103- Allah, Bahire, Saibe,
Vesile ve Hami diye bir şey koymamıştır. Fakat
kâfirler Allah adına yalan uydururlar. Onların çoğu
düşünme yeteneğinden yoksundur.
104- Onlara Allah'ın
indirdiği Kur'an'a ve Peygambere uyunuz denildiğinde,
"Atalarımızın miras
bıraktığı düzen bize yeter" derler. Peki
ya, ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak
kimseler idiyse?
Buna göre insanın
kalbi, ya Allah'ın kendisini yarattığı
fıtratına dayanıp doğru yolu bulacak, buna
bağlı olarak tek olan ilahını tanıyacak,
onu kendine rab edinecek, yalnız ona kul olmayı kabul
edecek ve sadece O'nun yasasına teslim olacak, O'ndan
başkasının ilahlığını red
edecek ve O'nunla ilişkilerinde tam bir netliğe
kavuşacak ya da cahiliyenin putperestliğinin dar geçitlerinden
ve tuzaklarından sürekli biçimde geçmek zorunda kalacaktır.
Geçtiği her geçitte, bir karanlıkla
karşılaşacak ve patikada yeni bir kuruntuyla yüz
yüze gelecektir. Cahiliyenin ve putperestliğin azgın
otoriteleri ondan, kulluk için çeşitli ayınlar
isteyecek, kendilerini memnun edebilmesi için ondan, çeşitli
fedakarlıklar bekleyeceklerdir.
Sonra ibadetlerdeki ve
fedakarlıklardaki bu ayınlar öyle bir çoğalacaktır
ki putperest bunların temelini unutacak, hikmetini kavramadan
onları bilinçsizce yerine getirecektir. Çeşitli
ilahlara ibadet ettiğinden Allah'ın insana
bağışladığı insanî onurunu
yitirecektir.
Halbuki İslâm,
kulların bağlı bulunduğu otoriteyi bire
indirgemek, bununla insanları birbirine kulluk etmelerinden
kurtarmak, çeşitli ilahlara ve Rablere kulluğundan
kurtarmak için tevhidi esas almıştır.
İnsanın
vicdanını putperestliğin kuruntularından ve
korkularından kurtarıp özgürlüğe
kavuşturmak için, insanın aklına onurunu geri
vermek, onu ilahların ve ayınların
boyunduruğundan kurtarmak için gelmiştir.
İşte bu nedenle İslâm, putperestliğin her çeşidine,
her biçimine karşı savaşmış. Onu tüm
boyutlarıyla ve girintilerine çıkıntılarına
varıncaya kadar amansız bir şekilde
kovalamıştır. Vicdanlarının
derinliklerinde, ibadet şekillerinde,sosyal hayatla ilgili
konularda, idare ve sistemli yasamaların tümünde ona karşı
mücadele etmiştir.
İşte bu da
putperest Arap cahiliyesinin çıkmazlarından biridir.
İslâm onu düzeltmek için ele alıyor ve üzerine
projektörlerini yönelterek etrafını kuşatan
mitolojik ağı parçalamaya çalışıyor. Düşünce
ve teorinin ilkelerini, kanun ve yasamanın metodunu
belirliyor:
"Allah Bahire, Saibe,
Vesile ve Hami diye bir şey
ortaya
koymamıştır. Fakat kafirler Allah adına yalan
uydururlar. Onların çoğu düşünme yeteneğinden
yoksundur."
Bunlar, cahiliyenin
akıl ve vicdan karanlıklarında meydana
getirdiği kuruntular yığınından
kaynaklanan özel şartlarla, ilahlarına
adadıkları hayvan çeşitleridir: Bahire, Saibe,
Vesile ve Hami!..
Peki bu hayvan çeşitleri
neyin nesi? Onlarla ilgili bu hükümleri koyan kimdi?
Bu hayvanların
tanımlarına ilişkin rivayetler çoktur. Şimdi
biz bu tanımlardan yalnız bir kısmını
vereceğiz.
Zühri, Said b.
Musayib'ten rivayet eder ki: Bahire: Sütü tağutlara
adanan develer idi. (Yani onların sütü sağılmaz
yani ilahlara adanır, insanlar onu yemezdi. Tabii olarak bu sütleri
tanrıların hizmetçisi olan Kahinler alırdı!) Saibe:
Bu da ilahlar adına salıverilmiş develer idi. Vesile:
İlk yavrusu ve ikinci yavrusu dişi olarak doğan,
dişi devedir. Onlar, aralarında bir erkek
olmadığı halde iki dişi deve doğurdu
deyip onu tağutlar adına kesiyorlardı. Hami ise,
erkek deve demektir. Araplar onu belli sayıdaki dişi
deveyi döllendirdikten sonra serbest bırakırlar,
adına Hami deyip, "sırtını korurdu"
derlerdi.
"Dil bilginleri de
derler ki: Bahire kulağı yarılmış
dişi devedir." Behartü Üzüne Nakatı ebhuruha
Behren ve Nekatün Mebhuretün ve Behiretün" sözleri,
Araplarda devenin kulağını geniş açmak anlamında
kullanılır. Genişliğinden dolayı denize
de, Buhr adı verilir. Cahiliye halkı Behireyi dokunulmaz
sayarlardı. Eğer bir dişi deve beş doğum
yapıp sonuncusunu erkek doğurursa, kulaklarını
yarar, etini haram kılar, onu kesmez ve yük için
kullanmazlardı. Hiçbir suyun başından kovmaz, hiçbir
merayı ondan esirgemezlerdi. Yorgun olan kimseler bile onlara
rastladığında, onlara binmezlerdi. Saibe; salıverilmiş
dişi deve demektir. Cahiliye devrinde bir kişi,
yolculuktan dönmesi, hastalıktan kurtulmasına benzeri
durumlarda adak amacıyla "devem
salıverilmiştir" derdi. Bundan sonra onun devesi de
dokunulmazlık ve serbestlik açısından serbest
bırakılan Bahire gibi kabul edilirdi. Vesile: Bazı
dil bilginlerine göre, erkekle beraber doğan dişi
koyundur. Cahiliye döneminde bu koyuna, "kardeşine
ulaştı" deyip onu kesmezlerdi. Diğer bazı
dil bilginlerine göre ise, Vesile. koyun, dişi
doğurduğunda kendilerinin sayılırdı,
erkek doğurduğunda ise onu, ilahları için kurban
ederlerdi. Eğer koyun bir erkek bir dişi beraber
doğurursa ona: "Kardeşine ulaştı"
deyip, erkek yavruyu ilahlara adar, kesmezlerdi. Hami, deve
demektir. Ondan on nesil aldıktan sonra "sırtını
korudu" deyip kendisine binmezler, hiçbir suyu ve merayı
ondan esirgemezlerdi.
Bu çeşit töresel
gelenek tanımlarıyla ilgili bir takım rivayetler
daha vardır ki, düşünce seviyesi olarak bunların
üstüne çıkmamakta ve onların sebeplerini gösteren
gerekçeleri bunlarınkinden daha ileri geçmemektedir.
Görüldüğü gibi bunlar putperestliğin
kuşatıcı karanlıklarından kaynaklanan
kuruntulardan başka birşey değildir.
Kuruntuların ve nefsanî arzuların hakem tayin
edildiği durumlarda; ne bir sınırdan, ne
ayırıcı özellikten, ne bir ölçüden, ne de mantıktan
söz edile bilinir. Çok kısa bir zamanda töre çeşitleri
doğuverir. Hiç bir ölçü tanımadan ilaveler ve çıkartmalar
yapılır. İşte Arap cahiliyesinin de durumu
buydu. Bu her zaman ve her yerde meydana gelebilecek bir durumdur.
İnsanın vicdanı mutlak Allah'ın
birliğinden ayrıldığında hiçbir zikzak
ve karanlık tarafı bulunmayan birlik düşüncesinden
saptığında, gözlenebilecek bir sistemdir. Bu
sistemde dış şekilleri farklılık gösterse
de, cahiliyenin özü sürekli değişmeden
kalacaktır. Cahiliyenin özü ise, hayatın herhangi bir
meselesinde Allah'tan başka herhangi bir kimseye
dayanmaktır, O'nun hükmüne bağlanmaktır.
Cahiliye herhangi bir
zaman dilimi değildir. Cahiliye zamanın
değişen şartlarına rağmen sürekli olarak
varlığını koruyan bir sistem, bir durumdur.
İnsanlar ya kapsamlı bir kulluğun
karşıladığı, her çeşit hakimiyetin
bünyesinde barındığı, her türlü düşünce
ve duygunun niyet ve eylemin düzen ve sistemin kendisine
yöneltildiği her türlü değer ve ölçünün, kanun ve
yasanın, düşünce ve direktifin kendisinden alındığı
tek bir ilahlığa yönelecek ya da, herhangi bir
şekilde cahiliyeye saplanacaklardır. Cahiliyenin en
belirgin özelliği insanın insana veya Allah'ın
yarattıklarından başka birine kulluk etmesidir.
Bunun ise bir ölçüsü ve sınırı yoktur. Zira
insan aklı, tek başına sağlıklı bir
kriter olamaz, sağlıklı bir akidenin ölçülerine
bağlanmadıkça. Akıl, her zaman gördüğümüz
gibi keyfî arzularından etkilenmekte, çeşitli
baskılara karşı direnme gücünü yitirmektedir. Akıl,
sağlam bir ölçüye dayanmadan bu baskılara
karşı koyamaz. Kur'an'ın inişinden 14
asır sonra bugün yine görüyoruz ki, insanın kalbi tek
bir ilaha bağlılıktan koptuğunda
sayısız bataklıklara ve çeşitli çıkmazlara
sürüklenmektedir. Çeşitli rablıklara boyun
eğmekte, özgürlüğünü, onurunu ve direnme gücünü
yitirmektedir. Ben yalnız bu hurafeye ilişkin olarak,
Mısır'ın Said bölgesinde ve köylerinde evliyalara
ve papazlara adanan bazı hayvan çeşitlerinden
onlarcasını gördüm. Bunlar aynen eski cahiliyenin
kendi tanrılarına adadıkları
kurbanlıklara benzemektedir.
Öyleyse bu tür cahili
geleneklerde ve diğer tüm cahiliye sistemlerinde önemli
olan, ana kaidedir. Bu, aynı zamanda İslâm'ın yolu
ve cahiliyenin yolunun ayrılış noktasıdır.
Bu ana kaide, şu soruda düğümlenir:
İnsanların hayatında hakimiyet kimindir?
Allah'ın yasasında belirlediği gibi yalnız
Allah'ın mıdır? Yoksa insanların
belirlediği gibi, Allah'tan başkasının
mıdır? İnsanların kendilerinin
belirlediği hükümlerin, makamların, yasaların,
ayınların, değerlerin ve ölçülerin midir? Başka
bir ifade ile: İnsanların ilahlık yetkisi kimindir?
Allah'ın mıdır? Yoksa insanlara karşı
ilahlık yetkilerini kullanan yaratıklardan herhangi
birinin midir? İnsanlar üzerinde ilahlık yetkisini
kullanan bu yaratığın, şu veya bu oluşu
önemli değildir.
İşte bu nedenle
Kur'an ayeti, Allah'ın bu töresel gelenek şekillerini
belirlemediği açıklamaktadır. Yani Allah,
Bahire'yi Saibe'yi, Vesile'yi ve Hami'yi bir yasa olarak
koymamıştır. Öyleyse kafirlere bu yasayı
koyan kimdir?
"Allah' Behire,
Saibe, Vesile ve Hami diye bir şey ortaya
koymamıştır."
Allah'tan
başkasının koyduğu yasalara uyanlar kafirlerin
kendileridir. Allah'a yalan iftiralar yakıştıran
kafirler, bazan kendi arzularına göre yasa koyarlar. Sonra
da, "Bu Allah'ın yasağıdır" derler.
Bazen de, "yasalarımızı kendimiz koyarız,
sistemimizde Allah'ın yasasına yer vermeyiz"
derler. Buna rağmen, Allah'a karşı gelmediklerini söylerler.
Bunların hepsi de Allah adına uydurulan
yalanlardır:
"Fakat kafirler
Allah adına yalan uydururlar. Onların çoğu düşünme
yeteneğinden yoksundurlar."
YA ATALARI SAPIK
İDİYSELER?
Müşrik Araplar da,
İbrahim'in Allah katından aldığı
İbrahim'in dinine bağlı olduklarına
inanıyorlardı. Onlar tamamen Allah'ı inkar
etmiyorlardı. Aksine Allah'ın
varlığını, üstün kudretini ve evrenin tamamını
idare ettiğini kabul ediyorlardı. Yalnız onlar,
kendi kendilerine yasalar yapıyor sonra da bunun, Allah
katından olduğunu iddia ediyorlardı. Ve onlar bu yüzden
kâfir olmuşlardı. Kendi kendilerine yasa koyan sonra da
bunların Allah'ın yasası olduğunu veya
olmadığını iddia eden her zaman ve her
mekandaki bütün cahiliyelerin mensupları da, müşrik
Araplar gibidir.
Allah'ın
yasası, kitabında belirlediği ve Resulullah'ın
açıkladığı yasalardır. Allah'ın
yasaları belirsiz ve kapalı değildir. Bir kimsenin
kendi isteğine göre belirlediği uydurma yasaların
bu yasalarla karıştırılması ve öyle sanılması
mümkün değildir. Her yerde ve her zamanda cahiliye
mensupları, Allah'ın yasalarını belirsiz ve
kapalı gibi gösterse de, gerçek hiç de öyle değildir.
Bu nedenle Allah, bu tür
iddia sahiplerini küfürle damgalıyor. Düşünce yeteneğinden
yoksun yaratıklar olarak da damgalıyor. Çünkü, eğer
onlar, düşünebilselerdi Allah'a iftira etmezlerdi. Eğer
onlar, akıllarını kullansalardı bu
iftiranın tutacağını sanmazlardı.
Sonra onların, sözlerinin
ve davranışlarının
tutarsızlığını daha netleştirerek
şöyle buyuruyor:
"Onlara geliniz,
Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve peygambere uyunuz
denildiğinde, "Atalarımızın miras
bıraktığı düzen bize yeter" derler.
Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yoldan
uzak kimseler idiyse?"
Allah'ın yasası
açıktır. Ve bu yasa, Allah'ın gönderdiği
kitapla ana ilkeleri belirlenmiş ve peygamberin
uygulaması ile açıklanmıştır.
İşte mihenk taşı olan budur. Ve İslâm'ın
yolu ile cahiliyenin yolunun, iman yolu ile küfür yolunun ayrılış
noktası budur. İnsanlar Allah'ın ayetleri ile
Allah'ın kitabına ve bunun açıklayıcısı
olan Peygamberine çağırıldıklarında ya
kabul ederler ve müslüman olurlar ya da, Allah'a ve peygamberine
çağırıldıklarında, red ederler ve kafir
olurlar. Bundan başka seçenek yoktur.
Bunlar ise, kendilerine;
geliniz, Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve peygambere
uyunuz denildiğinde, "atalarımızın
bıraktığı miras bize yeter" derler.
Kulların yasalarına uyar, kulların ilahı
tarafından belirlenen yasayı bırakırlar.
Kulların kullara kulluğundan kurtuluş çağrısını
red ederler. Aklın ve vicdanın babaları atalara
kulluğunu seçerler.
Sonra Kur'an-ı
Kerim, onların bu tutumlarını, kınanacak ve
hayret edilecek bir tavır olarak değerlendirir:
"Peki ya
ataları hiç bir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak
kimseler idiyse?."
Onların, hiçbir
şey bilmeseler de, doğru yolda olmasalar da
atalarına uymalarına rağmen çirkin gösterilmesi,
eğer ataları birşey bilirlerse, onlara uyup
Allah'ın indirdiği Kur'an'ı ve peygamberin onu açıklamasını
terk edebilecekleri anlamına gelmez. Bu sadece onların
ve kendilerinden önceki atalarının
yaşadığı realitenin dile getirilmesidir.
Onların ataları da atalarının veya
kendilerinin belirlediği yasalara uyuyorlardı.
Allah'ın yasası ve peygamberinin sünneti elinin altında
olduğu halde kendisinin veya atasının
belirlediği yasalara dayanan herkes birşey bilmiyor ve
doğru yolda gitmiyor demektir! Kendisi veya onun adına
başkaları istediği kadar onların bildiklerini
ve doğru yolda olduklarını söylesin, önemli değildir.
Şüphesiz yüce Allah en doğru söyleyendir. Ve işin
gerçeği de bunu göstermektedir. Allah'ın
yasasını bırakıp insanların
yasalarına yönelenler hem sapık ve cahil kimselerdir,
hem de iftiracı ve kâfir!
VE NET ÇİZGİ
Ayet-i kerimeler
kafirlerin durumlarını ve sözlerini açıkladıktan
sonra "müminlere" dönüyor. Müminlerin onlardan farklı
ve bambaşka karakterlere sahip olduklarını
belirtiyor. Yükümlülüklerini ve görevlerini açıklıyor.
Başkalarına karşı tavırlarının
nasıl olacağını belirliyor, onları bu
yeryüzünün zenginliklerine ve emellerine değil,
Allah'ın hesabına ve mükafatına çağırıyor.