Böylece surenin akışı onları şu anda
yaşanmıyormuş gibi kıyametteki bu sahne ile yüz
yüze getiriyor. Sanki Allah'a ortak koştukları düzmece
tanrıları çağırmaları şeklindeki
meydan okuma bu sahnede yöneltiliyor onlara. Aslında bu gün
yüce Allah'ın ilminin kapsamında fiilen yaşanan
bir gerçektir ve onun ilminin kapsamındaki olgular zamanla
sınırlı değildirler. Bu sahnenin bu tarzda
muhataplara sunulması Kur'an-ı Kerimin ifade yöntemi
uyarınca ruhlar üzerinde daha derin, daha canlı ve daha
belirgin bir etki bırakıyor.
Arap atasözleri arasında yer alan baldırların açılması
deyimi sıkıntı ve şiddeti vurgulamak için
kullanılır. O gün kolların
sıvandığı baldırların açıldığı,
sıkıntı ve zorluğun dayanılmaz boyutlara
vardığı kıyamet günüdür. Bu günde şu
büyüklük taslayanlar secde etmeye çağrılıyorlar
ama secde edemiyorlar. Bu secde edemeyişleri ya vaktin geçmesinden
ya da bir başka yasak tanımlandıkları gibi "Boyunlarının
bükük başlarının eğik"
(İbrahim suresi 43) olmasından kaynaklanıyor. Sanki
bedenleri ve sinirleri kendi iradeleri dışında
korku ve dehşetten tutulmuş gibidir. Her halûklarda bu
ifade o günde yaşanan sıkıntıya, çaresizliğe
ve korkunç meydan okumalara işaret etmektedir.
Sonra surenin akışı o günkü pozisyonlarını
yeni çizgilerle tamamlıyor: "Gözleri dönmüş
olarak yüzlerini zillet kaplar." Şu büyüklük
taslayanlar, şımarıklar ve korkudan dönmüş gözler,
zillet kaplamış yüzler... Onların kibirden
şişmiş, burnu havadaki başların
karşılığıdır. Bu ifade aynı
zamanda surenin başlarındaki tehdidi de çağrıştırmaktadır:
"Biz yakında onun burnunu
damgalayacağız." Çünkü burada aşağılanmışlık
ve horlanmışlık anlamının ön plana çıkarılması
son derece belirgin ve etkin bir biçimde amaçlanmıştır.
Onlar bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü
durumdayken surenin akışı daha önce büyüklük
taslamalarını, Allah'ın ayetlerine karşı
burun kıvırmalarını hatırlatıyor: "Onlar
sağlam iken de secdeye davet edilirler fakat secde
etmezlerdi." Daha önce secde edebilecekleri durumdayken,
burun kıvırıyor, büyüklük taslıyorlardı.
O zaman öyleydiler. Ama şimdi bu
aşağılayıcı ve küçük düşürücü
sahnede yer alıyorlar. Dünya hayatı artık geride
kalmış. Şimdi secde etmeye çağırılıyorlar.
Fakat buna güçleri yetmiyor.
Onlar bu dayanılmaz sıkıntının içinde
kıvranırken, kalpleri dehşete düşüren bu
korkunç tehdide muhatap oluyorlar:
"Bu sözü yalanlayanı bana bırak."
İnsanı iliklerine kadar titreten korkunç bir tehdit.
Ezici, caydırıcı, karşı konulmaz,
sarsılmaz güce sahip ulu Allah peygamberine "Bu sözü
yalanlayanı bana bırak, onunla savaşmayı ben
üstleniyorum. Ben onun hakkından gelirim" diyor. Bu sözü
yalayan da kimmiş?
Şu küçük, basit, zavallı, düşkün yaratıktır.
Şu zavallı karınca... Daha doğrusu şu
boşluğa serpiştirilmiş zerre. Karşı
konulmaz, caydırıcı güce sahip ulu Allah'ın büyüklüğü
karşısında hiçbir şey ifade etmeyen şu
hiç yani...
Ey Muhammed... Benimle şu yaratık arasından
çekil... Sen ve beraberindeki müminler rahat edin. Bu savaş
benimledir, ne seninle ne de müminlerledir. Savaş
benimledir. Şu yaratık benim düşmanımdır.
Onun işi beni ilgilendirir. Onu bana bırak. Sen ve
beraberindeki mü'minler gidin rahatınıza bakın.
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar çepeçevre kuşatan
ne dehşet verici bir korkudur bu! Ayrıca maddi güçten
yoksun zayıf peygambere ve müminlere ne sağlam bir güvence
veriliyor?
Sonra caydırıcı ve karşı konulmaz güce
sahip ulu Allah şu basit, küçük ve zavallı
yaratığa karşı başlattığı
savaşta uyguladığı stratejiyi açıklıyor.
"Onları bilmedikleri yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu
benim tuzağım sağlamdır."
Aslında şu Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar ve
yeryüzündeki bütün canlılar yüce Allah'ın
haklarında böyle bir tuzak kurmasını
gerektirmeyecek kadar basittirler, önemsizdirler. Ne var ki yüce
Allah, kendilerine gelsinler; şu anda içinde bulundukları
yanıltıcı güvenli ortamın aslında içine
düştükleri bir tuzak olduğunu bilsinler; zulüm, azgınlık,
gerçeklere karşı burun kıvırma ve
sapıklıkta kendilerine süre tanınmış
olmasının aşama aşama en kötü akıbete sürüklenmeleri
amacına yönelik olduğunu anlasınlar diye
onları kendisinden sakındırıyor,
uyarıyor. Onlara mühlet tanınmış olması
sorumluluğu eksiksiz yüklenmeleri, günah yüklü kimselerin
konumuna gelmeleri, rezil olmayı,
aşağılanmayı ve işkenceyi hakkedenlerin
durumuna düşmeleri için kurulmuş bir tuzaktır.
İnsanları açıkça uyarmaktan, aleyhlerine aşamalı
olarak işleyen stratejiyi ve planı açıklamaktan
daha büyük bir adalet, daha etkin bir merhamet olamaz. Yüce
Allah bu uyarı ve sakındırma ile kendi düşmanlarına,
dininin ve peygamberinin düşmanlarına adaletini ve
merhametini sunuyor. Onlar daha bu olumsuz tutumlarını sürdürüyorlarken,
seçimlerini sapıklıktan yana yapmışlarken
örtü kaldırılıyor, meseleler olduğu gibi gün
yüzüne çıkarılıyor.
Yüce Allah mühlet verir ama ihmal etmez. Artık kaçıp
kurtulamayacağı şekilde kıskıvrak
yakalayana kadar zalime süre tanır. işte burada ulu
Allah serbest iradesiyle belirlediği yasasını ve
savaş stratejisini bu şekilde açıklıyor ve
Peygamberine şöyle diyor: Bu sözü yalanlayanı bana
bırak. Benimle mal, evlat, mevki ve iktidarla övünenlerin
arasından çekil, onlara bir süre için mühlet vereceğim.
Bu nimetleri onlar için bir tuzak haline getireceğim.
Bununla Peygamberine güvence verirken, düşmanlarını
da uyarmış oluyor. Sonra onları bu korkunç
tehditle baş başa bırakıyor.
İnsanın içini karartan bu kıyamet sahnesinin ve
bu korkunç tehdidin oluşturduğu dehşet verici
atmosferde tartışma ve meydan okuma tamamlanıyor.
Onların bu tuhaf tutumlarının meydana
getirdiği şaşkınlık noktalanıyor.
"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır
borç altında mı kalıyorlar?"
Yoksa doğru yolu bulmalarına karşılık
olarak istediğin bu ağır ücret mi onları
burun kıvırmaya, Allah'ın ayetlerini yalanlamaya sürüklüyor?
Ödemek zorunda kaldıkları bu ağır bedel mi
onları bu iğrenç akıbeti tercih etme durumunda
bırakıyor?
"Yoksa gaybın bilgisi kendi yanlarında da onlar
mı istedikleri gibi yazıyorlar?"
Yoksa onlar gaybın kapsamında olanlardan emindirler
Dolayı siyle kendilerini bekleyen akıbet hafif mi
geliyor? Yoksa gaybı ortaya çıkardılar da içindekileri
yazıp öğrendiler mi? Veya gaybın içindekiler ini
bizzat kendileri mi yazdılar da, bunu arzularının
garantisi mi kıldılar?
Ne bu ne o! Şu halde bu tuhaf ve kuşku
uyandırıcı tutumu sergilemelerinin
dayanağı nedir?
Bu anlamlı ve hayret verici olduğu kadar ürpertici
olan ifade ile: "Bu sözü yalanlayanı bana
bırak." Allah ile aldanmış düşmanlarının
arasındaki savaş stratejisinin ve yasasının bu
şekilde duyurulması ile yüce Allah iman ile küfür,
hak ile batıl arasındaki savaşın yükümlülüğünü
Hz. Peygamberden ve müminlerden alıyor. Çünkü bu çarpışma
yüce Allah'ı ilgilendirir. Bizzat üstlendiği bu
savaş onun meselesidir.
Peygamber Efendimiz ve müminlerin bu savaşta önemli ve
etkin bir rol üstlendikleri görünse de mesele gerçekte de
yüce Allah'ın vurguladığı gibidir. Çünkü
Peygamber Efendimizin ve müminlerin bu savaşta
üstlendikleri rol yüce Allah'ın müsaadesi oranında düşmanlarıyla
giriştiği savaşa ilişkin planının
bir parçasıdır. Onlar bu savaşta araç konumundadırlar.
Dilerse yüce Allah kullanır bu araçları. Dilemezse
kullanmaz. O, her iki durumda da etkin olarak iradesini yerine
getirir. O, her iki durum dada iradesi uyarınca
belirlediği yasa gereği çarpışmayı
bizzat kendisi yönlendirir.
Bu ayet indiği zaman Peygamber Efendimiz henüz
Mekke'deydi. Beraberindeki müminler de azınlık
durumundaydı ve hiçbir şeye güçleri yetmezdi. Dolayı
siyle bu ayet, zayıflara güvence verirken, maddi güç,
mevki-makam, mal ve evlatla övünenlerin içine korku salıyordu.
Sonra Medine'de durumlar ve konumlar değişti. O zaman yüce
Allah Hz. Peygamberin ve müminlerin bu savaşta belirgin bir
rol üstlenmelerini diledi. Fakat orada da Mekke'de zayıf
durumda iken onlara söylediği sözü pekiştirdi. Onlar
Bedir savaşında zafer kazanmışken şöyle
buyurdu: "Siz onları öldürmediniz, fakat Allah
öldürdü onları. Onlara doğru ok atarken aslında
sen atmadın, onu Allah attı. Bununla Allah müminleri
güzel bir sınavdan geçirmek istedi. Çünkü Allah her
şeyi işitir, her şeyi bilir."(Enfal suresi
17)
Amaç bu gerçeğin, yani çarpışmanın
Allah'a ait olduğu gerçeğini, savaşın O'nun
savaşı olduğu gerçeğinin, meselenin O'nun
meselesi olduğu gerçeğinin müminlerin kalplerine kök
salmasıdır. Buna göre yüce Allah bu savaşta bir
rol veriyorsa bu, onları güzel sonuçlu bir sınavdan geçirmek
içindir. Bu sınav Dolayı siyle onları
ödüllendirmek içindir. Fakat savaşa ilişkin
belirleyici gerçek ise O'na özgüdür. Zafer gerçeği ise
O'nun yazdığına bağlıdır. Allah bu
yazdığını hem onlar hem de başkaları
için uygular. Onlar savaşa giriştikleri zaman yüce
Allah'ın kudretinin aracıları konumundadırlar.
Üstelik onun elindeki tek araç ta kendileri değildir.
Bu, son derece açık ve anlaşılır bir gerçektir.
Her konuda, her durumda ve her konumda Kur'an ayetlerinin satır
aralarından bu gerçeği görmek her zaman için
mümkündür. Aynı zamanda bu gerçek, yüce Allah'ın
kudretine ve takdirine, evrensel yasasına ve serbest
iradesine, ayrıca Allah'ın takdirinin gerçekleşmesine
aracı olan insanların gücünün gerçek mahiyetine ilişkin
imani düşünce ile de uyuşmaktadır. Evet
insanların sahip bulundukları güç, bir araçtır.
Başka da bir şey değildir.
Bu gerçek, ister maddi güçlere sahip olsun, ister bunlardan
yoksun bulunsun her iki durumda da müminin kalbine güven
duygusunu aşılar. Ancak müminin kalbini Allah için her
türlü olumsuz duygudan arındırması gerekir. Cihad
amacı ile hareket ederken sadece Allah'a güvenip dayanması
gerekir. Çünkü iman-küfür, hak-batıl savaşında
kendisine zafer kazandıran kendi gücü değildir. Onun için
zaferi garantileyen sadece ulu Allah'tır. Maddi güçlerden
yoksun bulunması, zayıf olması yenilmesine neden
olmaz. Çünkü arkasında Allah'ın gücü vardır.
işte onun adına savaşı üstlenen ve sonuçta
kendisi için zaferi garantileyen bu güçtür. Ne var ki yüce
Allah zaman tanır, meseleleri peyderpey sonuçlandırır.
işleri serbest iradesi, hikmeti, adalet ve rahmeti
uyarınca zamanı gelince çözüme bağlar.
Karşısına dikilen mümin ister zayıf olsun,
ister güçlü olsun her iki durumda da bu gerçek Allah'ın düşmanının
kalbine korku salar. Çünkü kendisi ile çarpışan bu mümin
değildir. Sınırsız gücü ile, karşı
konulmaz, ezici yüceliği ile savaşı üstlenen ulu
Allah'tır kendisi ile çarpışan Peygamberine: