20- Hani Musa kavmine
demişti ki, ey kavmim, Allah'ın size verdiği
nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden
peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı,
size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.
21- Ey kavmim,
Allah'ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal
topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan
olursunuz.
22- Dediler ki, "Ya
Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça
biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman
oraya gireriz.
23- Allah'tan korkan ve
O'nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; "Onların
üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıda
içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer müminseniz
sırf Allah'a dayanınız.
24- Dediler ki, "Ey
Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlïkle
girmeyiz. Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada
kalıyoruz.
25- Musa dedi ki; "Ya
Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz
geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden
ayır.
26- Allah dedi ki;
"Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı.
Bu süre içinde orada burada şaşkın
şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış
bu kavim için sakın üzülme.
Bu ayetler, Kur'an'ın
ayrıntılı biçimde açıkladığı
yahudilere ait kıssanın bir bölümüdür. Bunun böyle
bölümlere ayrılmasının pek çok hikmeti vardır.
Bu hikmetin bir yönü,
yahudilerin Medine ve tüm Arap yarımadasında İslâm
davetine karşı düşmanlık, tuzak ve
savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden
itibaren müslüman topluma karşı savaş ilan
ettiler. Medine'de münafıklığı ve münafıkları
himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara
karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri
vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler
ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.
İnanç ve liderlik
çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri
gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve
casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları,
apaçık ilan edilmiş bir harbte yüzyüze savaşmadan
yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının
öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin,
mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları
hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman
topluma gösterilmesi gerekiyordu.
Allah, onların geçmişlerinde
Allah'ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık
gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman
olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete,
onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık
yöntemlerini uygun gördü.
Bu hikmetin diğer
bir yönü de yahudilerin, Allah'ın son dini gelmeden önce,
başka bir dinin mensupları olmalarıdır.
İslâm'dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini
kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş,
Allah'la yaptıkları "sözleşme"yi pek
çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların
etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi,
hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş
bütün peygamberlerin ve ilahî inanç birikiminin varisleri olan
müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini,
bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve
ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi
gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri
de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden
faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi,
şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki
sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu
tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.
Yahudilerin tecrübeleri
uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arz ediyor. Allah,
ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin
katılaştığını ve nesillerin
saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin
kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin
hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların
başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu
ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının,
önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin
başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis
ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan
öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki,
hidayet ve doğruluğa baş kaldırmak isteyen
kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilipte ondan sapan
kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha
yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan
yeni bir davetle karşılaştıklarında,
üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen
bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de
seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye
almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini
hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra
gerek vardır. Allah'ın yahudilerin
kıssalarını böylesine uzun açıklamasında
ve dine inanan varisleri, tüm insanların önderleri olan
müslüman ümmete uzun boylu sunmasında pek çok hikmetli
yönler vardır. Burada, bu kısa değinilerin
ötesinde, daha fazlasını gösteremeyeceğimiz pek
çok yönleri vardır. Bu sûrede, bu derste, bahsettiğimiz
bu meseleye tekrar dönelim.
"Ey kavmim, Allah'ın
sizin için yurt. olarak belirlediği kutsal topraklara
giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan
olursunuz."
Hz. Musa'nın bu sözlerine
göz attığımızda, Hz. Musa'nın kavminin
tereddütleri ve geri dönmeleri karşısındaki
şefkatini anlarız. Daha önce uzun yol boyunca pek çok
yerde onları denedi: Mısır'dan çıkarıldıklarında,
ezilmişlik ve perişanlıktan hürriyete kavuştuklarında,
Allah'ın adı ve otoritesiyle nehir onlar için yarıldığında
ve Firavun ve ordusunu boğduğunda onları
denemişti. Onlar, putlarının çevresinde toplanmış
bir topluluğa rastlayınca, "Ey Musa, onların
ilahları gibi bize de bir ilah yap" dediler. Musa, Allah
ile sözleşmesi gereği onları bir süre yalnız
bıraktığında ise, Samiri,
Mısırlı kadınlardan çaldıkları
altınlardan böğüren bir buzağı yaptı.
Sonra, onun çevresinde toplandıklarında, "Hz.
Musa'nın buluşmaya gittiği ilah budur",
iddiasını ileri sürdüler.
Hz. Musa onları
sahranın ortasında kayayı yararak kendilerine su çıkardığında
ve üzerlerine iştah açıcı bir yiyecek olarak
kudret helvası ile bıldırcın
yağdırdığında da denemişti. Onlar
ise aşağılandıkları ülke Mısır'ın
alışkın oldukları yiyeceklerini arzu
etmişler; baklasını, kabağını,
sarımsağını, mercimeğini ve
soğanını istemişler ve kendileri
şaşkın halde yollarını kaybetmişken
Hz. Musa'nın yönelttiği yüce hedef, üstünlük ve
kurtuluş yolunda yaşamaya ve ulaştıkları
yiyeceklerden ayrılmaya dayanamamışlardı!
Hz. Musa onları,
kesmekle emr olundukları inek olayında da denemişti.
Onlar, Allah'ın emri karşısında
duraksadılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt
ettiler.
"İneği
kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!"
Hz. Musa, Allah ile
buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları
sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı
levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm
bu lütuflara ve bütün hatalarının
bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi
kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük
bir kayayı, "Sanki üzerlerine düşecekmiş
sandıkları" şekilde başları
üzerinde sallanır bulunana kadar "söz" vermediler.
Hz. Musa onları uzun
yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte,
mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan
durumu... Uğrunda Mısır'dan çıktıkları
vaad edilmiş topraklar... Allah'ın orada hakimiyet
kurmalarını vaadettiği ve Allah'ın gözetiminde
ve önderliği altında yaşamaları için orada
aralarından peygamberler gönderdiği topraklar...
Hz. Musa Yahudileri
denedi ve onlara şefkatli davranmaktan başka çıkar
yol görmedi. Onları son bir kez daha çağırdı.
Bu çağrı, en parlak hatırlatmaları, en büyük
müjdelemeleri en güzel yüreklendirmeleri ve en şiddetli
sakındırmaları içermekte idi:
"Hani Musa kavmine
demişti ki, ey kavmim, Allah'ın size verdiği
nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden
peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı,
size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi."
"Ey kavmim,
Allah'ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal
topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan
olursunuz." Allah'ın
nimeti ve aralarından peygamberler göndereceği ve
onları hükümdar yapacağı şeklindeki vaadi
gerçektir. Onlara verdiği bu nimet ve vaadi yeryüzünde
şu ana değin hiçbir kimseye vermemiştir. Girmeye
çağırıldıkları kutsal topraklar,
Allah'ın vaadi ile kendilerine verilmiştir. Bu kesindir.
Allah'ın vaadinde nasıl durduğunu daha önce
görmüşlerdi. İşte şu vaade dilen yere ayak
basmak zordur.
Gerisin geriye dönmeleri
ise, açık bir hüsrandır.
Fakat yahudiler...
Şu yahudiler... Korkak, sahtekar dönek ve sözde durmaz
yahudiler.
"Dediler ki,
"Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça
biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman
oraya gireriz.'
Yahudinin cahiliyeti,
burada gerçek şekliyle beliriyor ve apaçık ortaya çıkıyor.
Nezaketle karışık bir inceliğin arkasına
saklanmış olsa bile... Çünkü onlar bir tehlike ile
karşı karşıyalar. Şu anda onlarda,
incelikten de bir eser kalmamıştır. Bu durumda ne
cesaretlendirmeye kalkışmanın, ne de teşvik
etmenin bir anlamı kalmamıştır. Çünkü
tehlike, çok yakındır. Bu yüzden bu topraklara sahip
olmalarına dair, Allah'ın onlara verdiği söz bile
onları kurtaramaz. Allah, bu toprakları onlara
yazmıştı. Ama onlar ucuz ve değersiz ve
emeksiz bir zafer kazanmayı umuyorlardı, üzerlerine bıldırcın
ve kudret yağıyormuş gibi bir zafer!
"Orada zorba bir
kavim var... Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya
kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya
gireriz.
Fakat zafere ulaşma
yolunda katlanacak zorluklar; kalpleri imandan yoksun yahudilerin
sanıldığı gibi az değildi.
"Allah'tan korkan ve
O'nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki;
"Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz.
Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir.
Eğer mümin iseniz sırf Allah'a
dayanınız."
Burada, Allah'a iman ve
O'ndan korkmanın değeri karşımıza çıkmaktadır.
Bu, Allah'tan korkan iki adamın kalplerinde
taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini
sağlıyordu. Muhtemel tüm tehlikeler karşısında
bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri, zorluk
anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde
Allah korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce
Allah, bir gönülde iki korkuyu, "Allah'tan korkma ile
insanlardan korkmayı" birleştirmez. Allah'tan
korkan kimse, O'ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden
korkmaz.
" ..Onların
üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan
içeri girince, onları yendiniz demektir."
Gönüller savaşlarla
ilgili ilmin ortaya koyduğu bir kuraldır bu. İleri
atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)...
Kavmin yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman,
kalplerin sizin gönüllerinizin sağlamlığı
nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar.
Artık onlara karşı zaferin kesinleşti
demektir.
"... Eğer
mümin iseniz, sırf Allah'a dayanınız."
Mümin, yalnızca
Allah'a dayanır. Bu, imanın karakteristiğidir. Bu,
imanın zorunlu neticesidir.
Fakat bu iki adam bu sözü
kime söylüyorlar? Yahudilere mi?
"Dediler ki; Ey
Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle
girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada
kalıyoruz."
Böylece korkaklar
belirlendi. Utanmıyorlardı. Önlerindeki tehlikeden
korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım bile
ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine
zıt ve yek diğerinden uzak hasletler değildir.
Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir göreve kalkışır!
Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider
ve bu göreve sayıp döker. İstemediği halde
omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca bir
tavır takınır.
"... Git
sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada
kalıyoruz."
İşte böyledir
acizin küstahlığı... Dil küstahlığı,
ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez.
Fakat görevi yerine getirmeye kalkışmak, aynı
zamanda dili tutmayı da gerektirir.
"Git sen Rabbin ile
birlikte..."
Allah, ilâhlığı
gereği olarak, onları savaşla yükümlü kıldığı
zaman, onların Rabbi değilmiş gibi
davranıyorlar.
"... Biz
burada kalıyoruz."
Biz ne hükümranlık
istiyoruz ne şeref ne de vaad edilmiş toprakları
istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla
karşılaşma var.
Bu Hz. Musa'nın
yolculuğunun sonu. Büyük gayretlerinin uzun seferinin ve
yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara
ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın
sonu! Evet, işte onlarla kapısına kadar
geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah'ın
yahudiler ile yaptığı anlaşmasını
bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda
elde ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?
"Musa dedi ki;
"Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç
kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış
kavimden ayır."
Elem dolu,
sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların
yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve
kararlılık içeren bir dua!
O, kendisi ve kardeşi
dışında kimseye söz geçiremediğini
Allah'ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da
bir insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir.
Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve
dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah'tan başka yönelecek
bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve
yakarışla Allah'a şikayette bulunuyor, kendisiyle
yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen
ayrılmasını istiyor. Artık Allah'ın
sağlam anlaşmasını bozduktan sonra onlarla hiçbir
ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa'yı
yahudilere ne soy bağlayabilir ne tarih
ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu
yahudilere sadece Allah'a davet ve Allah ile anlaşma
bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu
bağı koparınca Hz. Musa ile aralarına derin
bir uçurum girdi. Yahudilerle ilişkisini sağlayan hiç
bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı.
Hz. Musa, Allah'ın anlaşmasına dosdoğru
uymuş, yahudiler yan çizmiş iken, Hz. Musa
Allah'ın sözleşmesine sımsıkı
sarıldı.
İşte bu
peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin çizgisidir. Bu,
müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe
olan bir bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne
millet, ne dil, ne tarih ne de yöre bağlarından
herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler
değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir.
Allah peygamberinin davasını kabul etti ve sapıklar
aleyhine adil bir ceza hükmetti.
"Allah dedi ki;
"Kırk yıl boyunca orası onlara
yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada
şaşkın şaşkın
dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim
için sakın üzülme."
Böylece Allah onları,
-mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde
çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan
yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile
yasakladı. Böylece yeni bir nesil türesin, bu nesilden
farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler çıkaran
ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa
alışmış olarak yetişen bir nesil..
Mısırda
aşağılık, kölelik ve zulüm altında
bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi
yerine getirmekten caymayacak bir nesil. Aşağılanma,
kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de milletlerin
fıtratını yozlaştırır.
Ayetlerin
akışı onları çölün perişanlığı
içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi
güzellikleri, mükemmel ibretleri içeren bu sahne Kur'an'ın
ifade üslubuna uygundur.
Müslümanlar -Allah'ın
kendilerine anlattığı kıssalardan- gerekli
dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında
Kureyş ordusu karşısında az olmalarına
rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine şöyle
demişler:
"Şu halde
"Ey peygamber, biz sana yahudilerin peygamberlerine söylediği
gibi, "Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada
kalıyoruz" demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile
savaş biz de seninle birlikte
savaşacağız" diyoruz.
İşte bunlar,
Kur'an'ın genelde kıssalar ile terbiye metodunun kimi
sonuçları ve Allah'ın yahudilerin
kıssasını ayrıntılı olarak
anlatmadaki kimi hikmetleridir.
Önümüzdeki ders,
insanların hayatında temelli yere sahip bazı
şer'i hükümleri açıklamaya başlıyor.
Bunlar, Allah'ın sistemine ve kanunlarına göre
hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve hayatın
korunmasına, düzeninin himayesine, Allah'ın
kanunları gölgesindeki kamu düzenine ve onu Allah'ın
emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm
şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman
topluma karşı yapılan ayaklanmaların
önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen
Âllah'ın kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü
bu toplumdaki herhangi bir kişinin malının ve mülkiyetinin
dokunulmazlığına dair hükümlerdir.
Bu ders, toplum hayatındaki
bu temel işlere ilişkin bu hükümleri incelemeye
geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda meydana getiren
sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği
ve bozgunculuğu, ona karşı ona karşı
durmanın gerekliliği, suçluların
cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye
yücelten sebeplere karşı direnmenin zorunluluğunu
açıklayan "Adem'in iki oğlu" ile ilgili
kıssaya ilişkin bu hükümler ile giriliyor.
Kıssa ve içerdiği
öğütler, Kur'an ayetlerinin akışı içerisinde,
onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde
kaynaştırılıyor.
Ayetlerin
sıralamasını düşünen okuyucu, bu kıssanın
buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna
edici öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında,
hisseder. Allah'ın hükümleri ile hükmedilen ve sistemin
uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve
toplum düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete
yönelen saldırıların, oluşturduğu suçlara
getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir
kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu,
her yönüyle hayatı Allah'ın sistemine ve hukukuna göre
düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu sistemin
temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder... Bu
yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği
istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı
üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm çeşitlerini korku
ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın
bütün yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün
etkilerini, ondan uzaklaştırır. Böylece -erdemli,
adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir
benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete
yönelik saldırılar kabul edilemez ve genel özelliğiyle
hiçbir hafifletici sebep tanımaz.
Bu durum sorunsuz
insanlara normal olmak yolunda uygun şartlar sunduğu ve
hem ferd, hem de toplum hayatında suça yönelten tüm
sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm'ın
suç ve suçlulara yönelik sertliğini
anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların
yanında, İslâm nizamı, bir de iyi bir
kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için,
kural tanıma suçlulara bütün garantileri sağlamayı
üstleniyor ve en ufak bir şüphe sebebiyle hadleri
uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı
hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına
yarayan tevbe kapısını sonuna kadar açıyor.
Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz
tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:
Fakat ayetlerin
akışıyla birlikte konuyu ve içerdiği bu hükümleri
ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan
ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz
etmemiz gerekmektedir.
Bu derste sözü geçen
gerek cana karşı, yapılan saldırılar ve
gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara
ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın
koyduğu, kısas ve ta'zir gibi diğer hükümler ile
aynıdır. Hepsi de, sadece "daru'l İslâm"da
kurulan "İslam toplumu"nda yürütme gücü ile
uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın
"daru'l-İslâm" kavramı ile neyi amaçladığını
açıklamamız gerekmektedir. Bütün dünya İslâm
nizamına ve müslümanların değer
yargılarına göre sadece iki kısma
ayrılmaktadır:
1- İslam yurdu
(dar'ul-İslâm):
İslâm kanunlarının
uygulandığı ve İslâm hukukuna göre hüküm
verilen bütün toplumları kapsamaktadır.
İdarecileri İslâm kanunlarını uygular ve
İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının
tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem
de gayri müslimlerden (zımmî) olması ya da
tamamının zımmî olması durumlar
aynıdır. Halkı tamamen müslüman veya hem
müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir
beldeyi savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte
aralarında İslâm hukukuna göre hükmediyor ve İslâm
kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır.
Bir beldenin, "Dar'ul-İslâm" olabilmesi için değerlendirmelerin
temel ekseninde, orada, İslâm kanunlarının
uygulanması ve yasamanın. İslâm
şeriatına göre yapılması yer almaktadır.
2-
"Dar'ul-Harb" (Savaş Yurdu): İslâm kanunlarının
uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm
verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne
olursa olsun, ister müslüman oldukları ister ehli kitap
oldukları ya da kafir olduklarını söylesinler fark
etmez. Bir beldenin "Savaş Yurdu" olabilmesi için
değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm
kanunlarının uygulanmaması ve yasamanın
İslâm hukukuna göre yapılmaması yer
almaktadır. Böyle bir belde gerek müslüman gerekse
İslâm toplumu açısından "Savaş
Yurdu" sayılır. Tüm bu tanımlamalara göre
İslâm toplumu "İslâm Yurdu"nda yaşayan
bir toplumdur. Bu toplum Allah'ın sistemine göre düzenlemiştir
ve O'nun hukuku uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar
ve kamu düzeni korunmayı haketmiştir. Can ve mallara
saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm
bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların
uygulanması gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek
güçlüler, gerekse güçsüzler için çalışma güvenliği
ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız
ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe
özendiren etkenleri bol olarak barındırma, kötülüğe
teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir toplumdur.
Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin
kendisine sağladığı bu bol nimetleri
muhafazası, bütün diğer bireylerin de
haklarını can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi
tüm hakları garanti altına alınmış
olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları
"İslâm Yurdu"nun selametini koruması
hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm
insanî değerleri ve bütün sosyal hakları kabul
etmekte bu değerleri ve hakları korumayı da
üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki
düzene karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli
cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve günahkar saldırganlardır.
Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan yüzünden
ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak
her türlü garantiyi sağlamıştır.
"Daru'l-Harb"e gelince... Tanımı
yukarıdaki şekildedir. Ne oranın, ne de
halkının İslâm şeriatının
cezalarını uygulayarak esenliğinden faydalanmaya
hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle İslâm
şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm'ın
hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar, Dar'ul-İslâm'da
yaşayan ve hayatlarında İslâm
şeriatını uygulayan müslümanlara oranla,
güvenlik altında değillerdir. Canları ve
malları İslâm'a göre -müslümanlarla anlaşmaları,
Dar'ul-İslâm ile aralarında sözleşme
bulunması durumu dışında- dokunulmaz
değildir. Bu anlaşmazlıkların
yanısıra İslâm hukuku dar'ul-harp'ten gelip eman
ahdi ile dar'ul İslâm'a giren her ferdine bu eman süresince
ve müslüman devlet başkanının otoritesi
dahilindeki "daru'l İslâm" sınırları
içerisinde yukardaki garantileri vermektedir.