demişlerdi
ya. İşte bu katmerli ceza sözlerinin karşılığıdır.
Böylece sapıtmanın ve ateşe atılmanın
nerede olacağını öğrenmiş
olacaklardır.
Onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılacaklar; sürüklenirken
itilip kakılacak, paylanacaklardır. Bu cezada dünyadaki
böbürlenmelerinin, güçlerine güvenerek
şımarmalarının, insanlara tepeden
bakmalarının karşılığıdır.
Ayrıca "Ateşin vücudunuza değişini
tadınız" azarı ile psikolojik
azaplarının acısı daha da
şiddetlendiriliyor. Bu ifade o azabı adeta şimdiki
zamana taşıyarak somutlaştırmakta, onu
kulaklara ve gözlere şu anda sunulmuş gibi tasvir
etmektedir.
Bu korkunç ve sarsıcı sahnenin
ışığı altında genel olarak tüm
insanlığı ve özel olarak Mekke müşriklerine
yönelik bir açıklama ile karşılaşıyoruz.
Bu açıklamanın amacı yüce Allah'ın her
işinin bir plana, anlamlı bir maksada ve ön tasarıya
dayandığı gerçeğini kalplere işlemektir.
,
Yüce Allah'ın günahkârları dünyada cezalandırması,
ahirette azaba çarptırması, bunların öncesinde
peygamberler göndermesi, uyarılar yapması,
Kur'an'ı ve öbür kutsal kitapları indirmesi, bütün
bunların yanında şu evrendeki canlı
cansız varlıkları yaratması ve yönlendirmesi,
bütün bunlar, irili-ufaklı bütün herşey belirli bir
plan uyarınca yaratılmıştır belirli bir
amaca göre yönlendirilmektedir ve anlam yüklü bir ön tasarının
ürünüdür. Hiçbir şey boşuna, rastgele, amaçsız
ve plansız değildir. Okuyoruz:
"Biz herşeyi belirli bir plan uyarınca
yarattık: '
Herşeyi, irili-ufaklı her nesneyi,
koşuşabilen ve dilsiz her varlığı,
hareket edebilen ve edemeyen tüm yaratıkları, geçmişte
ve şimdiki zamanda varolan tüm nesneleri, bilinen ve
bilinmeyen bütün yaratıkları, kısacası
herşeyi belirli bir plan uyarınca yarattık.
Bu plan her yaratığın öz varlığını,
niteliklerini, miktarını,.zamanını, yerini,
çevresini kuşatan varlıklar ile arasındaki
ilişkileri ve evrenin yapısı üzerindeki etkisini
belirler, sınırlandırır.
Bu kısacık ayet son derece geniş kapsamlı,
görkemli ve büyük bir gerçeğe parmak basar. Bütün evren
bu gerçeğin somut kanıtı niteliğindedir.
Şu evren bütünü ile yüzyüze gelen, onunla iletişim
kuran, ondan etkilenen, varlık bütününün uyumlu ve
koordineli bir parçası olduğunun bilincinde olan kalp,
bu gerçeği ana çizgisi ile kavramakta gecikmez. Evrendeki
herşey bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir plana
bağlıdır. Bu evren bütünü ile yüzyüze gelen
her kalp, bu kapsamlı planın gölgesinin ana
çizgilerinin damgasını üzerinde taşır.
Sonra bilimsel gözleme, deneye ve araştırmaya
başvurulur. Bu yöntemler aracılığı ile
ve insan aklının kapasitesi oranında bu gerçek
kavranmaya, bu yolla bilinebileceği kadar
anlaşılmaya çalışılır. Bu gerçeğin
daima büyük bölümü ve daha eksiksiz algısı bilimsel
yöntemlerle kazanılabilen bölümünün ötesinde kalacaktır.
O kalan bölümü insan sıfatı sezgi yolu ile
algılar ve evrenin ahenkli korosunun etkisi bu gerçeği
özümler. Çünkü insan fıtratının kendisi de her
zerresi bir plana göre yaratılmış olan şu
evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.
Modern bilim bu gerçeğin bazı yönlerini keşfetmiş,
elindeki yöntemler aracılığı ile
kavranabileceği kadarını
kavramıştır. Bu arada gezegenlerin,
yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki
uzaklıkları ve karşılıklı çekim
güçlerini belirleyebilmiştir. Bu sayede bilginler henüz
görmedikleri yıldızların yerlerini doğru
olarak tespit edebilmişlerdir. Çünkü evrene egemen olan
uyum prensibi söz konusu yıldızın bilginlerce
saptanan yerde olması gerekiyor. Sonradan o
yıldızın gerçekten hesap yolu ile saptadıkları
yerde olduğunu görmüşlerdir. Bu uyumluluk prensibi
bilim adamlarının gözledikleri yıldızların
hareketlerine ilişkin belirli verileri açıklamakta ve
sonra da onların varsayımlarının doğru
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu
varsayımların doğruluklarının meydana çıkması
gökcisimlerinin uzay boşluğuna son derece ölçülü ve
planlanmış oranlara dayalı olarak
dağılmış olduklarını gösterir. Bu
oranların zaman için ne değişmeleri ve ne de
bozulmaları sözkonusudur.
Öte yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız
şu yer kürede egemen olan uyumu, yüce Allah'ın plânı
uyarınca bu gezegeni belirli bir "hayat" türüne
elverişli kılan şartlar arasındaki ahengi de
keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki
oranlardan herhangi birinin bozulduğunu farzedelim; o
takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha baştan
ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu
yeryuvarlağının hacmini, kütlesini, güneşten
uzaklığını, güneşin ısı
derecesini, dünya ile ekseni arasındaki eğimin açısal
değerini, dünyanın kendi çevresindeki ve güneş
etrafındaki dönüş hızını; ayın dünyadan
uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya
üzerindeki denizlerin ve karaların
dağılımını birarada düşünelim.
Bunlara burada sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün
bu olgular ve şartlar arasında ince bir
duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar
vardır. Eğer bu oranlardan bir teki bile bozulsa bütün
dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yeryüzünde süren
"hayat" olayının sona ermesini kaçınılmaz
kılar.
Yine modern bilim, hayatı düzenleyen çok sayıdaki
faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan
şartlar arasında ve bu şartların kendileri
arasında varolan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki,
bu bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa ayetin
vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir
ölçüde kavrama imkanı sağlamıştır.
Bu bulgulardan öğrendiğimize göre gerek doğal
ortamda ve gerekse canlıların yapısında
hayatı ve varolmayı sağlayan faktörleri ile
ölüme ve yokolmaya yolaçan faktörler arasında sürekli
korunan bir denge vardır. Bu denge hayatın
doğuşunu, varlığını ve
devamını sağlayacak oranda korunur. Fakat
canlılık olayının herhangi bir zaman
dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme
şartlarının sınırlarını
aşacak derecede yayılmasına da meydan verilmez,
yani canlılığın yayılması bu
sınırda durdurulur.
Canlılar arasındaki bu duyarlı dengeye burada
kısaca değinmemizin faydalı
olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi daha
önceki birkaç sureyi açıklarken evrenin yapısına
ve yeryüzündeki hayat şartlarına egemen olan uyumu,
dengeyi oldukça ayrıntılı biçimde irdelemiştik."
(Bu konuda geniş bilgi için "Furkan" Suresine ilişkin
açıklamalarımıza başvurulabilir)
"Küçük kuşları yiyerek beslenen
yırtıcı kuşların sayısı
azdır. Çünkü bu kuşlar az yumurtlarlar ve az kuluçkaya
yatarlar. Üstelik dünyanın sadece belirli bölgelerinde yaşarlar.
Buna karşılık uzun zaman yaşarlar. Eğer
yırtıcı kuşlar uzun ömürleri yanında
bir de çok yumurtlayabilseler ve dünyanın her yöresinde yaşayabilseler
küçük kuşların ya soylarını kurutanı
kuruturlar ya da sayılarını büyük oranda azaltırlardı.
Küçük kuşların sayıca çok olmaları ve
sık sık yumurtlamaları bu sonucu önlemeye
yetmezdi. Oysa küçük kuşların şu yeryüzünde başta
yırtıcı kuşlara yem olmak, insanların
beslenmesine katkıda bulunmak gibi daha birçok fonksiyonları
vardır. Nitekim bir şair bu gerçeği şöyle
dile getirir:
Küçük kuşların yavrusu çok olur
Buna karşılık ana şahin tek tek yumurtlar
Daha önce belirttiğimiz gibi bu olgu, yüce Allah tarafından
plânlanmış bir hikmetin sonucudur. Amaç yırtıcı
kuşlar ile küçük kuşlar arasında yaşama
faktörleri ile yokolma faktörleri bakımından denge
kurmaktır.
Kara sinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan
sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer
bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl
yaşasalardı yeryüzünün her yanını kara
sinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının
dünyada yaşaması imkansız olurdu. Fakat şu
evreni plânlayıp yöneten güçlü "el"in işlettiği
şaşmaz denge mekanizması üreme çokluğu ile
ömür kısalığı arasında denge
kurmuş ve bunun sonucu olarak gördüğümüz düzen
meydana gelmiştir.
Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan
ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı
zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır.
Soğuğun, sıcaklığın,
ışığın, asitlerin, kan
salgılarının ve başka birçok faktörün
etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki
hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler.
Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı
hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.
Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına
karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen
silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli
türde ve birbirinden farklıdır. Sözgelimi sayı
çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücud yapısı
bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü
türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.
Küçük yılanlar zehir ya da düşmanlarından
hızla kaçabilme silahları ile
donatılmışlardır. Büyük yılanlar ise
kas gücü silahı ile donatılmışlardır.
Bu yüzden pek az türleri zehirlidir.
Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü
olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir
madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her
canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından
korunur.
Ceylanlar hızlı koşma ve çok yükseğe
sıçrayabilme silahı ile donatılmışken
arslanlar pazu gücü ve düşmanlarını parçalayabilme
yeteneği ile donatılmışlardır.
Kısacası küçük-büyük her canlının düşmanlarına
karşı ayrı bir koruyucu silahı vardır.
Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten
sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş
yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak
orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü
oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar
beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının
boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun
miktarda yaratılmıştır. Yani bu bağ
taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine
yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak
cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar
kısadır.
"Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç
aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta
bir sıvı salgılar. Yüce Allah'ın
şaşırtıcı sanatının bir eseri
olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara
karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden
oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt
oluşmaya başlar. Yine yüce Allah'ın eşsiz plânı
uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden
güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk
litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu
sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana
sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun
büyümesine paralel biçimde artması ile
sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine
giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir.
Ana sütü doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta
ve şeker içeren su ağırlıklı bir
sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta,
şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun
dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine
ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir:
Eğer insan organizmasını oluşturan çeşitli
sistemleri, bu sistemlerin görevlerini, çalışma
tarzlarını, organizmanın yaşamasına ve
sağlıklı olmasına ilişkin
fonksiyonlarını incelersek nasıl dikkatle plânlandıklarını
ve ne kadar ölçülü bir tasarlamaya dayandıklarını
hayretle görür, yüce Allah'ın güçlü eli ile her canlı
organizmayı, her organı, hatta her hücreyi yönettiğini,
gözetimi ve denetimi altında bulundurduğunu belirleriz.
Burada bu şaşırtıcı mekanizmaların
hepsinin nasıl çalıştıklarını
ayrıntılı biçimde anlatamayız. Bu
sistemlerden sadece birindeki iç salgı bezleri sistemindeki
son derece hassas plânlamaya kısaca değinmekle
yetinelim. Bu bezlerin her biri birer küçük kimya ürünleri
fabrikasıdır. Organizmaya gerekli kimyasal
bileşimleri sağlarlar. Salgıladıkları
kimyasal bileşimler o kadar etkili, o kadar güçlüdür ki,
yüz milyonda birlik dozajı bile insan vücudunda son derece
önemli etkiler meydana getirir. Bu bezler her birinin salgısı,
diğerinin salgısının etkisini tamamlayacak düzende
çalışırlar. Bu salgılar hakkında bütün
bildiğimiz onların son derece karmaşık
bileşikler olduğu, dozajlarında meydana gelebilecek
herhangi kısa süreli bir oran değişikliğinin
organizmanın yapısında tehlike derecesine varan bir
yıkıma yol açacağıdır.")
Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu
hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve
yaşama şartlarına bağlı olarak
değişmekte, farklılık göstermektedir.
"Aslanların, kaplanların, kurtların,
sırtlanların ve çölde yaşadıkları için
ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile
beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların
ağızları kesici dişlerle ve sert azı
dişleri ile donatılmıştır. Bunlar
avlarına saldırdıklarında kas gücünden
yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca
bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler
vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri
sindirebilen asitler ve enzimler salgılar."
Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda
otlayarak beslenen evcil hayvanların organik sistemleri
farklı donanımdadır:
"Bu hayvanların sindirim sistemleri
yaşadıkları çevrenin şartlarına uyacak
biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların
ağızları oldukça geniştir. Azı ve köpek
dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna
karşılık ağızları parçalayıcı,
keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede
otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar.
Böylece yaratılış amaçları olan hisleri
insana sunma imkanına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa
giren hayvanların sistemlerini son derece
şaşırtıcı nitelikte
yaratmıştır: Bu hayvanların acele ile
yuttukları otlar ve bitkiler önce "işkembe"ye
iner. Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma
bitip de hayvan istirahate geçince işkembede depolanan
besinler midenin "börkenek" adlı gözüne iner,
sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu
yutulmuş besinleri ikinci kez iyice çiğnedikten sonra
midesinin üçüncü gözü olan "kırkbayır"a
gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan
"şirden"e iner.
Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları
korumaktır. Çünkü bunlar çayırda
otladıkları sırada çoğu kere
yırtıcı hayvanların saldırısına
uğrama tehlikesi ile karşı
karşıyadırlar. Bu yüzden bir an önce besinlerini
elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek
zorundadırlar.
Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür
hayvanlar için zaruri, hatta hayatidir. Çünkü otlar, selüloz
zarı ile kaplı hücrelerden oluştuklarından
dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu bitkileri
sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır.
Eğer geviş getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu
besinleri depo etmeye yarayacak "işkembe" denen göz
olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda
kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat
buna rağmen yeteri besini sağlayamayacaktı,
üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında
kasları çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme
işlemi sayesinde acele ile ağzına
aldığı besinleri "işkembe"sinde
depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp
yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar
ağza çıkarılarak çiğneniyor, öğütülüyor
ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış,
besinini almış ve aldığı besini
sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları
tasarlayan Allah ne kadar yücedir."
"Baykuş ve delice kuşu gibi
yırtıcı kuşların gagaları etleri parçalamaya
yarasınlar diye çengel gibi kıvrık ve keskindir.
Buna karşılık kazların ve ördeklerin gagaları
geniş ve kepçe gibi yaygandır. Bu biçimleri ile
çamurlar arasında ve sular içinde besin aramaya elverişli
olmaktadırlar. Gagaların iki yanında sazları
ve otları kesmeye yarayan testere gibi küçük dişler
vardır.
Tavukların, güvercinlerin ve yerden tane toplayarak
beslenen diğer kuşların gagaları ise tane
toplamaya yarayacak biçimde kısa ve küttür. Oysa mesela
martının gagası oldukça uzundur. Gaganın alt
kısmında ise balıkçı ağını
andıran bir torba sarkar. Çünkü martının temel
besini balıktır.
Hudhud ve çavuş kuşlarının gagaları
ise birazcık uzun ve küttür. Bu biçimleri ile çoğunlukla
yeraltında yaşayan böcekleri ve kurtçukları
aramaya elverişlidirler. Bilim adamlarının
dediklerine göre eğer insan bir kuşun gagasına
şöyle bir bakarsa hangi tür besin ile beslendiğini
tesbit edebilir.
Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü
de son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri
olmadığı için besinlerini sindirsinler diye
"kursak"la ve "taşlık"la
donatılmışlardır. Kuşlar,
"taşlık"larındaki besinleri
sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye çakıl
taşları ve sert maddeler yutarlar."
Eğer bütün hayvan cinslerini ve türlerini bu
şekilde incelersek işimiz uzar ve bu tefsir
kitabının yönteminden ayrılmış oluruz. O
yüzden adımlarımızı hızlandırarak
tek hücreli bir canlı olan "amip"in yanına
varalım. Varalım da yüce Allah'ın bu
hayvancığa yönelik elini, üzerine dönük gözetimini
ve hayatını düzenleyen duyarlı plânını
büyüteç altına alalım:
"Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl
kenarlarında ve bataklıklarda ya da akar suların
taşıdığı taşlar üzerinde yaşar.
Gözleri yoktur, "göz lekeleri" aracılığı
ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın
şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir.
Hareket edince vücudundan bazı çıkıntılar
uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak
istediği yere doğru gider. Bu yüzden bu çıkıntılara
"yalancı ayaklar" adı verilir. Besinini
bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri
ya da ikisi ile yakalar, üzerine sindirimi sağlayıcı
bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini
emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına
atar. Bu minik canlı sudan aldığı oksijeni
kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.
Düşünelim ki, gözle görülmeyecek kadar küçücük
olan bu minik canlı yaşıyor, hareket ediyor,
besleniyor, solunum yapıyor ve besin
artıklarını dışarıya atıyor.
Gelişmesini tamamlayınca ikiye bölünüyor ve her iki
bölümü de ayrı birer canlı oluyor.
Bitkilerin acayip yönleri insanlarda, hayvanlarda ve kuşlarda
gördüğümüz acayipliklerden daha az
şaşırtıcı, daha az hayranlık
uyandırıcı değildir. Onlarda görülen ince
ölçülü plân, diğer canlılardaki plândan daha az
dikkat çekici ve daha az göze batıcı değildir.
Kısacası "O herşeyi yaratmış ve
bir ön tasarıya göre düzenlemiştir." (Furkan
Suresi, 2)
Şunu hemen belirtelim ki, bu plânlama ve tasarlama konusu
anlattıklarımızdan daha önemli ve daha geniş
kapsamlıdır. Şu evrenin küçük-büyük bütün
hareketleri, bütün gelişmeleri, bütün akımları
belirli bir plâna ve ön-tasarıya bağlıdır.
Tarihteki her olayın, insan vicdanındaki her duygusal
reaksiyonun ve yine insanın verdiği her nefesin bu
belirli plâna ve ön-tasarıda yeri vardır. Şu
verdiğimiz soluğun zamanı, yeri, şartları
tümü ile plânlanmıştır. Bu nefes tıpkı
büyük ve önemli olaylar gibi vârlık düzeni ile ve
evrenin genel hareketi ile ilişkilidir, evrensel uyum açısından
hesaba katılmıştır.
Şu çöl ortasında yetişen ve tek
başına duran ağaca bakalım. O da bu belirli plâna
bağlı olarak orada duruyor ve yerden çıktığı
andan beri varlık bütünü ile irtibatlı bir fonksiyonu
yerine getiriyor. Şu yerde sürünen minik karınca,
şu havada uçan kuş, şu suda yüzen tek hücreli
canlı, plâna ve ön-tasarıya bağlılık açısından
tıpkı büyük gezegen sistemleri ve iri gök cisimleri
gibidirler.
Herşey zaman bakımından, yer
bakımından, miktar bakımından, biçim bakımından
plâna bağlıdır; bütün şartlar ve durumlar
arasında uyum vardır. Mesela Hz. Yakub'un, Hz. Yusuf'un
ve Bünyamin'in anası olan ikinci bir kadınla evlenmesi
olayını düşünelim. Bu olay, ilk plânda sanıldığı
gibi, kişisel ve bireysel bir olay değildi. Bir plâna
bağlı olarak meydana gelmişti. Bu plânın
aşamaları şöyle gelişecekti. Hz. Yusuf'un
kardeşleri kendisini kıskanacaklar, onu götürüp
kuyuya atacaklar, fakat öldürmeyecekler, yoldan geçen bir
kafile onu kuyudan çıkarıp Mısır'a götürüp
satacak. Böylece Hz. Yusuf başvezirin sarayında büyüyecek,
başvezirin eşi onunla yatağını
paylaşmak isteyecek, o bu baştan çıkarma
girişimine pabuç bırakmayacak, zindana atılacak.
Niçin? Orada kralın adamları ile tanışacak,
onların rüyalarını yorumlayacak. Niçin? Öyle bir
noktaya varılacak ki, bu soruya cevap verilemeyecek.
Bazıları ısrarla soracaklar. Niçin? Ya Rabbi,
niçin Hz. Yusuf ızdırap çekiyor? Niçin bu peygamber,
çektiği acıların etkisi ile gözlerini kaybediyor?
Niçin masum Yusuf bunca acıya katlanıyor? Niçin?
Çeyrek yüzyıllık ızdırabın sonunda bu
sorulara ilk cevap geliyor: Çünkü ilahi plân, Hz. Yusuf'u yedi
kıtlık yılında Mısır
halkının ve Mısır çevresindeki halkların
beslenme sorumluluğunu üstlenmek üzere hazırlıyordu.
Sonra niçin? Hz. Yusuf ana-babasını ve
kardeşlerini yanına alsın diye. Çünkü bu ailenin
soyundan İsrailoğulları türeyecek; Firavun,
İsrailoğullarına baskı yapacak, sonra
onların içinden Hz. Musa çıkacak. Onun hayatında
yine ilahî plâna bağlı birçok gelişmeler olacak;
arkasından günümüz dünyasının içinde yaşadığı,
tüm dünya insanlarının hayat
akışını etkileyen birçok olaylar, gelişmeler
ve akımlar meydana gelecek.
Yine mesela Hz. Yakub'un atası, Hz. İbrahim'in
Mısırlı bir kadın olan Hacer ile evlenmesini düşünelim.
Bu olay da ilk plânda sanıldığı gibi
kişisel ve bireysel bir olay değildi. Tersine gerek bu
olay ve gerekse Hz. İbrahim'in başından geçen diğer
bazı olaylar onun ana yurdu olan Irak'tan ayrılarak
Mısır'a gitmesine yol açtı. Orada Hacer ile
evlendi. Bu eşinden oğlu İsmail dünyaya geldi.
İsmail ve anası bu gün Kâbe'nin bulunduğu yöreye
yerleşti. Sonunda Hz. İbrahim'in soyundan bu
yarımadada Hz. Muhammed dünyaya geldi. Bu yarımada
islamın doğuşu için en elverişli ortam olarak
belirdi. Tüm bunların sonunda bütün insanlık
tarihinin en büyük olayı meydana geldi.
Her olayda, her başlangıçta, her sonda, her noktanın
arkasında, her adımda, her değişiklikte, her
yenilikte ipin uzak ucunun arkasında yüce Allah'ın plânı
vardır. Yüce Allah'ın geçerli, geniş
kapsamlı, ölçülü, duyarlı ve derin plânı.
İnsanlar bazan bu ipin yakın ucunu görürler, uzak
ucunu göremezler. Bazan olayın başlangıç noktası
ile sonucu arasındaki zaman insanların kısa
ömürlerini aşar. Bu yüzden olayın plâna bağlı
hikmeti göremezler. Bundan dolayı
sabırsızlanırlar, "şöyle olmalı, böyle
olmalı" diye öneriler ileri sürerler. Kimi zamanda
öfkeye kapılırlar, ileri-geri konuşurlar.
Oysa yüce Allah bu Kur'an'da insanlara öğretiyor ki,
herşey ana plâna bağlıdır, insanlar her
işi, tüm işlerin sahibine
bırakmalıdırlar. Arkasından huzur ve güven
için yüce Allah'ın plan ile uyumlu ve ahenkli
adımlarla yollarına devam etmelidirler. Bu plânın
eşliğinde ve yoldaşlığında
sağlam, güvenli ve sarsılmaz adımlar
atmalıdırlar.