8- Ey müminler, her
davranışınızda Allah'ı sıkı
sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik
eden kimseler olunuz. .Sakın herhangi bir gruba
karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya
sevk etmesin. Adil olunuz, tak raya en yakın tutum budur.
Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.
Allah iman edenleri;
vaktiyle onları Mescid-i Haram'a sokmamış olanlara
karşı duydukları kinlerinin kendilerini
adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırıyor.
İşte bu, sağlam ilahî eğitim metodu sayesinde
kendilerini Allah'a yükselten, nefis hakimiyeti ve hoşgörünün
ulaştığı, en doruk noktadır. Onlar,
kinleri yüzünden adaletten sapmaları men edilen kimselerdir.
Bu, ulaşılan
zirve noktasıdır. Ayrıca nefse ağır ve
zor gelen bir görevdir. Bu, hiç düşmanlık etmemek
veya kendini zaptetmenin de ötesinde bir aşamadır.
Varolan tüm hoşnutsuzluk ve kine rağmen, şuurlu
olarak adaleti yerine getirmeye yönelmek! İlk teklif daha
kolaydır. Çünkü bu, düşmanlık etmeyip kendini
zaptetmekle yerine getirilen pasif bir tutumdur. İkinci
teklif ise daha güçtür. Çünkü kişiyi tüm kin ve düşmanlığına
rağmen, adaleti ve dengeyi sağlamaya yönelten aktif bir
davranıştır. Hikmetli eğitim metodu, bu güçlükleri
aşmaya muktedirdir. Ardından bu husustaki
yardımları sıralıyor:
"Ey müminler, her
davranışınızda Allah'ı gözetin.."
Bunu başka bir
yardım izliyor:
"Allah'tan korkunuz.
Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızdan
haberdardır."
İnsan vicdanı,
bu zirveye; Allah ile direkt bağlantı kurup bu konuda
gayret sarf etmeden, bunu da Allah'ın
dışındaki herşeyden uzaklaşıp ve
herşeyi yalnızca O'nun için yerine getirmeden, O'ndan
sakınmanın bilincine varıp, gizliliklerin ve
kalplerin özünün O'nun gözetiminde olduğunu duymadan,
kesinlikle ulaşamaz. Kendini Allah'a adamak ve O'nun gözetiminde
eylemlerde bulunmak, tüm diğer değerlerden soyutlanmak
dışında; yeryüzü kaynaklı hiçbir değer
yargısı, insan vicdanını, bu zirveye
ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Yalnızca
yukarda bahsettiklerimiz, bu vicdanı, o zirveye
ulaştırmaya yeteneklidir.
Yeryüzündeki hiçbir
inanç veya sistem, taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına
karşı, "katıksız adalet" ile
davranmaya sorumlu tutmamıştır. Yalnızca bu
din, müminlere, bu emri Allah için yerine getirmelerini, O'nun
gözetiminde amele koyulmalarını ve diğer tüm bakış
açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden
onlara, bu sorumluluğu yüklemiştir.
Benimsesin benimsemesin,
tüm insanları, adalet gölgesi altında
yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına -kin ve
düşmanlık duydukları insanlara karşı
bile bu adaleti, Allah için uygulamayı farz
kılmış olan bu din, bu prensipleri sebebiyle tüm
insanlığa gönderilen evrensel son dindir.
Bu, güç ve gayret
isteyen bir iş olmasına rağmen, bu ümmetin
insanlara karşı yerine getirmesi zorunlu bir görevdir.
Bu ümmet, İslâm'a
göre yaşadığı günlerde, prensipleri yerine
getirmiş ve sorumluluğunu yüklenmiştir. Bu, soyut
bir tavsiye ve sırf bir yüce örnek değildir. Aksine, günlük
hayatta uygulanan bir realite, insanlığın gerek
daha önce ve gerek daha sonra benzerini göremediği bir gerçektir.
Bu aydınlık İslâm devirleri dışında,
böylesi bir seviyeye ulaşılmamıştır.
Bu konudaki pek çok
örnek, tarih sayfalarında yer almaktadır. Bu örnekler
şuna tanıklık etmektedir:
Bu ilahî öğütler
ve farzlar; bu ümmetin hayatında ve gerçeklik dünyasında
rahatlıkla uygulanabilen dolayısıyla bu ümmetin
günlük yaşamında somutlaşan bir sisteme dönüşmüştür.
O, ne ulaşılmaz hayalî bir örnektir, ne de ferdi bir
misaldir. Bu noktada o, insanların ona denk başkaca bir
yol bulamadıkları hayat realitesidir.
Bu yüce zirvenin, her
yerde ve her dönemde -Modern cahiliyet de dahil bütün cahiliye
türlerine olan üstünlüğü göz önüne alınca;
Allah'ın insanlık için ortaya koyduğu sistem ile,
insanın insan için icad ettiği sistem arasındaki büyük
farklılık ortaya çıkıyor. Bu sistemin sonuçları
ile o sistemin sonuçları arasında; hem realitede hem
de, zihinlerde kat edilemez mesafeyi görüyoruz.
İnsanlar bu
prensipleri biliyorlar ve onlardan övgüyle söz ediyorlar. Fakat
bu ayrı, onları gerçeklik dünyasında yürürlüğe
koymak ise daha ayrı bir şey. İnsanın, bu
insanlarla, öğütlediği bu prensiplerin gerçeklik
aleminde uygulanamaması tabiidir. Çünkü önemli olan,
insanları, bu prensiplere çağırmak değildir.
Fakat asıl önemli olan, kimin onları bu prensiplere çağırdığı
ve bu çağrıyı seslendiren kaynağın
kimliğidir. Bu çağrının vicdanların ve
zihnin üzerindeki otoritesi önemlidir. Yine önemli olan,
insanların, bu prensipleri gerçekleştirmek için
ısrar ve gayretle başvurdukları kaynaktır.
Bu prensiplere yönelik
dini çağrının önemi; otoritesinin Allah'a
dayanmasındadır. Falanın ve filanın söylediklerinin
dayanağı nedir? Yani gönüller ve vicdanlar üzerinde
bir otoritesi var mı? İnsanlar bu prensipleri kabul edip
onları gerçekleştirmek uğrunda tüm gayretlerini
ısrarla ortaya koyduklarında, bu otorite onlara ne
karşılık verebilecektir. Binlerce davetçi adalete,
temizliğe, hürriyete, hoşgörüye, onura, sevgiye ve
fedakarlığa çağırabilir. Fakat onların
bu çağrılarının, insanların
vicdanında bir etkisi olmuyor, titreşim meydana
getirmiyor ve gönüllerde yer etmiyor. Çünkü bu çağrıları,
Allah, hiçbir delille desteklememiştir.. Söz önemli değildir.
Önemli olan, bu sözlerin arkasında kimin olduğudur.
İnsanlar, kendileri gibi herhangi bir insan olan davetçiden,
Allah'ın desteğinden yoksun olan bu prensiplerin,
örneklerin ve kuralların benzerlerini duymaktadır.
Fakat bunların etkisi nedir? Onların fıtratı,
bu direktiflerin kendileri gibi insandan
kaynaklandığını idrak ediyor ve insanın
damgasını taşıyan herşeyi; cahillik,
acizlik, arzu ve kusur ile damgalıyorlar. İnsan
fıtratı bu direktifleri temelde böyle algılamaktadır.
Bunların insanların fıtratlarında bir yetkisi,
varlıklarında bir coşkusu ve yaşamlarında
-bazı istisnalar dışında- bir etkisi yoktur.
Sonra, dindeki bu "tavsiyeler"in değeri;
hayatın şeklini "icraatlar" ile birlikte tekamül
ettirmesindedir.
Bunlar boş yere
tavsiye edilmemişlerdir. Din sırf tavsiyeler ve
prensipler koymakla yetinseydi, bu tavsiyeler ne uygulanır,
ne de gerçeğe uygun düşerdi. Zaten şu
sıralarda bu durumu, her yerde görmekteyiz.
Hayatın tamamı
için dinin yöntemine uygun bir sistem gereklidir. Ancak bu
sistemin gölgesinde, dinin tavsiyeleri uygulanabilir. Gerçekliğin
ışığında uygulandığında,
tavsiyeler ve "icraatlar" bütünleşir.
İşte -başkasında değil ancak İslâmî
anlayışta "din" budur. Yaşamın her
alanında, ortaya koyduğu sistem ile somutlaşan din.
Bu anlamıyla din, müslüman toplumun yaşamında
uygulandığı zaman, tüm insanlık bu yüce
zirveden haberdar olacak, Arap cahiliyesi yada diğer
cahiliyelerin de bataklığından kurtulacak ve bu yüce
zirveye tırmanacaktır. Din, minberlerdeki tavsiyeler ve
camilerdeki vaazlara dönüşüp, hayatı düzenlemekten
uzaklaştırıldığında, dinin realitede
asıl şekliyle var olduğu iddia edilemez.
Allah'ın,
davranışlarında sırf kendisini gözeten
müslümanlara, bir müeyyide ve mükafat belirlemesi, önderlik
sorumluluğunu üstlenmeye ve "sözleşmeyi"
yerine getirmeye teşvik etmesi zorunlu idi. Gerçekten de,
Allah katında kafir olup yalanlayanlar ile; iman edip, salih
amel işleyenlerin akıbeti arasında bir fark
olacaktır: