İSLÂM TOPLUMUNUN EĞİTİMİ
101- Ey müminler, açıklandıkları
takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın, eğer
Kur'an inerken bu konuları sorarsanız onlar size açıklanır.
Oysa Allah onlara değinmemiştir. Hiç şüphesiz
Allah affedicidir, yumuşaktır. (halimdir).
102- .Sizden önceki bir
ümmet böyle konuları sordu, fakat sonra bunlar yüzünden
kafir oldular.
Yukarıdaki ayet-i
kerimeler, İslâm ümmetinin eğitimini ve peygambere (salât
ve selâm üzerine olsun) karşı takınması
gereken edebi ele almaktadır. Buna bağlı olarak
İslâm ümmetinin, peygamberin haber vermediği
şeyleri sormaması gerektiğini bildirmektedir.
Çünkü bu tür konularda hükmün bildirilmesi, soru soranın
hoşuna gitmeyecek, onu sıkıntıya düşürecek,
gücü yetmeyeceği yükümlülük getirecek veya Allah'ın
serbest bıraktığı, kullarına
merhametinden herhangi bir sınır
koymadığı konularda, zorlamalara neden
olacaktır.
Bazı sahabiler,
herhangi bir emir veya yasağın gelmediği konularda
Peygamberimize sorular soruyor, yahud Kur'an'ın ana
hatları ile verdiği, Allah'ın ana
hatlarını belirtip vermekle insanları serbest
bıraktığı konuların
detaylarının verilmesinde ısrar ediyorlardı.
Ya da açıklanmasında zorunluluk görülmeyen konularla
ilgili sorular soruyorlardı. Çünkü bu tür konuların
açıklanması ya soru soranı rahatsız eder,
veya başka müslümanları rahatsız edebilirdi.
Rivayete göre Hac ayeti
indiğinde sahabilerden biri: "Her yıl mı hacca
gitmemiz gerekiyor?" diye sormuştu. Peygamberimiz bu
soruyu hoş karşılamadı. Çünkü hac ile
ilgili olan şu ayet konuya kısaca değiniyordu: "Ona
yol bulabilenlerin Kabe'ye hac etmesi Allah'ın
insanlar üzerinde hakkıdır." (Al-i İmran
Suresi, 97) Bir kere hac etmek, bu emri yerine getirmiş
olmak için yeterliydi. Burada her yıl mı, diye sormak,
Allah'ın farz kılmadığı, zorlukla onu
tefsir etmekten başka bir anlam ifade etmezdi!
Tirmizi ve Darekutni'nin
Hz. Ali'den (r.a) rivayet ettikleri bir hadiste deniyor ki: "Ona
yol bulabilenlerin Kabe'ye hac etmesi Allah'ın insanlar
üzerinde hakkıdır" ayeti indiğinde, sahabiler;
"Ey peygamber, her yıl mı hacca gideceğiz?"
diye sormuşlar. Peygamberimiz de susmuştu. Tekrar:
"Her yıl mı?" diye sormuşlar. Peygamber
"Hayır, eğer ben evet deseydim her yıl hacca
gitmeniz zorunlu olurdu" buyurmuştu. Bu olay üzerine
şu ayet inmişti.
"Ey müminler, açıklandıkları
takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın."
Aynı hadisi
Darekutni, Ebu Iyâd'tan, Ebu Hureyre'den rivayet eder. Buna göre
Peygamberimiz: "Ey insanlar, hac size farz kılındı."
buyurduğunda, bir adam ayağa kalktı ve "Her
sene mi ya Resulullah?" dedi. Resulullah duymazlıktan
geldi. Adam tekrar: "Her sene mi ya Resulullah?" diye
sordu. Resulullah bu sefer "Bunu soran kim?" dedi,
falancadır dediler. Resulullah: "Allah'a yemin ederim ki
evet deseydim, zorunlu olacaktı. Eğer zorunlu
olsaydı gücünüz yetmezdi. Eğer gücünüz yetmeseydi
küfre düşenlerden olurdunuz" buyurdu. Bunun üzerine
yüce Allah:
"Ey müminler açıklandıkları
takdirde zorunuza gidecek konuları sormayınız'' diye
başlayan ayetini gönderdi.
Müslim'in Sahih'inde
Enes'ten (r.a) rivayet ettiği bir hadiste, peygamber şöyle
buyurmuştur: "Burada durduğum müddetçe bana ne
sorarsanız cevabını veririm" (İbni
Cerir'in Enes'ten aldığı bir rivayete göre ise,
onlar Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) öyle çok soru
sordular ki, O'nu bezdirdiler. O da böyle söyledi. İbni
Cerir'in bu konuya ilişkin Ebu Hureyre'den bir rivayeti daha
var ki, onu metnin içinde vereceğiz.) Bunun üzerine adamın
biri ayağa kalktı ve "Ben nereye gideceğim?"
dedi. Resulullah "Cehenneme"
karşılığını verdi. Abdullah b.
Huzafe ayağa kalktı ve: "Benim babam kimdir ya
Resulullah?" diye sordu. "Baban Huzafe'dir."
buyurdu. İbni Abdil Berre der ki: Abdullah b. Huzafe ilk müslümanlardandı.
Habeşistan'a yapılan ikinci hicret ile Habeşistan'a
göç etmişti. Bedir savaşına
katılmıştı. Biraz şakacı bir
adamdı! Resulullah Kisra'ya gönderdiği mektubunu onunla
göndermişti. Abdullah: "Benim babam kimdir ya
Resulullah?" deyip, peygamber de; "Baban Huzafe'dir"
cevabını verince, Abdullah'ın annesi, "Senden
daha asi bir oğul görmedim. Sen kendi annenin cahiliye kadınlarının
yaptığı gibi başka erkeklerle
yatmadığından emin miydin, ya anneni milletin
önünde rezil etseydin!" diye çıkıştı.
Abdullah ise, "Allah'a yemin ederim ki, eğer benim siyah
bir kölenin oğlu olduğumu söyleseydi bile, gider onun
babalığını kabul ederdim"
karşılığını verdi.
İbni Cerir'in kendi
isnadiyle Ebu Hureyre'den olduğu rivayette ise deniyor ki;
bir ara Resulullah öfkeli öfkeli, yüzü kızarmış
bir şekilde dışarı çıktı. Geldi
Minbere oturdu. Bir adam ayağa kalktı ve: "Ben
neredeyim?" diye sordu, "Cehennem`de" buyurdu.
Başka biri kalktı ve "Babam kim?" dedi. "Baban
Huzâfe" cevabını verdi. Ömer b. Hattab ayağa
kalktı ve: "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan
Peygamber olarak Muhammed'ten iman olarak Kur'an'dan razıyız.
Ey Allah'ın rasulü, biz daha yeni olarak cahiliyeden ve
şirkten arınmış bir milletiz. Allah
babalarımızın kimler oldu unu daha iyi bilir"
dedi. Resulullah'ın öfkesi dindi ve şu ayet geldi: "Ey
müminler, açıklandıkları takdirde zorunuza
gidecek konuları sormayın."
Mücahid'in, İbni
Abbas'tan aldığı rivayete göre, bu ayet,
Peygamberimize Bahire, Saibe, Vesile ve Hamiden soru soran bir
topluluk hakkında inmiştir. Bu, aynı zamanda Said
b. Cübeyr'in de görüşüdür. Said der ki: Bundan sonraki
ayetin: "Allah Bahire, Saibe, Vesile ve Hami diye bir
şey ortaya koymamıştır." dediğini görmüyor
musun?
Buraya aldığımız
ve almadığımız rivayetler, Allah'ın iman
edenlerin sormamalarını yasakladığı bu
soruların ne türden sorular olduğuna
ışık tutmaktadır.
Kur'an-ı Kerim,
sırf bir akideyi yerleştirmek, sırf bir yasa konmak
için gelmemiştir. Akide ve yasa ile beraber, bir ümmeti eğitmek,
bir toplum meydana getirmek, kendisinin öngördüğü bir akıl
ve ahlâk sistemine göre insanları oluşturmak ve
yetiştirmek için gelmiştir. İşte bu nedenle
onlara soru sormanın adabını,
araştırmanın sınırlarını ve öğrenmenin
yolunu gösteriyor. Madem ki, bu şeriatı gönderen ve
gaybtan haber veren yüce Allah'tır. Öyleyse kulların,
bu şeriatın hükümlerinin öz olarak veya detaylı
biçimde gönderilmesini, bu gayba ilişkin konuları açıklayıp
açıklamamasını Allah'a bırakmaları, O'na
karşı terbiyelerini takınmalarının
gereğidir. Kulların bu konuda, herşeyi bilen ve
hepsinden haberi olan Allah'ın belirlediği
sınırlamalara bağlı kalmaları gerekir.
İlahî hükümlerin kapsamını daraltarak
kendilerini zora koşmamaları, ihtimaller ve
faraziyelerin peşine düşmemeleri lazımdır.
Allah'ın kendilerine açıklamadığı ve
onların hiç bir zaman elde edemeyeceği gayb
konularını aydınlatmaya
kalkışmamaları gerekir. İnsanın gücünü
ve kaldırabileceği yükü en iyi bilen Allah'tır.
Allah insanlar için güçlerinin sınırlarını
aşmayan kanunlar koyar. Onlara yapılarının
kaldırabileceği, gayb konularını açıklar.
Allah'ın özet olarak verdiği ve kapalı
bıraktığı birtakım işler, konular
olabilir. Bunların böyle Allah'ın dilediği biçimde
bırakılması, insanlara hiçbir zarar getirmez.
Fakat peygamber döneminde ve Kur'an'ın inmeye devam
ettiği sırada bu tür konularla ilgili soru sormak, bazı
kişilerin hoşuna gitmeyen, herkese zor geldiği gibi
kendilerinden sonra gelecek olan nesillere de zor gelebilecek
konuların belli hükümlere bağlanmasına neden
olabilirdi.
Bu nedenle yüce Allah,
iman edenlere, açıklandığında kendilerine zor
gelecek meseleleri sormayı yasaklamış ve vahiy döneminde,
Peygamberimizin hayatta olduğu sırada, bu konuları
sorduklarında onlara cevap verileceği
uyarısında bulunmuştur. Yoksa bu soruların
Allah'ın bağışladığı, öyle bıraktığı,
farz kılmadığı bir takım yükümlülüklerin
zorunlu olmasına neden olacağını
bildirmiştir:
Ey müminler, açıklandığı
takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın, eğer
Kur'an inerken bu konuları sorarsanız onlar size açıklanır.
Oysa Allah onlara değinmemiştir."
Yani Allah'ın
değinmediği ana hatları ile belirleyecek
farzlığını veya hac gibi detaylarını
açıklamadığı, hiç sözünü etmediği
konuları sormayın.
Daha sonra yüce Allah,
onlara kendilerinden önceki Kitap Ehli'ni örnek olarak göstermiştir.
Bunlar yükümlülükler ve hükümler hakkında sorular
sorarak kendilerini zora koşan kimselerdi. Fakat yüce Allah
bunları, kendilerine farz kıldığında
onları inkar ettiler ve Onların gereğini
yapmadılar. Eğer onlar susmuş, Allah'ın
kulları için dilediği kolaylıkla işleri ele
alsalardı işleri böyle zorlaşmaz,
dolayısı ile kusurlarının ve nankörlüklerinin
sonucuna katlanmak zorunda kalmazlardı.
Bakara sûresinde
yahudilerin, Allah'ın, kayıtsız-şartsız
olarak bir inek kesmelerini emrettiğinde nasıl hareket
ettiklerini görmüştük. Herhangi bir ineği tutup
kesmeleri yetiyordu kendilerine... Fakat onlar ineğin
vasıflarını sormaya koyuldular. Ve bir soru
onların işlerini bir kat daha
zorlaştırmıştı. Eğer soru
sormamış olsalardı işleri gayet basitti.
Kendilerinin
konmasını istedikleri fakat, sonra da sonuçlarına
dayanamadıkları Cumartesi gününde de tutumları
buydu...
Hatta onların her
zamanki hali buydu. Buna bağlı olarak yüce Allah
onlara, eğitme ve cezalandırma amacına yönelik
olarak pek çok nimeti haram kılmıştı!
Sahihi Buhari'de
Peygamberimizden rivayet edilir ki: "Size
hüküm belirlemediğim konularda beni kendi halime
bırakın. Sizden önceki ümmetler ancak çok soru
sormaları ve peygamberlerine ters düşmeleri yüzünden
mahvolmuşlardır."
Yine Sahihi Buhari'de
Peygamberimiz diyor ki: "Allah bir takım farzlar
belirlemiştir, onları yerine getirin. Birtakım
sınırlamalar koymuştur, onları
aşmayın. Birtakım yasaklar koymuştur,
onları çiğnemeyin. Birtakım şeyleri de
unuttuğundan değil, size acıdığından
dolayı hükmünü belirlememiştir. Onları da
kurcalamayın."
Sahihi Müslim'de ise
Amir b. Said babasından, Peygamberimizin şöyle dediğini
bildirmektedir: "Müslümanlar arasında, müslümanlara
karşı en büyük suç işleyen kimse, müslümanlara
haram kılınmamış olan bir hususta soru sorup
da bu soru yüzünden haram kılınmasına neden olan
kimsedir."
Öyle sanıyorum ki,
Kur'an-ı Kerim'in ayetleri yanında bu hadisler İslâm'ın
bilgi konusundaki metodunu ortaya koymaktadır.
İslâm'da bilgi,
gerçek bir ihtiyaca karşılık vermek ve bu gerçek
ihtiyacın sınırları dahilinde
kaldığı sürece önemlidir. Gayb alemine ve fizik
ötesi meselelere gelince İslâm, insanın enerjisini, bu
konuları aydınlatmak ve mahiyetini öğrenmek için
harcamasının önüne geçer. Çünkü bu tür konularla
ilgili bilgi, insan hayatında gerçek bir ihtiyaca karşılık
vermez. İnsan kalbinin, bu alemleri gerçekten bilen yaratıcının
tanıttığı ölçüde bu gaybî konulara inanması
yeterlidir. Eğer iman konuları öyle kabul edilmez ve
gaybin mahiyeti araştırılmaya kalkılırsa,
insanın bu konuda, kesin bir sonuca ulaşması asla mümkün
değildir. Zira insan, bu konuları Allah'ın açıkladığının
dışında, mahiyetini idrak edebilecek güçte yaratılmamıştır.
Öyleyse bu konudaki araştırma boşa giden bir
çabadır. Hatta bu, uçsuz bucaksız çölde, kılavuzsuz
dolaşmaktan, daha derin bir sapıklığa düşmekten
başka bir işe yaramaz.
Halbuki hükümlere
gelince, bu hükümleri gerektiren problemler gerçek bir ihtiyaç
olarak ortaya çıktığında sorulur ve istenir.
İşte İslâm'ın metodu budur.
Buna bağlı
olarak Mekke dönemi boyunca, bazı nesneler ve eylemlerle
ilgili bir takım emirler ve yasaklar gönderilmişse de,
pratik uygulamalara ilişkin herhangi bir hüküm
gönderilmemiştir. Hukuki cezalar, tazirler ve kefaretler
gibi pratik hükümler ise, bu hükümleri yürürlüğe
koyacak olan müslüman devlet kurulduktan sonra gelmeye başlamıştır.
İlk müslüman nesil
bu metodu ve amacını çok güzel kavramıştı.
Onlar, bir olay meydana gelmeden onunla ilgili hüküm vermeye
yanaşmazlardı. Temel ilkelerin ve söz konusu edilen
meselenin sınırları dışına çıkmazlardı.
Böylece sorunun ve onunla ilgili hükmün önemini ve ilahî eğitim
metodu ile paralel yürümesini sağlıyorlardı.
Hz. Ömer henüz pratik
bir ihtiyaç haline gelmeyen konularda soru soranlara lanet
okuyordu. Darimi Müsned'inde Hz. Ömer'in bu tavrına yer
verir. Zühri'den aldığı bir rivayette ise,
kendisine bir soru sorulduğunda Zeyd b. Sabit el-Ensarî,
"Böyle bir şey oldu mu?" diye, söylerdi. Eğer
onlar, "Evet oldu" derlerse, o konuda bildiğini söylerdi.
Eğer "olmadı" derlerse,
"Bırakın da olsun" derdi. Ammar b. Yasir'den
aldığı bir rivayette, Ammar'a bir soru sorulmakta,
Ammar: "Böyle bir şey meydana geldi mi?" diye
sorduğunda; "Hayır" cevabını
alınca, "Bırakın meydana gelsin. Meydana
geldiğinde onu halletmek için hemen harekete geçeriz"
karşılığını vermektedir.
Darimi der ki: Abdullah
b. Muhammed b. Ebi Şeybe İbni Fudayl, Ata, İbni
Abbas kanalıyle bize gelen rivayete göre İbni Abbas:
Peygamberimizin ashabından daha hayırlı bir
topluluk görmedim. Onlar peygambere vefat edinceye kadar onüç
sorudan başka soru sormamışlardır. Bu
soruların hepsi de Kur'an'da yer almıştır. Bu
sorulardan biri: "Sana kutsal ay'dan soruyorlar" ayeti,
biri de "Sana aybaşı halinden soruyorlar"
ayetidir... Onlar ancak kendilerine yararlı olan şeyleri
sorarlardı.
İmam Malik der ki:
ben bu şehre (Medine'ye) geldiğim zaman Allah'ın
kitabı ve Peygamberin sünneti dışında
onların yanında bir ilim yoktu. Herhangi bir olay
olduğunda başkan, orada bulunan alimleri toplar ve karar
verdiklerini uygularlardı. Siz ise çok soru soruyorsunuz.
Halbuki Resulullah bundan hiç hoşlanmazdı.
Kurtubi de bu ayetin
tefsiri ile ilgili olarak diyor ki: Müslim, Muğire b.
Şube'den Resulullah'ın şöyle buyurduğunu
kaydeder: "Allah size annelere karşı
gelmeyi,kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi
haram üç şeyi de size mekruh kılmıştır:
Dedikodu, çok soru sormak ve malı boş yere
harcamak". Alimlerden çoğu diyor ki: "Çok soru
sormaktan" amaç, fıkhî meselelerde fazladan, hakkında
hiçbir hüküm bulunmayan konularda zorlayarak çok soru sormak,
demogojik ve meydana gelmemiş olayların detayına
inmektir. Bu da gösteriyor ki, ilk nesiller bu tür hareketleri
hoş karşılamaz ve bunu bir zorlama olarak görürlerdi.
Herhangi bir mesele çıktığın onun üstesinden
gelebilecek biri ileride olur, derlerdi.
Gerçekten İslâm
nizaını realiteye dayalı ciddi sistemdir.
Hayatın realitelerini göz önünde bulundurarak meselelere
çözüm getirir. Hükümlerini, Allah'ın yasasının
temelinden alır, Olayları gerçekçi ve pratik biçimde
karşılar. Problemleri bütün boyutlarıyla,
şekli ve şartlarıyla ve tüm alanlarını göz
önünde bulundurarak ele alır. Sonra onu
karşılayacak, kuşatacak, kapsamına alacak ve
kendisine en ince noktalarına varıncaya kadar tam uygun
düşecek hükmünü koyar.
Meydana gelmemiş
problemleri savuşturmak ise, sınırları belli
olmayan bir faraziye ile uğraşmaktır. Farz edilen
mesele meydana gelmediğinden dolayı onun
sınırlarını belirlemek mümkün olmayacaktır.
Bu sırada meseleye
getirilecek olan çözümler... Ona uygun düşmeyecektir.
Zira hadisenin tüm boyutları henüz kesin biçimde
belirlenmiş değildir. Faraziye halindedir. Faraziye
halindeki bir mesele ile ilgili sorular ve cevaplar ise
şeriatın ciddiyetini ayak altına almak
anlamına gelir. Bunun yanısıra bu tutum,
dosdoğru olan İslâm'ın yoluna aykırı düşer.
Allah'ın
şeriatının uygulanmadığı bir
ülkede, Allah'ın şeriatının hükümlerini
soruşturmak ve bu esasa göre hüküm vermek de bunun
gibidir... Allah'ın şeriatı, hükümleri soruşturmaya
ancak, tatbik etmek ve yürürlüğe koymak için izin verir.
Eğer soru soran da
soru sorulan da, Allah'ın şeriatının
uygulanmadığı bir yerde olduklarını
biliyor, burada Allah'ın yeryüzündeki, toplum üzerindeki
ve insanların hayatındaki hakimiyeti kabul edilmiyor,
Allah'ın hükmüne boyun eğilmiyor ve Allah'ın
hakimiyetine teslim olunmuyorsa... Meseleyi soruşturanın
bu soruşturması, ne işe yarar? Fetva verenin
fetvası nasıl bir önem taşıyabilir. Bu
durumda onların her ikisi de Allah'ın
şeriatını ucuzlatıyor. Bilinçli veya
bilinçsiz olarak Allah'ın şeriatını ayak
altına alıyor demektir!
Tamamen detaylara
ilişkin fıkhın ve uygulamayla hiçbir ilgisi
bulunmayan hükümlerin üzerinde yapılan soyut teorik etüdler
de bunun gibidir. Onlar eğlence türünden etüdlerdir!
Çünkü bu etüdler, bu fıkhın; enstitülerinde
okutulduğu halde mahkemelerinde uygulanmayan bu ülkelerde,
yine de bir değeri olduğu imajını vermek içindir.
Bu işe ortak olan herkes, bu imajın verilmesinden
kullanılacağı için, insanların
duygularını uyuşturacak ve büyük bir vebal altına
girecektir!
Bu din ciddiyet dinidir.
Hayata hükmetmek için gelmiştir. Tüm insanları
yalnız Allah'a kul yapması için gönderilmiştir.
Bu din Allah'ın hakimiyetini zorla eline geçirenlerin
elinden, bu hakimiyeti çekip almak ve bu otoriteyi başkasının
yasalarına değil, yalnız Allah'ın
yasalarına vermek için vardır. Bu şeriat bütünüyle
hayata hükmetmek için gelmiştir. Allah'ın hükümleriyle,
hayatın realitesindeki ihtiyaçları ve problemleri
çözüme kavuşturmak için vardır. Bir realite olarak
Allah'ın hükmünü, hadiselerin hacmine, şekline ve
şartlarına göre hakim kılmak için gönderilmiştir.
Bu din sırf bir
slogan ve soyut bir şekil olsun diye gelmemiştir.
Şeriatı, hayatın realitesiyle ilgisi bulunmayan
teorik etüdlere konu olsun diye gönderilmemiştir. Yine bu
din hayatta meydana gelmeyen faraziyelerle beraber
yaşasın ve bu boş faraziyeler için havada fıkhî
hükümler koysun diye gönderilmemiştir.
İşte İslâm'ın
ciddiyeti budur, işte İslâm'ın metodu budur. Bu
dinin "bilginlerinden", bu ciddiyetle onun metodunu
izlemek isteyenler; ya hayatın realitesinde Allah'ın
şeriatını hakim kılmayı istesinler; hakim
kılmanın yollarını arasınlar ya da en
azından boşu boşuna fetva vermekten hükümlerini
havaya savurmaktan vazgeçsinler.
CAHİLİYENİN
GELENEKLERİ
Mücahid'in İbni
Abbas'tan aldığı rivayete ve Said b. Cubeyr'in:
"Ey müminler size açıklandığında
hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın."
ayetinin inişi sebebiyle ilgili rivayetinden kalan bazı
sorular da yer alıyordu. Fakat bu soruların neler
olduğu hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Yalnız gereksiz soruların
yasaklandığını bildiren ayetten sonra, Bahire,
Saibe, Vesile ve Hami kavramlarının geçtiği ayetin
gelişi, bunlar arasında bir bağ olduğuna
işaret etmektedir. Şimdi biz bu kadarıyla yetinerek
Kur'an ayetlerinin bu cahili alışkanlıklar
hakkında geleneklerine bakalım: