1- İhramlı iken
avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde
sayılacak olanlar dışında kalan bütün
hayvanlar size helal kılındı, Allah dilediği hükmü
verir.
2- Ey müminler Allah 'ın
ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması
yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa,
gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin
bağışını ve rızasını
kazanmak amacı
ile Kâbe yi ziyaret etmeğe
gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz.
İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Vaktiyle sizi Kâbe
ye sokmadılar diye bir guruba karşı
beslediğiniz kin sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin.
İyilik ve takva alanlarında aranızda
işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa
dalma alanlarında işbirliği yapmayınız.
Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz, Allah'ın azabı
ağırdır.
3- Leş, kan, domuz
eti, Allah'tan başkası adına
boğazlanmış hayvanlar; son anda boğazlama
fırsatı bulamadığınız
boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış,
başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş,
canavar tarafından parçalanmış, anıt
taşları üzerinede kesilmiş hayvanlar ve fal
okları aracılığı ile şans
aramanız size haram kılındı. Bunlar
fasıklık belirtileridir.
Bugün kafirler dininizi
ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan
korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza
dininizi bütünledim. Size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve
sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.
Kim ölüme ramak kalacak
derecede acıkırda günah işleme eğilimine
kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda
kalırsa, kuşku yok ki Allah
bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.
Kurban edilecek
hayvanların cinsleri, kurban yerleri ve zamanları
konusundaki tüm bu helâl ve haramlar "sözleşmeler"
kapsamına girmekte ve tümü "İman
anlaşması"na bağlanmaktadır. Bu "İman
anlaşması", müslümanların helâl ve haramları,
sadece Allah'tan almalarını, bu hususta
başkasından hiçbir şey kabul etmemelerini gerekli
kılmaktadır. Bu yüzden, sözün başında
onlara "Ey müminler" diye seslenilmiş ve peşi
sıra helâl ve haramın açıklanmasına geçilmiştir.
"İlerde sayılacak olanlar dışında
kalan bütün hayvanlar size helâl kılındı." Başkaca
bir kaynağa veya başkaca bir temele
dayanmaksızın, sadece Allah'ın helâl kılmaya
ilişkin hükmü ve izni gereğince "haram
kılındıkları ilerde bize açıklanacaklar"
dışında kalan ve "bütün hayvanlar"
ifadesinin kapsamına giren av ve kurban
hayvanlarının herhangi birini yemeniz size helal ve
mubah olmuştur.
"Haram
kılınanlar"dan hemen aşağıda
bahsedilmektedir. Bunların kimi belirli yer ve zaman olarak,
kimi de her yer ve her zamanda haram
kılınmıştır. "Behimet'ül en'am",
deve, inek ve koyunu içermekte ve bunların -vahşi, inek,
yabani eşek ve ceylanlar gibi- vahşilerini de
kapsamaktadır.
Sonra bu genel ifadeden
bazı istisnalar yapılıyor. İlk istisna,
ihramlı iken avlanma ile ortaya konuyor: "...İhramlı
iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile..."
Burada haram, ilkin
bizzat avcının durumu ile çakışmaktadır.
Hac veya Umre için ihrama girerken, hayatın
sıradanlığından ve
alışkanlıklardan soyutlanarak, Allah'ın emin
yurt kıldığı, harem beytinde O'na yönelinmektedir.
Bu yüzden, orada herhangi bir canlıya el uzatmaktan vazgeçilmelidir.
Bu durum, insanlık ruhunun gerektirdiği bir
fıtrattır. Orada, hayatı bağışlayan
karşısında tüm canlılar arasındaki hayâ
hissedilir. Herkes bütün düşmanlardan güvencede olur. Kuşların
ve diğer hayvanların avlanıp, yenilmesinin helâl kılınma
sebebi olan geçim zorlukları orada hafifler. Amaç o zaman
diliminde hayatın alışkanlık ve
bayağılıklarından soyunup bu parlak ve engin
ufka doğru yükselmektir.
Surenin akışı,
genel helâl hükmünün istisnalarını açıklamaya
geçmeden önce bu "sözleşme"yi en büyük "sözleşmeye"
bağlıyor ve iman edenlere bu "söz"ün kaynağını
hatırlatıyor: "Allah, dilediği hükmü
verir" dilemesi hür, iradesi hükümdür. Dileği
ile hükmetme yetkisine sahiptir. Bu noktadan, dileğine ortak
biri yoktur. O'ndan başka hükmedecek de, hükmünü iptal
edecek de yoktur. Bu O'nun dilediğini helal, dilediğini
de haram kılma hürriyetine ilişkin hükmüdür.
Ardından, iman
edenleri, Allah'ın haramlarını helal kılmaktan
sakındıran bir sesleniş geliyor: "Ey
müminler, Allah'ın ibadet amaçlı sebeblerine, yasak
olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa,
gerdanlık kurbanlık hayvanlara, Rablerinin
bağışını ve rızasını
kazanmak amacı ile Kâbe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın
saygısızlık etmeyiniz, ihramdan çıkınca
avlanabilirsiniz..."
Burada "Allah'ın
ibadet amaçlı sembolleri" ifadesinin hemen akla gelen
en yakın anlamı, Hac ve Umre ibadetleri ile Hac ya da
Umre için ihrama girmiş kişiye Beytü'l Haram'a getirdiği
kurbanlığı kesene değin, haram olan
şeyleri içermektedir. İhramlı, ihram süresi
içinde bunları ihlal edemez. Çünkü bu sırada
onları ihlal etmek, bu "sembolleri" koyan
Allah'ın haram kılmasını küçümsemektir.
Çünkü Kur'an'ın konusal sıralanışı,
bunları önemseyip ihlalinden sakındırarak bu
kuralların tümünü Allah'a bağlıyor.
Haram aylar, Receb, Zilkâde,
Zilhicce ve Muharrem'dir. Allah bu aylarda savaşmayı
haram kılmıştır. Araplar İslâm
öncesinde de bu ayları haram bilirler, fakat zaman zaman
kimi kahinlerinin ya da kimi kuvvetli kabile şeflerinin
isteği üzerine bu ayları başka bir yıla
ertelerlerdiler.
İslâm gelince,
Allah bunların haramlığına hükmetti ve bu
haramlığı Tevbe suresinin aşağıdaki
ayetinde belirtildiği gibi Allah'ın gökleri ve yeri
yarattığı gün verdiği emirle temellendirdi:
"Allah katında
ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı
günden beri onikidir. Bunlardan dördü haramdır.
İşte bu, dosdoğru dindir." (Tevbe Suresi, 36)
Ardından İslâm,
ayların ertelenmesinin küfürde ileri gitme olduğunu
ilan etti. Böylece haram aylar konusundaki hüküm, Allah'ın
emri doğrultusunda yerleşti. Bu ayların
haramlığını gözetmeyen düşmanların,
bu zaman süresinde saldırıya heveslenmemeleri ve
onları müslümanlara karşı kolayca zafer
kazanacağı uygun bir ortam elde etmemeleri için, o
aylarda düşmanları müslümanlara saldırdığında,
müslümanların da karşı koyma hakları
vardır. Bu yüzden Allah bu aylarda savaşın hükmünü
Bakara suresinde yukarda geçtiği şekilde açıklamıştır.
"Kurbanlık"; Kâbe'yi ziyaret edenlerin Hacc ve
Umresini bitirdiğinde kesmek üzere yanında
getirdiği hayvanlardır. Hacc veya Umre, kurbanı
kesmekle sona erer. Kurbanlık, inek deve veya koyun olabilir.
Helâl sayılmamasının anlamı, henüz vakti
gelmeden başka bir amaç için kesilmemesidir. Kurbanlık
"Hacc"da kurban günü, "Umre"de ise, Umrenin
bitiminde kesilebilir. Kurban eden, derisinden, yününden ve diğer
uzuvlarından hiçbir şekilde faydalanamaz,
tamamını fakirlere dağıtır.
"Gerdanlıkları
(kelaid), sahipleri tarafından Allah'a
adandıklarının bir belirtisi olarak,
boyunlarına işaretler takılan hayvanlardır.
Bunlar adandıkları yerde ve adandıkları
vakitte kesilene kadar otlağa salınır. Allah'a
sunulduklarının belirtisini taşıyan ve
kesilecekleri vakte kadar serbest bırakılan hediye
kurbanlıklar bu sınıfa girer.
Bu işaretli
adakları belirlendikten sonra, amacı
dışında kullanmak haramdır.
Adandıkları amaç dışında kesilemezler.
Kimine göre ise kelaid, düşman saldırısı ve
herhangi bir tehlikeden korunmak isteyen kişinin kendisine
taktığı işaretlere denir. Bu işaretler,
haram bölgesinin ağaçlarından yapılır. Bu
kişiler hiçbir düşman saldırısının
olmayacağından güvencede olarak yeryüzünde dolaşırlar.
Bu görüşün taraftarları bunun, daha sonra gelen "Başka
birtakım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden,
hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman
fitneye götürülseler, fitnenin içine baş
aşağı atılırlar. Eğer onlar sizden
uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak
istemezler, ellerini (savaştan) çekmezlerse onları
yakalayın ve nerede bulursanız öldürün!
İşte öylelerine karşı Allah size açık
bir yetki vermiştir." (Nisa Suresi, 91)
"Ey inananlar, (Allah'a)
ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından
sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer (onların
hacca gelmemeleri sonucu iktisadi hayatınız bozulup)
yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah
dilerse yakında sizi kendi lütfundan zengin edecektir.
Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe
Suresi, 28)
ayetler ile neshedildiğini söylemişlerdir.
"Gerdanlıklar"
Allah'a adak olarak işaretlenen hayvanlardır"
şeklindeki ilk görüş daha doğrudur. Çünkü bu
mesele aralarındaki bağlantı sebebiyle, Hacc ve
Umrede kesmek için belirlenen armağan kurbanlardan
bahsedildikten sonra söz konusu edilmektedir. Böylece yüce
Allah, Hacda veya başka zamanlarda helâl ticaret ve Allah'ın
hoşnutluğunu isteyerek Beytü'l Haram'a yönelen,
Rablerinin nimetini ve hoşnutluğunu arayarak
Haram'ın güvenliği altına almış ve Beytü'l
Haram'da onlara "Eman" vermiştir. Daha sonra,
ihramdan çıkıldığında ve haram bölgesi
dışında avlanma helal kılınıyor.
Beytü'l Haram'da avlanma ise yasaktır. "İhram'dan
çıkınca avlanabilirsiniz" Allah haram
ayları "Güvenlik süresi" yaptığı
gibi, Beytü'l Haram'ı da "Güvenli yer" kılmıştır.
Orası, insanların, hayvanların, kuşların
ve ağaçların zarara uğramaktan ve düşman
korkusundan güvencede oldukları bir bölgedir. Mutlak bir
güven olan bu eman, bu ümmetin babası Hz. İbrahim'in
duasının karşılığı olarak,
Beytullah'ın etrafını kuşatır. Her
yılın tam dört ayı, insanların tadım,
doygunluğunu ve güvenliğini hissettiği bir
barış dönemi olarak İslâm'ın gölgesindeki
tüm yeryüzünü bu "mutlak güven ortamı" kaplar.
Bu; güven ortamını gerçekleştiren
şartların sağlanmasına istekli olunsun,
Allah'ın söz ve anlaşması her yıl periyodik
olarak korunsun ve hayatın bütününde ve her yerde bunun
uygulanması gerçekleşsin diye böyledir. Allah bu
haremde ve güvenlik bölgesinde, iman edenleri ve kendisiyle anlaşma
yapanları anlaşmalarını yerine getirmeye ve
onlara yüklediği görevi, yaşama ilişkin
kişisel duygu ve düşünceler ile tereddütlerin
etkisinde kalmadan insanlığa hakimiyyet rolünü
yüklenmeye çağırıyor. Dahası onları,
daha önce Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan
alıkoyanlara karşı -bu engelleme müslümanların
ruhlarında derin yara ve acılar bırakmış
ve kalplerinde kin ve nefret uyandırmış
olmasına rağmen- düşmanlık etmemeye, haddi
aşmamaya çağırıyor. Çünkü müslüman
ümmetin görevi bunlardan tamamen farklıdır. Onun görevi,
kendi büyüklüğüne yaraşır bir görevdir.
İSLAM VE
CAHİLİYYET
"Vaktiyle sizi Kâbe'ye
sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz
kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin.
İyilik ve takva alanlarında aranızda
işbirliği yapın, günah ve aşırılığa
dalma alanlarında işbirliği yapmayınız.
Allah tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı
ağırdır."
Çünkü bu ümmete Rabbi
tarafından, kendisinin tırmanması
yanısıra insanlığı da çıkarması
ve bu aydınlık ufku oluşturması görevi de
yüklenmişti.
İşte bu,
insanlara önderliğinin, otoritenin ve şahitlik görevinin
sorumluluğudur. Bu sorumluluğu İslâm'ın uygun
gördüğü ve gerçekleştirdiği şerefli yöntemle,
insanlara birer örnek olma uğrundaki mü'minlerin karşılaşacakları
güçlükleri sebebiyle göz ardı etmemeleri gerekir.
Böylece insanların
ilgi duyacakları ve sevecekleri İslam'ın güzel
bir- tanıklığı yapılmış olur.
Bu zor bir yükümlülüktür. Fakat, bu şekliyle
insanların nefsine ağır gelmez. Zaten onlara güçlerinin
üzerinde bir şey yüklememiştir.
İslam insanın
kızma ve gazaplanma hakkına sahip olduğunu kabul
eder. Fakat onun, kızgınlık ve düşmanlık
sebebiyle saldırıya geçme hakkını
tanımaz. Daha sonra ayetler, günah ve düşmanlıkta
değil, iyilik ve sakınmada
yardımlaşılmasını emrediyor.
Allah'ın azabı ile korkutuluyor ve sadece O'ndan
sakınılmasını emrediyor. Çünkü kişi
baskı ve denetime, merhamet ve hoşgörüye karşı
bu duygular ile -Allah'tan sakınıp,
hoşnutluğunu dileyerek- yardım isteyecektir.
Allah'ın
koyduğu yöntemi isteyen İslâm terbiyesi Arapların
gönüllerini, bu sağlam prensiplere yönlendirmeyi bilmiş
ve onların yüce yola girmelerini sağlamıştır.
Halbuki onlar bu seviyeden ve onu başarmaktan çok uzak
idiler. Arabın yöneldiği dünya görüşü ve
edindiği prensip "Zalim de olsa mazlum da kardeşine
yardım et" cümlesinde özetlenebilirdi. Araplar,
kabilelik ve tarafgirlik içindeydiler. Onlara göre kötülük ve
düşmanlıkta yardımlaşma, iyilik ve
sakınmadakinden daha üstün idi. Yardım
anlaşmaları, haktan daha çok haksızlık
üzerine yapılırdı. Cahiliye devrinde hak üzere
yeminleşme pek azdır.
Bu Allah'a
bağlı olmayan ve gelenekleri ve ahlâkları
Allah'ın sistem ve ölçüsüne dayanmayan bir ortamda olağan
bir durumdur. Tüm bunlar, şu meşhur cahiliye
prensibinde özetlenmiştir:
"Zulmeden de,
zulmedilen de olsa
Zalimde, mazlumda
kardeşine yardım et."
Bu prensibi bir cahiliye
şairi bir başka şekilde şöyle dile
getirmektedir:
"Ben cahiliye
kabilesinin bir ferdiyim,
Kabilem isyan ederse ben
de isyan ederim.
O doğru
davranırsa ben de doğru davranırım."
Daha sonra müslümanlara
"Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba
karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu
ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva
alanlarında işbirliği yapınız, günah ve
aşırılığa dalma alanlarında
işbirliği yapmayınız, Allah'tan korkunuz, hiç
kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır."
(Maide Suresi, 7) diye seslenmek ve onları eğitmek için
Allah'ın belirlediği bir sistem olan "İslâm"
geldi.
Bu ilahi sistem, kalpleri
Allah'a bağlamak, ahlâk ve değer ölçülerini O'nun
ölçüsüne uydurmak için değil, Arap ve Arap olmayan tüm
insanlığı cahiliyye kabileciliği ve
tarafgirliğinden kurtarıp, dost ve düşmanlar
karşısındaki davranışları düzenlerken
ortaya çıkacak kişisel reaksiyonları, ailevî ve
kabilevî his ve tepkileri ortadan kaldırmak için geldi.
Böylece "insan" Arap yarımadasında yeniden
doğmuş oldu. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanan
"insan" doğdu. İşte bu, yeryüzünün
dört bir yanında "insan"ın yeniden
doğuşu olduğu gibi, Arabın da yeni
dirilişidir. İslâm öncesi Arap yarımadasında
yalnızca "Zulmeden de olsa, zulmedilen de,
kardeşine yardımcı ol" şeklindeki fanatik
cahiliyye taraftarlığı vardı. Yeryüzünün
geri kalan bölgesinde de fanatik cahiliyye taraftarlığından
başkaca bir şey yoktu.
Bu cahiliyye çizgisi ile
İslâmî ufuk arasındaki geniş mesafe, cahiliyyenin
"yerleşik" zulmeden de olsa zulmedilen de,
kardeşinin tarafını tut" prensibi ile
Allah'ın "Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye
bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi
bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva
alanlarında işbirliği yapınız, günah ve
aşırılığa dalma alanlarında
işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç
kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır."
ayeti arasındaki mesafe kadardır. Bu ne büyük bir
farktır!
DİNİNİZİ
BÜTÜNLEDİM
Ayetlerin akış
sırası karşımıza, surenin
başındaki "Behimetü'l en'am"ın helal
oluşundan istisna edilenlerin dökümünü çıkarıyor.
"Leş, kan,
domuz eti, Allah'tan başkası adına
boğazlanmış hayvanlar, son anda boğazlama
fırsatı bulamadığınız
boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış,
başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş,
canavar tarafından parçalanmış, anıt
taşları üzerinde kesilmiş hayvanlar ve fal
okları aracılığı ile şans
aramanız size haram kılındı. Bunlar
fasıklık belirtileridir.
Bugün kâfirler dininizi
ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan
korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza
dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve
sizin için din olarak İslam'ı beğendim.
Kim ölüme ramak kalacak
derecede acıkır da günah işleme eğilimine
kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda
kalırsa, kuşku yok ki, Allah
bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Leş, kan ve domuz
etinin hükmü ve bu hükmü insan ilminin ulaşabildiği
sınırlar içinde Allah'ın hüküm koymadaki hikmeti
ve sebeplerinin belirlenmesi yukarıdaki bu haramlara ait
Bakara suresinin 173. ayeti tefsirinde geçmişti. Şimdi
insan ilminin bu haramların hikmetini anlayıp,
anlayamamasını bir yana koyarsak ilahi ilim bu
yiyeceklerin temiz olmadığını tesbit
etmiştir. Bu tek başına yeterlidir. Allah ancak pis
(habis) olanları ve insan hayatının herhangi bir yönüne
zarar veren şeyleri haram kılar. İnsan bilgisinin
bu zararı keşfetmiş olmaması ise ayrı bir
olaydır. Zaten insan bilgisi, bütün zararlı ve
faydalı şeyleri kapsamakta mıdır acaba?
Allah'tan
başkası için kesilenler ise, öncelikle, imanın
gereklerine temelden aykırı oldukları için haramdırlar.
İman, Allah'ı bir sayma, ilahlıkta tek kabul etme
ve imanın gereklerini bu tevhid anlayışı ile
temellendirmedir.
İmanın bu
gereklerinin ilki şudur: Niyet ve fiillerin hepsinin sadece
Allah'a bağlanması, bütün iş ve hareketlerin
sadece O'nun adıyla yapılması ve bunlarda
yalnızca O'nun adının anılmasıdır.
Allah'tan başkası adına kesilen ve Allah'tan
başkasının adı anılan şeyler haram
olduğu gibi, başkalarının adı
anılmasa da Allah'ın adı anılmayan kurbanlar
da haramdır. Çünkü bu, imanı temelinden sarsar. Böylece
yapılanlar da imandan kaynaklanmamıştır. Bu yüzden
o da pistir, leş, kan ve domuz eti gibi pislikler
arasına dahil edilir.
Boğulmuş,
vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış,
süzülmüş ve yırtıcı bir hayvan
tarafından yenmiş hayvanlar da -canlı iken
yetişilip kesilmedikleri taktirde leş
sınıfına girerler ve onun hükmünü alırlar.
Bunların ayrı bir hükmü olabileceği
şeklindeki bir şüpheye fırsat tanımamak için,
ayette açıklanmışlardır. Bu konudaki
ayrıntılı bilgi fıkıh
kitaplarındadır. Kesme, hayvanın ne zaman
"kesilmiş" sayılacağı gibi
problemler öne sürülmüştür. Kimi hemen ölümüne neden
olacak veya hükmen ölü sayılmasını gerektirecek
şekilde yaralanan hayvanın "kesim"ini bu hükümün
dışına çıkarmıştır. Bunun
anlamı bu tür hayvanların ölmeden önce
"kesilseler" bile "arındırılmış"
sayılmamalarıdır.
Kimi de,
yarasının şekline bakmadan can taşırken
yetişilip kesildiğinde hayvanı
"arındırılmış" sayar.
Geniş bilgi için, fıkıh kitaplarının
ilgili konularına bakılabilir.
Dikili taşlarda
(Bunlar, müşriklerin cahiliyye döneminde Kabe'de yanlarında
kurban kestikleri ve kurbanın kanına
buladıkları putlar ve benzeri taşlardır.)
kesilen hayvanlar, putlara kurban edilmeleri sebebiyle, kesilirken
Allah'ın adı anılsa bile haramdırlar. Çünkü
bu durum, .Allah'a şirk koşma kapsamına
girmektedir.
Son olarak (fal
okları) oklarla fal bakma meselesine gelince; müşriklerin
bir işe başlarken veya bitirirken
danıştıkları oklardır. Üç veya yedi
tane oldukları söylenir. Bunlar, Arapların yaygın
adeti olan kumar oynama işlevini de görürlerdi. Deve
üzerinde kumar oynarlardı. Ortada kumarbazlardan her biri için
bir ok bulunur, bu oklardan birini o, okun temsil ettiği
budur der ve deveye sahip olurdu. Allah oklarla fal bakmayı
haram kılmıştır, bu yolla hayvan kesimini de
-bu tür kumar olduğu için- yasaklamıştır.
"Kim ölüme ramak
kalacak derecede acıkırda günah işleme
eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden
yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah
bağışlayıcıdır, merhamet
edicidir."
Ölesiye aç kalan kimse,
günah işlemeyi ve harama girmeyi amaçlamadığı
taktirde, haram kılman bu yiyeceklerden yiyebilir. Yenilecek
miktar, fıkıh bilginleri arasında ihtilâflıdır.
Bu miktar, ölümden korunacak kadar mıdır? Yoksa
doyasıya yenilebilir mi? Yine yiyeceksiz
kalınacağından korkulduğunda başka öğünler
için de saklanabilir mi?
Bunların
ayrıntısına girmiyoruz. Bu noktada, bu dinin
sağladığı bir kolaylığı daha
bilmemiz bize yeter. O, zor durumlarda, günaha veya çaresizliğe
düşülmemesi için ayrıntılı hükümler koymuştur.
Ayrıca her emrini, kalpteki niyete ve Allah'tan tam
sakınmaya bağlamıştır. Zor durumda
kalana, harama dalmayı amaçlamadıktan sonra ne günah
ne de ceza vardır. "Şüphesiz ki yüce Allah
bağışlayıcıdır, merhametlidir".
Haram olan yiyecekleri incelemeyi burada noktalıyor ve bu
konudaki ayetlerin arasına yerleştirilen şu cümlenin
üzerinde özellikle durmak istiyoruz: "Bugün kafirler
dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde
onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin
hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi
tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim". Bu ayet, yüce Kur'an'ın indirilen
son ayetidir. Çünkü risaletin olgunlaştığı
ve nimetin tamamlandığını ilan etmektedir. Hz.
Ömer uzak görüşlülüğü ve açık
kalpliliği ile Hz. Peygamberin yeryüzündeki son günlerini
geçirdiğini hissetmiştir. Hz. Peygamber emaneti yerine
getirmiş ve risaleti tebliğ etmiştir. Artık
geriye sadece Allah'a hesap verme kalmıştır. Ve Hz.
Ömer'in kalbi ayrılık gününün yaklaştığını
hissederek ağlamaktadır.
Konusu kesimlik
hayvanların helal ve haram olanları bildirmek olan
ayetlerin arasını ayıran yukarıda da açıkladığımız
amaçları içeren surenin genel akışındaki bu
sözler neyi göstermektedir?
Bu sözler önce, yüce
Allah'ın şeriatının hiçbir şekilde bölünemiyeceğini
gösterir. İster düşünce ve inanca ister ibadetlere,
helâl ve harama ya da toplum ve devletlerarası hukuka
ilişkin olsun tamamı mükemmeldir. İşte tüm
bunlar, yüce Allah'ın bu ayette mükemmel kıldığını
bildirdiği "din"dir. Ve iman edenlere
tamamladığını bildirdiği
"nimeti"dir. Bu dinde düşünce ve inanca ilişkin
olanlar ile ibadete, helâl ve haramlara ilişkin olanlar ya
da toplum devletlerarası hukuka ait hükümler arasında
hiçbir ayrım yapılmamıştır.
Bunların tamamı, Allah'ın müslümanlara seçtiği
İlâhî sistemi oluşturmaktadır. Bu sistemin bir
kısmından sapma, tamamını terk anlamına
gelir. Bu "din"e karşı gelme,
dolayısıyla bu "din"den çıkma
anlamını taşır.
Mesele,
belirttiğimiz şekildedir. Allah'ın müslümanlara
seçtiği bu sistemden bir şeyi atmak ve onun yerine
insan yapısı bir şey eklemek açıkça Allah'ın
ilahlığını kabul etmemektir. Bu özelliklerden
bazısını bir insana yakıştırmak
Allah'ın yeryüzündeki otoritesine isyan ve böylece ilahlık
özelliklerinin en büyüğü olan "hakimiyet"
iddiası ile ilahlık taslama anlamına gelmektedir.
Bu da, açıkça bu dine isyan ve doğal olarak, bu dinden
çıkmaktır. "Bugün
kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut
kesmişlerdir.."
Kafirler onu iptal
etmekten, ortadan kaldırmaktan ya da tahrif etmekten
ümitlerini kestiler. Çünkü Allah, onu mükemmel kıldı
ve kıyamete değin sürmesine hükmetti. Onlar, harpte
zor durumdaki müslümanları yenebilirler, fakat bu dine
üstünlük sağlayamazlar. Onu tahrife
kalkışanların çok olmasına tuzak
kuranların kuvvetine ve bu dönemlerde mensuplarının
kara cahilliğine rağmen bu din, lekelenemeyen ve tahrif
edilemiyen -kıyamete değin korunmuş tek dindir.
Allah, yeryüzünde bu dini, bilen ve onu gelecek nesle teslim
edene değin, tamamen anlayıp koruyan bir topluluktan
yoksun bırakmayacaktır. Kafirlerin bu dinden ümitlerini
kestikleri şeklindeki Allah'ın vaadi gerçektir.
"O halde onlardan
korkmayın, benden korkunuz."
Kafirler bu dine hiçbir
şekilde el uzatamazlar. Taraftarlarına da, bu dinin
canlı bir tercümanı oldukları, yükümlülük ve
sorumluluklarını yerine getirdikleri, hayatlarında
hükümlerini ve hedeflerini gerçekleştirdikleri ve ondan yüz
çevirmedikleri sürece hiçbir zarar veremezler.
Yüce Allah'ın,
Medine'deki İslâm toplumuna yönelik bu teklifi o kuşağa
has değildir. Bu hitap, bütün zamanlardaki ve yerdeki tüm
iman edenlere seslenmektedir. "İman edenlere"
diyoruz. Çünkü Allah'ın kendilerine seçtiği bu
dinden tamamen hoşnut olanlar, bu dini dünya görüşleri
olarak benimseyenler işte bunlar -yalnızca bunlar-
"müminler"dir. "Bugün
sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik
nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim."
Bugün yani bu ayetin
indiği "Veda haccı günü" Allah bu dini
noksansız kılmıştır. Ona birşey
eklemek isteyen, artık ne ilave edebilir ki? Müminlere olan
en büyük nimeti, bu mükemmel ve kapsamlı sistemle yerine
gelmiş ve onlara din olarak "İslâm"ı seçmiştir.
Dünya görüşü olarak bu sistemi benimsemeyen ise, Allah'ın
müminlere seçtiği şeyi tepmiş olur.
Müslüman, bu sarsıcı
sözler karşısında duruyor. İçerdiği bu
büyük köklü yönlendirmeler, yükümlülük ve görevler peşi
sıra gözü önünden geçiyor.
Müslüman önce, bu
dinin tamamlanması noktasında duruyor. İlk
insanın doğuşundan, ilk Peygamber'den bu son
risalet olan tüm insanlara gönderilen Ümmî Peygamber'in
risaletine değin aynen iman kervanı, geçit resmi yapıyor.
Ne görüyor? Birbirine bağlı bir şekilde
uzayıp giden, bu hidayet ve nur kervanını görüyor.
Uzun yol üzerindeki işaretlerini görüyor. Fakat son
Peygamber'in önceki tüm peygamberlerin, sadece belirli bir zaman
periyodu için, özel bir görevle ve sadece belirli bir topluma
gönderildiklerini görüyor. Bu yüzden tüm bu peygamberler bu
çerçeve ile sınırlanmış ve bu zaman parçasına
-mahkum olmuşlardır. Onların tümü, tek bir ilaha
-ki bu tevhittir- çağırmışlar, sadece bu tek
ilaha kulluk edilmesini istemişlerdir -bu da dindir-. Hepsi
herşeyi bu tek ilahtan almaya ve bu tek ilaha boyun
eğmeye çağırmışlardır -bu da
İslâm'dır-. Fakat her biri, toplumun, çevrenin, zaman
ve ortamın durumuna uygun hayat gerçeklerine ilişkin
farklı bir şeriat getirmiştir.
Ve nihayet Allah,
insanlığa gönderdiği risaleti sona erdirmeyi
dilediği zaman, tüm insanlara özel bir zaman ve mekan ile
ve belirli bir toplumla sınırlandırmaksızın
bütün "insan"ları muhatap alan risalet ile
peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i gönderdi. Mekan,
çevre ve zaman faktörlerinin ötesinde, tüm "insan"ı
muhatap alan bir risalet. Çünkü bu risalet, değişmez,
bozulmaz ve iptal edilmez "insan
fıtratı"nı muhatap almaktadır. "Allah'ın
yaratma kanununa uygun olan dine dön ki insanları ona göre
yaratmıştır. Allah'ın yaratması
değiştirilemez. İşte dosdoğru din
budur." (Rum Suresi, 30)
Bu din, insanın
hayatını her yönüyle ve bütün kapsamıyla
kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat herşeyi
ayrıntılarıyla açıklanmış,
hayatın zaman ve mekan değişkenlerine
bağlı ve dönemsel olarak ortaya çıkan
sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur.
Zaman ve mekan faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini
koruyan sorunların herbiri için ayrı ve
ayrıntılı kurallar getirmiştir. Genel
prensipleri ve ayrıntılı bölümleri sayesinde bu
din, kıyamete değin bu merkez etrafında ve bu
çerçeve içerisinde gelişip, değişmesi ve
yenilenmesi için "insan hayatı"nın ihtiyaç
duyacağı bütün kurallar, yönergeler, hükümler ve
nizamnameler içermektedir. Yüce Allah müminlere şöyle
buyurmuştur: "Bugün sizin hesabınıza
dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve
sizin için din olarak İslâm'ı beğendim". Onlara
hem inanç hem de şeriatın eksiksiz
tamamlandığını ilan etmiştir.
İşte din budur.
Bir müminin, bu dinin
eksik olduğu vehmine kapılarak, onu tamamlamaya
kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye çalışması
zaman ve mekana uygun olarak değiştirmeye veya
geliştirmeye yönelmesi mümkün değildir. Böylesi bir
durumda, o, Allah'ın doğru sözlülüğünü kabul
etmemiş ve müslümanlar için seçtiğini
beğenmemiş olduğundan bir mümin olamaz.
Kur'an'ın
indirildiği dönemdeki bu şeriat her zaman için
geçerli olan dindir. Çünkü o, Allah'ın da
tanıklığı ile "insan"a her zaman ve
mekan için gelmiş olan dinin "şeriati"dir.
Daha önceki peygamberler gibi, sadece belirli bir topluma,
belirli bir nesle ya da mekana özel değildir.
Ayrıntılı
hükümler, olduğu gibi kalsınlar diye
gelmişlerdir. Genel prensipler ise, kıyamete değin
insan hayatına, izinde geliştiği bir çerçeve
çizmek için gelmişlerdir. Onlara karşı çıkmak,
imanın çerçevesi dışına taşmaktır.
"İnsan"ı
yaratan Allah, yarattığını da en iyi bilendir.
Allah insanı yaratmış -ki O ne
yarattığını çok iyi bilir- ve ona bu
şeriatı içeren bu dini seçmiştir. "Dünkü
şeriat, bu günkü şeriat değildir" denemez.
Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını
ve durumlarını Allah'tan daha iyi bildiğini iddia
etmiş olur.
Müslüman, ikinci
olarak "Allah'ın bu dini mükemmel kılarak, müminlere
olan nimetini tamamlaması" olayı
karşısında duruyor. Bu nimet, insanın
yetişip olgunlaştığını gösterdiği
gibi, gerçek "insan"ın duygusunu gösteren müthiş
bir nimettir. Bu "insan", ilahını bu dinin
kendisine gösterdiği şekilde tanımadan önce
Rabbinin hoşnut olduğu bu dinin bütünün tanıttığı
şekilde evreni, varlığını, bu bedendeki
fonksiyonunun ve Rabbinin ikramlarını tanımadan
önce mevcut değildi. Bu "insan", sırf Allah'a
kulluk ederek kullara kulluktan vazgeçmeden önce, herhangi
birinin yaratma ve otoritesini değil, Allah'ın
yapısı olan ve O'nun otoritesinin oluşturduğu
şeriat sayesinde "eşitliğe"
ulaşmadan önce, mevcud değildi.
İnsan bilgisi, bu
dinin ortaya koyduğu büyük gerçekler sayesinde, bu
"insan"ın doğuşunu gerçekleştirdi.
Eğer insan bilgisi, bu seviyede olmasaydı, onun
oluş sırasında "hayvan" ya da "robot
insan" olması mümkündür.
Fakat o, ancak Kur'an'ın
ortaya koyduğu şekliyle bu gerçekleri bilmesi sayesinde
tam anlamıyla bir "insan" olabilmiştir. Bu
şekil ile insanın her dönemde kendisine yakıştırdığı
diğer şekiller arasında büyük fark vardır.
Eğer
insanoğlunun hayatında bu şekil gerçekleştirilirse
"insan"ın insanlığı tam olarak
ortaya konmuş olur. Böylece Allah, melekler, kitaplar,
peygamberler ve kıyamet günü hakkındaki itikadî düşünce
sayesinde, duyu organları ile algılanan
dışında bir şey idrak etmeyen "hayvanî
hisler"den çıkıp, hem algılananları, hem
de algılanamıyanları, görünür ve görünmez
alemi, madde ve madde ötesini idrak edebilen "insanî düşünce"
dairesine geçmesi gerçekleşir ve onu sınırlı
"hayvanî duyu organları"nın dar
çerçevesinden kurtarır.
Tevhid sayesinde, kullara
kulluktan sırf Allah'a kulluğa yönelerek bütün düşmanları
karşısında eşitlik,
bağımsızlık ve üstünlük sağlar. O,
kullukta sadece Allah'a yönelir, dünya görüşünü,
şeriat ve düzeni sırf Allah'tan alır ve
yalnız O'na dayanıp, yalnız O'ndan korkar.
İlgilerini
geliştirip, eğilimlerini paklaştırır; gücünü,
hayvanî içgüdülerini ve aşağı
arzularını dizginleyip, hayra ve yüceliğe yöneltmek
için toplar ve ilahi sistemi gerçekleştirmiş olur.
Cahiliyye gerçeğini
tanımayan ve felaketlerini tatmayan kimse, Allah'ın bu
din ile gönderdiği nimetin gerçeğine eremez. Cahiliye
her dönem ve mekanda Allah'ın uygun bulmadığı
şekilde hayat sürmektir. Cahiliyeyi tanıyan ve inançdaki,
düşüncedeki, yaşamdaki belalarına uğrayan
kimse, Allah'ın bu dinle gönderdiği nimetin gerçeğini
bilir, idrak eder ve onun tadına varır. Bütün zaman ve
mekanlardaki cahiliyyetin, inanış ve düşüncedeki
sapıklık ve körlük felaketlerini, hayret ve
şaşkınlık belalarını, boşluk ve
kirli musibetlerini tanıyıp anlayanlar, yalnızca,
İslâm düzeni sayesinde imanın gölgesinde
sürdürülen hayatın nimetini tadan ve tanıyan
kimselerdir.
Cahiliyenin hayatı düzenleyen
sistemlerin bütün disiplinlerinde varolan isyan ve arzuların
felaketlerini, anarşi ve
karışıklıkların belalarını,
ifrat ve tefritin musibetlerini bilip, anlayanlar, yalnızca
İslâm sistemi imanın gölgesi altında gelişen
hayat nimetini tanıyıp, tadan kimselerdir.
Bu Kur'an'a ilk kez
muhatap olan Araplar, bu sözleri anlıyor, tanıyor ve
gerçeğini idrak ediyorlardı. Çünkü bu sözlerin
içeriği, bu Kitab'a muhatap olan neslin bizzat
yaşamında somutlaşıyordu.
Cahiliyeyi ve onun inanca
ilişkin düşünce sistemini ve toplumsal yapısını,
kişisel ve toplumsal ahlâkını,
tatmışlardı. Yanısıra onlar Allah'ın
bu din ile kendilerine verdiği nimetin gerçeğini,
Allah'ın sözlerindeki rahmetini ve İslâm'la verdiği
nimetin gerçeğini anlayarak cahiliyenin bütün unsurlarından
yüz çevirmişlerdir.
İslam onları,
cahiliyye bataklığında bulmuş, zirveye giden
dosdoğru yola çıkarmıştır. ( Bu mesele
Nisa Suresinin giriş kısmında açıklanmıştır.)
Zirveye ulaştıkları zaman o yüce yerden
yeryüzünde çevrelerinde bulunan diğer milletlere,
şimdi kendi cahiliye dönemlerindeki geçmiş
yaşamlarına baktıkları gözle baktılar.
İslâm onları,
putları, melekleri, cinleri, yıldızları ve
ataları rab edinme gibi efsane ve hurafelerle çevrelenmiş
hurafe inançlara dayalı düşünce ile temellenmiş
cahiliyenin bataklığında buldu. Onları buradan
kurtarıp, dikkatlerini tevhid ufkuna, tek ilaha...
herşeye güç yetiren, merhametli, her şeyi gören,
bilen ve haberdar olan, adaletli, mükemmel, kendisine yakın
ve yardımına koşan kimsenin
aracılığına yer vermeyen herkesin kendisine
kul olduğu ve kulluk ettiği tek ilaha iman ufkuna
çevirdi. İslâm onları vehim ve hurafelerden
kurtardığı gün, aynı zamanda kahin ve
reislerinin sultasından da özgürlüğe kavuşturdu.
İslâm onları,
kimilerinin iddia ettiği gibi cahiliye demokrasisinden
değil, cahiliyenin ana çerçevesi, sınıf
farkları, çirkin gelenekler ve otoriteyi ele geçiren
herkesin kalkıştığı despotluklardan
ibaret olan "aşağılık toplumsal düzeni"nden
kurtardı.
"Zulmetme
kudreti", ta kuzeyden güneye kadar tüm Arap yarımadasının
önderleri, kabile reisleri ve idarecilerinin yerleşik
geleneğine göre güç ve etkinlikle aynı anlamı
taşıyordu. Necaşi'nin şairi,
saldırdığı kişiyi küçük düşünmek
için şöyle hicvederek kötülüyordu: "Onun kabilesi,
ne zimmetini (anlaşmasını) bozar, ne de kalben
zerre kadar zulmeder". "Bir Arap meliki olan, Hacer b.
Haris, Beni Esed'i sopa ile kendisine itaate
zorladığı zaman Şairleri Ubeyde b. Ebras
şu şiiri ile ona yakardı:
"Sen onların içinde
hükümdarsın,
Onlar ise kıyamete
değin köledir,
Onlar senin kamçına
boyun eğmişlerdir.
Huzae'nin uysal
yarış atı gibi..."
"Ömer b. Hind, halkı
kendisiyle perde arkasından konuşmaya zorlayan, kabile
reislerinin annelerini, sarayında hizmetçi olmaları için
zorlayan bir Arap hükümdarı idi." Yine bir Arap meliki
olan Numan b. Menzir, terörde o kadar ileri gitti ki, kendisine
iki gün belirledi: kendisini ziyârete gelen herkesi hesapsız
nimete boğduğu hoşnutluk günü ve sabahtan akşama
değin kim gelirse öldürdüğü "öfke
günü".
Kuleyb Vail'in otoritesi
hakkında anlatılır ki O bu ismi, avdan
başladığı yerde, nara attığı için
almıştır. Narasını işiten hiç kimse
ona yaklaşmaya cesaret edemezdi.
Yine anlatılır
ki: "Avf vadisinde hiç özgür yoktur". Çünkü onun
otoritesinin delili olarak oraya ve çevresine hiçbir hür yaklaşamazdı.
Oradaki hürlerin tamamı, köle konumunda idi."
İslam onları,
âdetler, gelenekler, toplumsal ilişkiler ve ahlâk konusunda
da cahiliye bataklığı içinde buldu... Onları,
kız çocuklarını diri diri gömme, perişan
haldeki kadınlar, içki, kumar, serbest cinsel ilişki,
hakir görülen ve aşağılanan kadınlarla
karışım ve ihtilaf, dışardan gelecek
ciddi bir saldırı karşısında ne
ittifakları ne de güçleri bulunmadığı gibi
kan davaları, baskınlar, yağmalamalar ve soygunlar
sebebiyle birbirlerine düşmüş halde bulunan bir toplum
yapısına sahip halde iken buldu. (Bakınız, Fil
Suresi tefsiri) Öyle ki Fil yılında Habeşlilerin
Kabe'ye saldırısı gerçekleşmiş kendi
aralarında müthiş sert olan kabilelerin tümü bu saldırı
karşısında aciz ve perişan
olmuşlardı.
Onlar bu durumda iken,
İslâm onları bir ümmet yaptı.
İnsanlığın tamamı yaşamın her
alanında düşük bir halde iken, onları zirveye
ulaştırdı. Tek bir nesilde, hem en çukuru hem en
zirveyi, hem cahiliyyeyi hem de İslâm'ı
tanıtıp gösterdi. Bu yüzden onlar, yüce Allah'ın
şu ayetini idrak ediyor, tadına varıyorlardı: "Bugün
sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik
nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim."
Müslüman bu kez Allah'ın
müminlere İslam'ı din seçmesi karşısında
duruyor. Yüce Allah bu ümmeti kavraması ve gözetmesi karşısında...
Öyle ki onun için İslam dinini seçmiş ve
beğenmiştir. Bu Allah'ın bu ümmete sevgisini ve hoşnutluğunu
da ifade etmektedir. Öyle ki onun için bir dünya görüşü
ve sistemi seçmiştir.
Bu müthiş sözler
bu ümmetin omuzlarına pek ağır bir yük
bindirmektedir. O yüce gözetime denk gelecek bir yükü Allah
affetsin! Bu ümmetin, peşi sıra gelecek bütün
nesillerinin sahip olacağı nesneler, yüce Allah'ın
bu şerefli korumasına tabii ki denk gelmez.
O'nun yayabileceği
tek şey, gücü nisbetinde nimete şükretmeye ve nimet
vereni tanımaya ilişkin ayrıca gerekli olanı
anlayıp, gücü nisbetinde onu yerine getirmek ve kusur ve
hatalardan dolayı da avf ve bağışlama
dilemekten ibarettir.
Allah'ın bu ümmete
İslâm'ı din belirlemesi ilkin, bu seçimin kıymetini
bilmesini, sonra da gücü nisbetinde bu din doğrultusunda
olmak için çabalamasını gerektirmektedir. Aksi
takdirde, kendisine Allah'ın seçtiğinden
başkasını tercih ederek Allah'ın hoşnut
olduğunu ihmal eden kimse ne kadar zavallı ne kadar
aptaldır.
O halde cezasız
bırakılmaması gereken büyük bir suçtur. Allah'ın
kendisi için seçtiğini terk eden serbest
bırakılmamalıdır. Fakat Allah İslâm
dinini tercih etmeyerek dilediklerini işleyenleri
bırakıyor ve onlara süre veriyor. Bu dini tanıyıp,
sonra terk eden veya ondan ayrılanların kendilerine
Allah'ın onlara seçtiği dünya görüşünden başka
bir dünya görüşü edineni Allah asla cezasız
bırakmıyor ve ona asla süre tanımıyor. Sonuçta
onlara hakkettikleri cezayı veriyor.
Bu müthiş sözler
önündeki bu duruşlardan daha çoğuna gücümüz
yetmiyor. Daha fazla uzatmadan, "Fî zılâl"de bu
kadarla yetiniyor, surenin akışıyla birlikte gelen
yeni bölüme geçiyoruz: