i İmran ve Nisa surelerinde de
değinilmişti. Ancak söz konusu mesele, buradaki
ayetlerde, çok daha net ve kesin bir biçimde kazanıyor.
Buradaki nasslar, mefhum ve çağrışım olarak
değil, bizzat lafız ve anlam bakımından bu
temel meseleye dikkat çekiyor.
Bu da, yasama, yürütme
ve yargı -ardından, ilahlık, tevhid ve iman
meselesidir. Meselenin özü, şu sorulara verilecek
cevaplarla özetlenebilir: Yasama, yürütme ve yargı,
peş peşe gelen semavi dinlerce muhafaza edilen,
peygamberlere ve onların yolundan yürüyebilmeleri için
daha sonraki yöneticilere farz kılınan Allah'ın
misaklarına, akitlerine ve koyduğu kurallara göre mi
olacak? Yoksa, değişken arzulara, Allah'ın
koyduğu kurallardan hiç biriyle teyellendirilemeyen çıkarlara,
bir nesil ya da değişik kuşaklarca benimsenen
geleneğe göre mi olacak? Bir başka deyişle, yeryüzünde
ve insanların yaşamlarında, ilahlık, Rablik ve
hakimiyet, Allah'a mı ait olacak? Yoksa tüm bu saydıklarımız
ya da bunlardan biri, insanlardan, Allah'ın izin
vermediği kanunlar koyan birine mi ait olacak?
Yüce Allah, "O
Allah ki O'ndan başka ilah yoktur" buyuruyor.
Allah'ın insanlar için koyduğu kurallar, O'nun
insanların ilahı, insanların da O'nun kulu
olmasını gerektirmektedir. Allah, insanları, söz
konusu kurallarla, bunları uygulamakla yükümlü kılınıştır.
Yeryüzünde egemen olması gereken kurallar bunlardır.
İnsanların aralarında hüküm verecekleri kurallar
bunlardır. Peygamberlerin ve onlardan sonra iş
başına geçecek yöneticilerin uymaları gereken
kurallar bunlardır.
Yüce Allah, bu noktada
savsaklamaya yer yoktur buyuruyor. Bu noktada ödün verilemez.
Küçük çapta da olsa herhangi bir açıdan sapmaya yer
verilemez. Allah'ın izin vermediği bir meselede, şu
veya bu biçimde bir kuşağın benimsediklerine yada
bir toplumun kabullendiklerine itibar edilemez.
Yüce Allah, -tüm bu
hususlarda- meselenin, iman yada küfür, İslâm yada
cahiliyye, şeriat yada beşerî kökenli sistemler
meselesi olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda, bir
uzlaşma söz konusu olamaz! Mü'minler, Allah'ın
indirdiklerini, tek bir harf bile eksiltmeksizin, herhangi bir
değişikliğe yeltenmeksizin, aynen yürürlüğe
koyanlardır.
Kafirlere, zalimlere,
fasıklara gelince onlar, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerdir.
Dolayısıyla yöneticiler, ya Allah'ın
şeriatını bütünüyle uygulayarak iman
çerçevesinin içerisinde kalacaklar ya da Allah'ın izin
vermediği başka bir şeriatı tatbik ederek,
kafirler, zalimler, fasıklar sınıfına dahil
olacaklardır. İnsanlar da yöneticilerden ve yargıçlardan,
kendilerine ilişkin meselelerde, Allah'ın hükmünün
uygulanmasını kabul etmek suretiyle mü'min olacaklardır.
Aksi taktirde, mümin olamayacaklardır. Bu iki uç arasında,
bir orta yol yoktur. Bu bağlamda, bir akıl yürütme,
bir mazeret, ya da çıkar gözeticiliği diye bir
şey ileri sürülemez. Zira Allah, insanların Rabbidir.
İnsanlar için neyin uygun olduğunu bilendir.
İnsanlar için en uygun olanların gerçekleşmesi için
de onlar için bir şeriat belirlemektedir. Allah'ın
kullarından hiç kimse, "Ben Allah'ın
şeriatını kabul etmiyorum" ya da
"İnsanların menfaatlerini ben, Allah'tan daha iyi
bilirim" diyemez. Diliyle ya da
davranışlarıyla böyle birşey diyecek olursa,
o kimse iman çerçevesinin dışına çıkmıştır.
İşte burada,
son derece açık ve net nasslarla, çok ama çok önemli olan
bu meseleye temas ediliyor. Bir yandan da, Medine'deki yahudilerin
durumları, münafıklarla birlikte gerçekleştirdikleri
manevralar ve hazırladıkları komplolar,
ayrıca, İslâm'ın Medine'de devlet oluşundan
itibaren sürekli kurdukları tuzaklara karşı
peygamberimizin nasıl bir tavır
takındığı dile getiriliyor.
Burada ayetlerin
akışı içerisinde önce şu tesbit
yapılıyor: Allah katından gelen tüm dinler, Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmenin mutlak gerekliliğinin, tüm yaşamın
Allah'ın şeriatına göre düzenlenmesinin, bu
meselenin iman ile küfür, İslâm ile cahiliyye, şeriat
ile beşerî sistemler arasında bir yol ayrımı
olarak algılanmasının zorunluluğunu ifade
eder... Tevrat'ı Allah, bir yol gösterici, bir aydınlatıcı
olarak indirmiştir: "Gerek
İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a
bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu
kitabının görevli koruyucuları ve
doğruluğunun şahitleri sıfatı ile
yahudiler arasında buna göre hüküm verirler."
"Onların
yanlarında, Allah'ın hükmünü içeren Tevrat vardır"
"Tevrat'ta
yahudilere yazılı olarak bildirdik ki canın
karşılığı candır."
"Allah Meryem
oğlu İsa'ya da, "kendinden önceki Tevrat'ı
onaylayan, takvalılar için yol gösterici ve öğüt
olan" İncil'i indirmiştir. "İncil
ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre büküm
versin". Yine Allah peygamberimize de "daha önceki
kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini
koruyucu olan bu hak kitab" Kur'an'ı indirmiş ve
ona "Onlar arasında Allah'ın indirdiği
ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların
keyfi arzularına uyma!" buyurmuştur.
"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
vermeyenler, kâfirlerin ta kendileridir." "Allah'ın
indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta
kendileridir".. "Allah'ın indirdiği ayetlere göre
hüküm vermeyenler fasıkların ta kendileridir."
"Yoksa istedikleri cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara
göre, Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden
daha iyisi düşünülebilir mi hiç?" Görüldüğü
gibi tüm dinler, bu meseleye dikkat çekmekte,dolayısıyla
gerek yöneticiler gerekse yönetilenler için, imanın
tanımının ve İslâm'ın
şartının ne olduğu tespit edilmektedir. Bu da
yönetenlerin Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi,
yönetilenlerin bu hükmü kabul etmesi ya da Allah'ın
şeriatı dışındaki şeriatların
ve hükümlerin istenilmemesidir.
Meseleyi bu şekilde
ortaya koymak, son derece önemlidir. Bu çerçeve içerisinde,
söz konusu meselede titizlenmenin temelinde, son derece önemli
nedenler vardır. Bu nedenler nelerdir acaba? İşte
bizler, gerek buradaki nasslarda, gerekse Kur'an'ın genel
akışı içerisinde, bu sorunun cevabını
aradığımızda, söz konusu nedenlerin son
derece açık ve net bir biçimde ortada olduğunu görüyoruz.
Bu meselede karşımıza
çıkan en önemli noktalardan ilki, Allah'ın
İlahlığını, Rabbliğini ve insanlar
üzerinde -hiçbir ortağı olmaksızın-
egemenliğini kabul emek ya da bunu reddetmektedir.
İşte bu bağlamda, mesele iman ya da küfür,
İslâm ya da cahiliyye meselesidir.
Kur'an'ın her
yerinde bu gerçek vurgulanmaktadır...
Allah, yaratandır...
Bu evrenin yaratıcısıdır. Bu insanın
yaratıcısıdır. Yerlerde ve göklerde ne varsa
tümünü, bu insanın hizmetine vermiştir. Allah,
yaratmada tektir. Bu konuda, öyle ya da böyle, hiç bir ortağı
söz konusu değildir.
Allah, yaratıcı
olduğu gibi, aynı zamanda rızık verendir. Hiç
kimse, ne kendi si ne de bir başkası için, rızık
noktasında, öyle ya da böyle, hiç bir güce sahip değildir.
Evren ve insanlar
üzerinde egemen olan biricik güç, Allah'tır. O,
yaratandır,her şeyin sahibidir, rızık
verendir. Gücün gerçek sahibi O'dur. O'nun gücü olmaksızın,
ne yaratmaktan söz edilebilir, ne rızıktan, ne
yarardan, ne de zarardan... Bu varlık aleminde salt egemen
olan Allah'tır.
İman, Allah'ı tüm
bu nitelikleriyle birlikte kabul etmektir. İlahlık,
egemenlik konularında O'na, -kesinlikle hiçbir ortak koşmaksızın-
boyun eğmektir. İslam, teslim olmak ve söz konusu
niteliklerin gerektirdiklerine itaat etmektir. İlahlık,
Rabblik, -insanların yaşamı da dahil olmak üzere-
tüm varlıklara egemenlik noktalarında, Allah'ı
birlemek demektir. O'nun, gerek yazgıda, gerekse
şeriatında son derece belirgin olan egemenliğini
tanımak demektir. Allah'ın şeriatına teslim
olmanın anlamı, -herşeyden önce- O'nun
İlahlığını, Rabbliğini ve
egemenliğini kabullenmek demektir. Söz konusu şeriata
teslim olmayıp, yaşamın hangi alanında olursa
olsun başka bir şeriatı benimsemenin anlamı
ise, -herşeyden önce- Allah'ın
ilahlığını, rabbliğini ve
egemenliğini kabullenmeyi reddetmek demektir. Teslimiyetin ya
da inkârın, sözle ya da davranışla olması
birşey değiştirmez. Bu, küfür ya da iman,
cahiliyye ya da İslâm meselesidir. Bu nedenle de Allah
şöyle buyuruyor: "kim
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise
onlar, kâfirlerin ta kendileridir.", "zalimlerin ta
kendileridir", "fasıkların ta
kendileridir."
Bu meselede ikinci
önemli nokta ise, Allah'ın şeriatının,
insanların koyduğu şeriatlar
karşısında kaçınılmaz bir biçimde ve
kesinkes üstün olduğunu kabul emektir. Burada ele
aldığımız ayetlerin sonuncusunda, bu
üstünlük şöyle dile getiriliyor: "Kesin inançlılara
göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden
daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"
Her türlü sosyal davranışta,
her türlü sosyal durumda, Allah'ın
şeriatının üstünlüğünü, mutlak biçimde
kabul etmek de yine küfür ve iman meselesine girmektedir.
İnsanların sosyal davranışları ve
durumları ne olursa olsun hiç kimse, herhangi bir insan
tarafından belirlenmiş bir şeriatın üstünlüğünü
ya da onun Allah'ın şeriatına
eşdeğerliğini öne süremez. Buna yeltenen bir
kimsenin, aynı zamanda mümin ya da müslüman olduğunu
öne sürmesi ise asla olası değildir. Çünkü bu
görüşü ileri süren kimse, insanların
durumlarını Allah'tan daha iyi bilebileceği,
onların sorunlarını çözümlemede Allah'tan daha
iyi hükümler koyabileceği iddiasındadır. Söz
konusu kişi bu tutumuyla, insanların yaşamları
süresince karşılaşabilecekleri durumları ve
onların gereksinimlerini Allah'ın bilemediğini, bu
nedenle de şeriatında bir hüküm belirlemediğini
ya da bilmesine karşın herhangi bir hüküm belirlemediğini
savlamaktadır. Böylesi bir iddiada bulunan kişi her ne
kadar müminim dese de onun bu tutumu, iman ve İslâm ile
asla bağdaştırılamaz.
Allah'ın
şeriatının diğer şeriatlar
karşısındaki üstünlüğünün tezahürlerine
gelince, bunları tümüyle kavrayabilmek güçtür. Zira,
Allah'ın şeriatının hikmeti, herhangi bir
nesil için bütünüyle ortaya çıkmış
değildir. Allah'ın şeriatının ortaya çıkmış
olan kimi hikmetlerini ise burada ayrıntılarıyla
verebilmemiz güçtür. Bu nedenle, konuya çok kısa
değinmekle yetineceğiz:
Allah'ın
şeriatı, insanların yaşamına ilişkin
kapsamlı, bütüncül bir yöntem olarak karşımıza
çıkıyor. Bu şeriatta, yaşam biçimleri nasıl
ve hangi düzeyde olursa olsun insanların
yaşamlarının her yönünü geliştirme, yönlendirme
ve düzenleme söz konusudur.
Bu sistem, insanın
varlığı, insanlığın gereksinimleri
ve insanın üzerinde yaşadığı evrene
ilişkin gerçekliğe, ayrıca evrende ve
insanlığın oluşumunda egemen olan doğa
yasalarının yapısına ilişkin mutlak
bilgiye dayanmaktadır. Bu sistem, yaşama ilişkin hiç
bir meseleyi es geçmemiştir. Dolayısıyla bu
sistem, insanların etkinlik biçimleri arasında
yıkıcı bir çatışmaya yol açmadığı
gibi, söz konusu etkinlikler ile doğa yasaları
arasında da yıkıcı bir çatışmaya
yol açmamaktadır. Tam tersine bu sistem, bir denge, bir uyum
ve bir bütünlük sağlamaktadır. Salt dış
tezahürlere ve salt belirli bir zaman diliminde ortaya çıkmış
şeylere göre bilgilenmiş bir insanın ürünü olan
bir sistem ise, yukarıda söylediğimiz mükemmelliği
sağlayamayacaktır. İnsan tarafından
belirlenmiş bir sistem, beşerî bilgisizliğin
olumsuz etkilerinden kurtulamayacaktır. Dolayısıyla
böyle bir sistemin, insanların etkinlik biçimleri arasında
yıkıcı bir çatışmaya yol açması ve
bunun da şiddetli sarsıntıları beraberinde
getirmesi kaçınılmazdır.
Allah'ın
şeriatı, mutlak adalet üzerine kurulmuş bir
sistemdir. Zira Allah, mutlak adaletin ne ile ve nasıl gerçekleşeceğini
herkesten iyi bilmektedir. Yine O, tüm varlıkların
rabbi olması dolayısıyla, varlıklar
arasında adaleti sağlama, geçici arzu, eğilim,
zayıflık, bilgisizlik, eksiklik,
aşırılık ve ihmalkarlık gibi olumsuz
niteliklerden uzak bir biçimde, kendi sistemini ve
şeriatını belirleme gücüne sahiptir. Oysa,
şehvetlerle, tutkularla, zaafla, geçici arzularla donatılan,
üstüne üstlük bilgisizlik ve eksiklikten kurtulamayan insanın
üreteceği bir sistem mükemmel olamayacaktır. Bu
bağlamda söz konusu beşerî sistemin, bir birey, bir sınıf,
bir ulus ya da bir kuşak tarafından üretilmiş
olması gerçeği değiştirmez. Her ne olursa
olsun beşerî bir sistem, geçici arzular, değişken
istemler, tutkular ve bunlara ek olarak bilgisizlik, eksiklik, tek
bir kuşakta bile olsa belirli bir meseleye bütüncül bir
çözüm sunmadaki acizlik nedeniyle, kendini yetersizlikten
kurtaramayacaktır.
Allah'ın
şeriatı, tüm doğa yasalarıyla uyum içerisindedir.
Çünkü bu şeriatın sahibi, evrenin de sahibidir.
Evreni de insanı da yaratan O'dur. Dolayısıyla
insana ilişkin bir şeriat belirlerken, onu evrendeki öğelerden
biri olarak görmektedir. İnsan, Allah tarafından,
doğru yolda yürümek ve evrendeki yasaları bilmek
koşuluyla, kendi hizmetine sunulan bu evrene belirli oranda
da olsa yön verebilme gücüyle donatılmıştır.
Dolayısıyla bu noktada, insanın hareketi ile içinde
yaşamakta olduğu evrenin hareketi arasında, bir
uyum sağlanabilmektedir. Bu şeriatta insan
yaşamına, evrenle uyum içinde en doğal düzen sağlanmaktadır.
Ve insan, salt kendisine ve hemcinslerine karşı
değil, aynı zamanda evrendeki canlı cansız tüm
varlıklara karşı nasıl
davranacağını bu şeriata göre belirlemek
durumundadır. İnsanın bu evrenden soyutlanabilmesi
mümkün olmayacağına göre, onunla olan ilişkisini
sağlam ve doğru bir yönteme uygun biçimde belirlemesi
de kaçınılmazdır.
Yine, insanı insana
kölelikten kurtaran biricik sistem de Allah'ın
şeriatıdır. İslâm sistemi dışındaki
tüm sistemlerde, insan insanın kölesi kılınmakta
ve insan insana tapmaktadır. İnsanı, kullara kölelikten
kurtararak, hiç bir ortağı söz konusu olmayan Allah'a
ibadet eder hale getirmek, sadece ve sadece İslâm sistemine
ait bir özelliktir.
Daha önce de açıkladığımız
üzere, ilahlık konusundaki niteliklerin en önemlisi,
egemenliktir. Bu durumda, bir grup insan için kanun koyan bir kişi
kendisini, o insanlar nezdinde ilahlık mertebesine yükseltmekte
ve ilahlığa ilişkin nitelikleri kullanmış
olmaktadır. Böyle bir durumda söz konusu insanlar, o kanun
koyucunun kuludurlar, Allah'ın kulu değil. Yine söz
konusu insanlar bu durumda, Allah'ın dinine değil, o
kanun koyucunun dinine mensup olmuş demektirler.
İslâm, şeriat
belirleme hakkını sadece Allah'a vermekle insanı,
kula kulluktan kurtarmış, onun sadece Allah'a ibadet
eder hale gelmesini sağlamıştır. Bu nedenle
İslâm, insanın özgürlüğünü, insanın
yeniden doğuşunu muştulayan bir dindir... Zira
insanın, kendisini bir başka insanın
hegemonyasından kurtaramadıkça, bu noktada tüm
insanlarla Allah önünde eşit bir konumda olmadıkça,
kendisini yenileyebilmesi ya da varlığını
koruyabilmesi olası değildir.
Buradaki ayetlerde
üzerinde durulan mesele gerçekten, İslâm inancındaki
en önemli meselelerden biridir. Bu, ilahlık ve kulluk,
adalet ve doğruluk, özgürlük ve eşitlik, ayrıca
insanın özgürlüğü -hatta yeniden doğuşu-
ile doğrudan ilintili olması sebebiyle, küfür ya da
iman, cahiliyye ya da İslâm meselesidir.
Cahiliyye, belirli bir
tarihsel süreçten ibaret değildir. Herhangi bir sistemde
cahiliyye prensipleri mevcutsa, bu olgu halâ yaşanıyor
demektir. Cahiliyye, en özlü tanımıyla, Allah'ın
sistemini ve insanlara gönderdiği şeriatını
değil de, insanlarca geçici arzular doğrultusunda
belirlenmiş bir şeriatı benimsemektir. Bu geçici
ve değişken arzuların, bir bireyin, bir
sınıfın, bir ulusun ya da belirli bir
kuşaktaki tüm insanların ürünü olması hiç birşeyi
değiştirmez. Bu arzular ve istemler Allah'ın
şeriatından kaynaklanmadıkça, değişken
ve geçici arzular olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bir insan, insanlar için
kanun koyucu durumundaysa bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü
bu durumda yasaların kaynağında, o insanın
arzuları ve görüşleri bulunmaktadır.
Dolayısıyla farklılık sadece sözcüklerdedir.
Bir sınıf,
diğer sınıflar için kanun koyucu durumundaysa bu,
cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda yasalar, söz
konusu sınıfın çıkarları ya da
parlamenter çoğunluğun görüşü doğrultusunda
belirlenmektedir. Dolayısıyla farklılık yine,
sadece sözcüklerdedir.
Bir ulustaki tüm sınıfların,
tüm sektörlerin temsilcileri kendileri için kanun koyucu
konumundaysa bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda
kanun, yanıltıcı tutkulardan kesinlikle
kurtulamayan, bilgisizlikten kesinlikle soyutlanamayan
insanların arzularına ya da halkın görüşlerine
göre belirlenmektedir. Dolayısıyla farklılık
yine sadece sözcüklerdedir.
Bir grup ulus, insanlık
adına kanun koyucu durumundaysa, bu, cahiliyyenin ta
kendisidir. Çünkü bu durumda kanun, söz konusu ulusların
ulusal amaçları ya da devletler topluluğunun görüşü
doğrultusunda belirlenmektedir. Dolayısıyla burada
da farklılık sadece sözcüklerdedir.
Ancak, kanun koyucu,
insanların yaratıcısı, toplumların
yaratıcısı, ulusların ve kuşakların
yaratıcısı ise, bu durumda söz konusu olan, Allah'ın
şeriatıdır. Bu şeriatta, hiç kimse bir başkasına
karşı kayırılmamaktadır.. Hiç bir birey,
hiçbir toplum, hiçbir devlet, hiçbir nesil, bir diğerine
karşı kollanıp kayırılmamaktadır.
Zira Allah, herkesin Rabbidir. O'nun önünde herkes eşittir.
Zira Allah, herkesin gerçek durumunu ve herkes için neyin uygun
olduğunu çok iyi bilmektedir. Hiçbir aşırılığa
ya da savsaklamaya düşmeksizin insanların
yararını gözetme ve gereksinimlerine yanıt verme
noktasında, hiç kimse Allah'tan daha üstün bir konumda
olamaz.
Kanun koyucu Allah'ın
dışında biriyse insanlar, söz konusu kanun
koyucunun kulu durumundadır. Bu bağlamda kanun
koyucunun, bir birey, bir sınıf, bir ulus ya da bir
devletler topluluğu olması hiç bir şeyi
değiştirmez.
Ancak, kanun koyucu Allah
ise, herkes özgür ve eşit demektir. Herkes sadece Allah'a
boyun eğecek, sadece Allah'a ibadet edecek demektir.
İnsanoğlunun yaşamında ve evrenin mevcut düzeninde
söz konusu meselenin bu denli önemli oluşunun nedeni,
burada yatmaktadır: "Eğer
gerçek, onların değişken istemlerine ve
arzularına göre belirlenseydi, gökler ve yeryüzü ve
oralarda bulunanlar bozulup giderlerdi." (Müminun Suresi,
71)
Allah'ın
indirdikleri dışında yasalarla hükmetmenin sonucu,
kötülük, bozgun ve nihayet iman çerçevesinin dışına
çıkmaktır.