O |
Kalem
|
O |
|
1- Nun. Kaleme ve onunla yazdıranlara And olsun.
2- Sen, Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin.
3- Senin için kesintisiz bir mükafat vardır.
4- Ve sen yüce bir ahlaka sahipsin.
5- Sen de göreceksin, onlar da görecekler.
6- Hanginizin sınandığın:.
7-Şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığına
ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.
8- Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
9- Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da
onlar da sana yumuşak davransınlar.
10-Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
11- Herkesi kınayan, söz götürüp getiren.
12- Hayra engel olan, saldırgan, günahkar.
13- Kaba, sonra da soysuz, alçak.
14- Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (yolunu
şaşırmış)
15- Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin
masalları" dedi.
16- Biz yakında onun burnuna damga vuracağız.
Yüce Allah burada "Nun" harfine, Kaleme ve yazıya
yemin ediyor. Alfabe harflerinden biri olması
bakımından, "Nun" harfi ile, Kalem ve
yazı arasındaki ilgi son derece açıktır.
Fakat bunlara yemin edilmiş olması değerlerini
arttırıyor, bu yolla öğrenmeye önem vermeyen bir
toplumda dikkatleri onlara çekiyor. O günkü Arap toplumunda
okur-yazarlık oranı sıfır denecek kadar düşüktü
ve okuryazar olanların sayısı bir elin
parmaklarını geçmezdi. Oysa yüce Allah'ın bilgisi
kapsamında onların hayatında
okur-yazarlığa önemli bir rol biçilmişti ve bunun
geliştirilmesi, aralarında
yaygınlaştırılması
planlanmıştı. Bu inanç sistemini ve ona dayalı
hayat sistemini dünyanın dört bir yanına
taşımaları için yazı gerekliydi. Ayrıca
insanlığa önderlik etme görevini eksiksiz yerine
getirmeleri için bu durum kaçınılmazdı. Böylesine
büyük bir görevi yerine getirmek için gerekli olan temel
unsurlardan birinin yazı olduğu kuşku götürmez
bir gerçektir.
Nitekim Peygamber Efendimize inen ilk vahyin içeriği de
bu anlamı pekiştirmektedir: "Yaratan Rabbinin
adıyla oku. O, insanı embriyodan yarattı. Oku.
Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı
öğretti. İnsana bilmediğini öğretti."(Kalem
suresi 1-5)
Ayrıca bu kitabın okuma yazma bilmeyen bir peygambere
yönelik olması da bu hususu desteklemektedir. (Yüce Allah
belli bir hikmetten dolayı Peygamber Efendimizin okuma yazma
bilmeyen biri olmasını öngörmüştür). Fakat
yüce Allah okuma yazma bilmeyen bu peygamberine indirdiği
ilk vahiyde okumaya, kalem ile öğrenmeye teşvik edici
ifadeler kullanmıştır. Aynı şekilde bu
surede de "Nun" harfine, kaleme ve kalemle
yazılanlara yemin edilerek bu husus yine
pekiştirilmiştir. Bu durum, yüce Allah'ın sonsuz
ilminin kapsamında planladığı büyük ve
evrensel rolü üstlenmek üzere hazırladığı
bu ümmete yönelik eğitim metodunun bir
aşamasıdır.
Yüce Allah, müşriklerin Peygamber Efendimize yönelik
yalan ve iftiralarını çürütmek, böyle bir şeyin
olamayacağını vurgulamak, Peygamberine yönelik
lütfunu ve nimetini dile getirmek için, biraz önce de belirttiğimiz
gibi yazının değerini büyütücü, önemini pekiştirici
bir üslupla "Nun" harfine, kaleme ve onunla yazılanlara
yemin ediyor:
"Sen Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin."
Bu kısa ayet bir açıdan olumluluk, bir diğer açıdan
da olumsuzluk ifade ediyor... Yüce Allah'ın peygamberine yönelik
nimetini yakınlık ve sevgi ifade eden bir üslupla
vurgularken olumludur. Çünkü yüce Allah, "Rabbin"
ifadesiyle O'nu
yüce zatına bağlıyor. Öte yandan yüce Allah'ın
kendisine yakın olduğunu bildirdiği ve seçkin kıldığı
bir kula yönelik nimetiyle bağdaşmayan mesnetsiz
yakıştırmayı, iftirayı reddederken de
olumsuzluk ifade ediyor.
Peygamber Efendimizin soydaşlarının
arasında geçirdiği peygamberliğinin ilk
yıllarını inceleyenler,
soydaşlarının ona yönelttikleri "o bir
delidir" suçlamaları karşısında
şaşkına dönerler. Oysa, aklı üstünlüğünü
dile getiren bizzat kendileridir. Nitekim, Peygamberlik
görevlendirilmesinden yıllar önce Kâbe'deki Haceru'l
Esved'in (Kara taşın) yerine konulması hususunda
aralarında baş gösteren görüş
ayrılıklarında O'nun hakemliğini kabul
etmişlerdi. O'na güvenilir kişi anlamına gelen "el-Emin"
lakabını
takan kendileridir. Kendisine düşman olduklarını
sert tavırlarla ortaya koyduktan sonra bile O'nun Medine'ye
hicret ettiği güne kadar kıymetli
eşyalarını, paralarını ona emanet etmeye
devam ediyorlardı. Nitekim, Hz. Ali'nin Peygamber Efendimizin
yanındaki emanetleri sahiplerine geri vermek amacıyla,
Hz. Peygamberden sonra birkaç gün Mekke'de kaldığı
kesinlik kazanmıştır. Ama aynı sırada
adı geçen adamlar, O'na karşı bu kadar sert bir
tavır içindeydiler, amansız düşmanlarıydılar.
Yine onlar, Peygamber Efendimizin peygamberlikle görevlendirilmeden
önce bir kez olsun yalan söylediğine tanık
olmamışlardı. Bizans imparatoru Heraklius
Peygamberimizle ilgili olarak Ebu Sufyan'a şöyle sormuştu:
"Peygamber olmadan önce onu yalancılıkla suçladığınız
olmuş muydu?" Ebu Süfyan -Müslüman olmadığı
zamanlar onun baş düşmanıydı- "Hayır"
demişti. Bunun üzerine Heraklıus: "insanlara yalan
söylemeyen birinin Allah adına yalan söylemesi mümkün değildir"
demişti.
Öfkenin, kinin insanları, Kureyş müşriklerinin
yaptığı gibi aralarında akli üstünlükle,
güzel ahlakla şöhret bulan bu üstün ve saygın insan
hakkında bu ve benzeri mesnetsiz suçlamalarda bulunmaya
yöneltmesi insanı hayrete düşüren bir durumdur. Fakat
kin, insanı köreltir, sağırlaştırır;
art niyetlilik, insanı sıkılmadan iftira atmaya
iter. Fakat herkesten önce bizzat bu iftirayı atan
kendisinin yalancı bir günahkar olduğunu bilir!
"Sen, Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin."
İşte yüce Allah bu şekilde şefkat ve
yakınlık taşıyan bir ifadeyle,
onurlandırıcı bir üslupla, peygamberine yönelik
bu kafirce kine, bu çirkin iftiraya cevap veriyor:
"Senin için kesintisiz bir mükafat vardır."
Senin için sürekli ve kesintisiz bir mükafat vardır.
Bitmez, tükenmez bir ödüldür bu. Sana peygamberlik görevini
ve O'nun saygın makamını bahşeden Rabbinin
katındaki bir mükafat vardır. Bu da her türlü
yoksunluğu gideren, her türlü boşluğu dolduran, müşriklerin
tüm suçlamalarını silip süpüren engin bir karşılık,
bir yakınlık ifadesi, bir yüreklendirici tesellidir.
Yüce rabbinin, şefkatle, sevgiyle ve
onurlandırıcı bir üslupla hakkında "Senin
için kesintisiz bir mükafat vardır." dediği
kimse ne kaybeder ki?
Sonra Peygamber Efendimizin kişiliği hakkındaki
en büyük şahitliğe ve bu şahitliğin
onurlandırıcı ifadesine yer veriliyor:
"Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin."
Seçkin peygamber hakkındaki bu eşsiz övgü varlıklar
aleminin dört bir yanında yankılanıyor; yüceler
aleminden gelen bu övgü varlıklar aleminin temel
planına yerleştiriyor.
Hiçbir kalem, hiçbir düşünce varlıklar aleminin
Rabbinin söylediği bu sözün ifade ettiği anlamı
anlatamaz. Bu, Allah'ın şahitliğidir. Allah'ın
terazisinde bir kula verilen değerdir. Hakkında "Sen
yüce bir ahlâka sahipsin" denilen
bir kula yönelik eşsiz bir övgüdür. Yüce ahlakın
Allah katında ifade ettiği anlamın
boyutlarını hiçbir canlı kavrayamaz.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- yüceliğine
ilişkin bu yüce sözün anlamı değişik açılardan
bakıldığında son derece belirgindir, açıktır.
Yüce Allah'ın söylediği, evrenin vicdanının
tescil ettiği, varlıklar aleminin özünün pekiştirildiği,
ayrıca Allah'ın dilediği bir zamana kadar yüceler
aleminde yankılanan bir söz olması bakımından
önemlidir.
Bu söz bir başka açıdan da önemlidir. Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü algılayabilmesi
de, buna güç yetirebilmesi de üzerinde durulması gereken
önemli bir husustur. O, bu sözü söyleyenin Rabbi olduğunu
biliyor. O, Rabbinin kim olduğunu, O'nun yüceliğini, sözlerinin
ne anlama geldiğini, bu sözlerin boyutlarını,
yankılarını çok iyi biliyor. O, bu sınırsız
yücelik karşısında, hiç kimsenin kavrayamadığı
şeyler kavramış olmasına rağmen
kendisinin de kim olduğunu çok iyi biliyor.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü,
hem de bu yüce kaynaktan algılaması, buna rağmen
sarsılmaması, -bir övgü bile olsa- bu sözün dehşet
verici ağırlığı altında ezilmemesi,
baskısı altında kişiliğini yitirmemesi,
kendini kaybetmemesi... Bu sözü derin bir güven duygusu, sağlam
bir iradeyle ve dengeli bir kişilikle
karşılaması... Bütün deliller bir yana, bu durum
bile başlı başına O'nun kişiliğinin
yüceliğinin kanıtıdır.
Siyer kitaplarında O'nun ahlâkının yüceliği
anlatılmış, bu hususta birçok arkadaşın
sözleri aktarılmıştır. Bununla beraber onun
hayatının ortaya koyduğu realite, onunla ilgili
olarak aktarılan tüm rivayetlerden daha etkili bir tanıktır.
Fakat bu söz ifade ettiği anlam bakımından
öbürlerinden daha yüce, daha etkileyicidir. Ulu ve büyük
Allah'tan kaynaklanması bakımından yücedir. Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü söyleyen
ulu ve büyük Rabbinin kim olduğunu bildiği halde
algılayabilmesi, buna rağmen derin bir güvenle, sağlam
bir ifadeyle ayakta kalabilmesi, yüce Allah'tan böyle bir söz
dinlemiş olmasına rağmen Allah'ın
kullarına karşı büyüklük kompleksine kapılmaması,
kibirlenmemesi, üstünlük taslamaması bakımından
da bu söz son derece önemlidir.
Hiç kuşkusuz yüce Allah Peygamberlik görevini kime
vereceğini herkesten iyi bilir. Bütün evrensel büyüklüğü
ile bu son peygamberlik misyonunu (bu yüce kişiliği ile)
Hz. Muhammed'den başkası taşıyamazdı.
Ondan başkası bu olağanüstü misyonun üstesinden
gelemezdi. O'na denk olamazdı, onun canlı bir tablosu
olamazdı.
Güzelliğin, kusursuzluğun, büyüklüğün,
evrenselliğin, doğruluk ve gerçekliğin
doruklarında olan bir misyonu, ancak yüce Allah'ın bu
övgüsüne muhatap olan biri taşıyabilirdi. Ancak O'nun
kişiliği, sağlam bir iradeyle, dengeli bir
psikolojik durumla ve sarsılmaz bir güvenle bu övgüyü karşılayabilirdi.
Onun sahip olduğu bu özgüven duygusu, peygamberlik
misyonunu ve bu yüce övgünün ifade ettiği gerçeği
kapsayan büyük kalbinden kaynaklanıyordu. Öte yandan bu
kalp -aynı zamanda- bazı davranışlarından
dolayı Rabbinin kendisine yönelttiği azarlamalara,
kınamalara da muhatap oluyordu. Ama aynı irade
sağlamlığını, aynı dengeli
psikolojik durumunu ve Aynı sarsılmaz özgüvenini
koruyordu. Kendisine yönelik özgüyü açıkça duyurduğu
gibi Rabbinden işittiği azarları da açıkça
duyuruyordu. İkisini de kesinlikle gizlemezdi. O, her iki
durumda da insanlık tarihinin tanık olduğu o
saygın peygamberdi. O itaatkâr kuldu. O güvenilir tebliğciydi.
Bu ruhun gerçekliği, taşıdığı
peygamberlik misyonunun gerçekliğinden kaynaklanıyordu.
Bu ruhun büyüklüğü, omuzladığı
peygamberlik görevinin büyüklüğünden ileri geliyordu. Tıpkı
İslam gerçeği gibi Hz. Muhammed -salât ve selâm
üzerine olsun- gerçeği de insanlara sahip bulundukları
herhangi bir büyütecin boyutlarını aşacak büyüklüktedir.
Birbiriyle bütünleşmiş bu iki büyük gerçeği gözlemleyen
birinin yapabileceği şey sadece bu gerçeği görmektir,
ama onu bütün yönleriyle açıklayıp, gözler önüne
sermesi mümkün değildir. Sadece bu gerçeğin evren içindeki
yörüngesine uzaktan işaret edebilir, ama kesinlikle bu yörüngeyi
her yönüyle kavrayamaz!
Bir kez daha kendimi Peygamber Efendimizin sağlam bir
iradeyle, dengeli bir psikolojik durumla ve derin bir özgüvenle
sarsılmadan Rabbinden gelen bu övgüyü karşılamasının
ifade ettiği büyük anlamın karşısında
durup hayretler içinde düşünmek zorunda hissediyorum.
Peygamber Efendimiz bazen arkadaşlarından birini övdüğü
olurdu. Bunun üzerine onun yüce övgüsüne muhatap olan arkadaşı
kendilerinden geçercesine sarsılır, bütün arkadaşları
titrerlerdi. Oysa o, bir insandı. Arkadaşı da O'nun
bir insan olduğunu biliyordu. Arkadaşları onun bir
insan olduğunun bilincindeydi. Evet O, bir peygamberdi ama,
sınırları belirlenmiş bir dairede;
sınırlı insanlık dairesinde hareket eden bir
peygamberdi. Ama O'nun yüce Allah'tan gelen böyle bir övgüye
muhatap olması... Üstelik O, Allah'ın kim olduğunu
da biliyor... Özellikle O, Allah'ın kim olduğunu
herkesten çok iyi biliyor... Çünkü O, başkasının
bilmesine imkan olmayan şeyleri Allah'tan öğreniyordu...
Buna rağmen O'nun bu övgünün ağırlığına
katlanabilmesi, sağlam bir iradeyle ayakta durabilmesi, bu
övgüyü karşılaması ve normal hayatına devam
etmesi her türlü düşüncenin, her türlü değerlendirmenin
üstünde bir olgudur.
Sadece Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- bu yüce
ufka yükselebildi... Yalnızca Hz. Muhammed insanın içine
üflenmiş Allah'ın ruhu ile aynı cinsten olan
insani kusursuzluk zirvesine ulaşabildi. Sadece Hz. Muhammed
tüm insanlığa hitap eden, bütün dünyaya yönelik bu
evrensel peygamberlik misyonunun hakkından gelebilirdi, yeryüzünde
dolaşan bir insan kılığında onun
canlı bir temsilcisi olurdu. Kuşkusuz yüce Allah,
sadece Hz. Muhammed'in bu makama layık olduğunu
biliyordu. Çünkü yüce Allah, peygamberlik görevini kime
vereceğini herkesten iyi bilir. Ve O bu surede peygamberinin
yüce bir ahlaka sahip olduğunu duyurmuştur. Bir
başka surede de, O'nun şanının yüce, zatının
ve sıfatlarının ulu olduğunu, hem kendisinin
hem de meleklerin ona esenlik dilediğini duyurmuştur: `Şüphesiz
Allah ve melekleri peygamberi överler."(Ahzab suresi 56)
Sadece yüce Allah kullarından birine bu büyük lütfu
bahşedebilir...
Bir yandan da bu mesaj ahlâk unsurunun Allah'ın
terazisinde son derece önemli bir övgüye değer
olduğunu, İslam'da tıpkı Hz. Muhammed gerçeği
gibi köklü olduğunu vurguluyor.
Bu inanç sistemine bakan biri, tıpkı bu inanç
sisteminin peygamberinin hayatına bakan birisi gibi ahlâk
unsurunun çok belirgin ve köklü olduğunu görür. Bu
inanç sisteminde hem yasal düzenlemelere ilişkin temeller
hem de ruhsal arınmaya ilişkin temeller ahlak unsuruna
dayanır. Bu inanç sisteminde en büyük çağrı,
arınmaya, temizliğe, güvenliliğe,
doğruluğa, adalete, merhamete, verilen sözü tutmaya,
söz ile davranışın birbirini tutmasına, her
ikisinin niyet ve vicdan ile uyuşmasına,
zorbalığın, zulmün, hile ve aldatmanın,
insanların mallarını haksız yere yemenin,
dokunulması yasak olan başkalarının ırz
ve namusuna tecavüz etmenin, her türlü kötülüğün ve
fuhşun önlenmesine ilişkindir... Bu inanç sisteminin
öngördüğü yasal düzenlemeler, bu temellerin, duygu ve
davranışta, vicdanın derinliklerinde ve toplumun
pratik hayatında, bireysel, toplumsal ve uluslararası
ilişkilerde ahlâk unsurunun korunması amacına yöneliktir.
Allah'ın seçkin
peygamberi şöyle buyuruyor: "Ben ancak güzel ahlâkı
tamamlamak için gönderildim: ' Böylece
peygamberlik görevini bu soylu hedefle özetliyor. Güzel ahlâka
teşvik edici bir çok hadisi dilden dile dolaşmaktadır.
O'nun kişisel hayatı da yüce Allah'ın ölümsüz
kitabında "Sen yüce bir ahlâka sahipsin."
övgüsünü hakkedecek canlı bir örnek, tertemiz bir sayfa
ve yüce bir tablo olarak gözler önünde duruyor. Yüce Allah bu
sözle peygamberini övdüğü gibi, seçkin peygamberinin
getirdiği hayat sistemindeki ahlâk unsurunu da övüyor.
Bununla yeri göğe bağlıyor. Kendisini arayan,
arzulayan gönülleri bu unsura yöneltiyor. Sevdiği ve
hoşnut olduğu yüce ahlâkın ne olduğunu gösteriyor.
Hiç kuşkusuz bu, İslam ahlâkına özgü eşsiz
bir anlayıştır. Bu ahlâk toplumdan, çevreden doğmamıştır.
Kesinlikle yeryüzü değerlerinden
kaynaklanmamıştır. İslam ahlâkı herhangi
bir geleneksel anlayışa veya çıkara yahut herhangi
bir kuşakta geçerli olan insanlar arası ilişkilere
dayanmaz, onlardan kaynaklanmaz. İslam ahlâkı gökten
kaynaklanır, göğe dayanır. İnsanlar yüce
ufuklara yönelsinler diye gökten yere yöneltilen çağrıdan
kaynaklanır. İnsanlar güçleri oranında gerçekleştirsinler,
istenen yüce insanlığı yaşasınlar, yüce
Allah'ın kendilerine biçtiği değere ve yeryüzü
halifeliğine layık olsunlar ve "Güçlü padişahın
huzurunda doğruluk koltuklarında"(Kalem suresi
55) ahiretteki üstün hayatı hakketsinler diye
vurgulanan Allah'ın sınırsız, sonsuz
sıfatlarına dayanır. Bu yüzden İslam ahlâkı
yeryüzünde geçerli olan herhangi bir anlayışla
sınırlı değildir, hiçbir bağla
kayıtlı değildir. İslam ahlâkı
sınırsızdır, insanı
ulaşabildiği en yüksek zirveye çıkarır.
İnsanı yüce Allah'ın her türlü bağdan, her
türlü sınırlandırmadan uzak
sıfatlarını gerçekleştirmeye, yaşamaya yöneltir.
Öte yandan İslam ahlâkı sadece, doğruluk, güvenirlilik,
adalet, merhamet ve iyilik gibi bireysel üstün niteliklerden
ibaret değildir. İslam ahlâkı kusursuz ve
insanın her türlü ihtiyacına cevap veren yeterli bir
hayat sistemidir. Bu sistemde ruhsal arınmaya yönelik
terbiye ile yasal düzenlemeler dayanışmalı olarak
işlerler. Tüm hayat düşüncesi, hayata ilişkin tüm
amaçlar buna dayanır ve en sonunda yüce Allah'a bağlanır,
dünya hayatında geçerli olan herhangi bir anlayışa
değil.
İşte bu İslam ahlâkı, bütün kusursuzluğu
ile, bütün güzelliği ile, bütün dengeliliği ile, bütün
doğruluğu ile, bütün sürekliliği ile ve bütün
kalıcılığı ile Hz. Muhammed'in
kişiliğinde somutlaşmıştı. Yüce
Allah'ın şu yüce övgüsünde ifadesini bulmuştu:
"Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin."
ALLAH TARAFINDAN MÜŞRİKLERE TEHDİT
Bu onurlandırıcı övgüden sonra yüce Allah,
peygamberine, kendisine bu iğrenç iftirayı atan müşriklerle
gelecekteki durumları ile ilgili güvence veriyor. Ayrıca
müşrikleri, durumlarını ortaya çıkarmakla,
batıl oluşlarını gözler önüne sermekle,
apaçık sapıklıklarını herkese duyurmakla
tehdit ediyor:
"Sen de göreceksin, onlar da görecekler. Hanginizin aklından
zoru olduğunu, şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan
saptığını ve kimlerin doğru yolda
olduğunu herkesten iyi bilir."
Burada yüce Allah'ın ortaya çıkarıp herkesin
dikkatine sunacağına ilişkin peygamberine güvence
verdiği yoldan çıkmış olan kişi
sapıklardan birisidir. Veya gerçek kimliği ortaya çıkacak
şekilde sınanan kimsedir. Bunların ikisi de konunun
içeriğine yakın anlamlardır. Bu vaad,
Peygamberimizin kişiliğine dil uzatan, ona mesnetsiz
iftiralar atan müşriklere yönelik bir tehdit anlamına
geldiği kadar Peygamber Efendimize ve beraberindeki müminlere
de bir güvence anlamındadır. Acaba müşrikler
Peygamberimiz için o, cinlenmiş biridir derken neyi
kastediyorlardı? Zannımca bununla onun aklını
kaybettiğini vurgulamak istemiyorlardı. Çünkü
ortadaki realite bu sözü yalanlamaktadır. Cinlerle
iletişim halinde olduğunu onların bu garip ve
olağanüstü sözleri ona ilham ettiklerini anlatmak
istiyorlardı. Nitekim her şairin bir
şeytanının olduğunu ve bu şeytanın güzel
söz söylemede o şaire yardımcı olduğunu
sanıyorlardı. Oysa bu anlam, Peygamber Efendimizin gerçek
durumundan uzaktır. Kendisine vahyedilen kalıcı,
doğru ve tutarlı sözlerin önüne yabancı bir
yaklaşımdır.
Yüce Allah'ın bu vaadi, gelecekte Peygamber Efendimizin
gerçek durumu ile onu yalanlayanların gerçek durumlarının
ortaya çıkacağına işaret ediyor. içinde
bulunduğu durumla kimin sınandığını
ve kimin davasında sapık olduğunun
belirleneceğini vurguluyor. Ve yüce Allah Peygamber
Efendimize şu güvenceyi veriyor: "Şüphesiz
Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığını ve
kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir."
Ona bu güvenceyi
veren, kendisine vahiy indiren yüce Allah'tır. Ve yüce
Allah O'nun ve beraberindeki mü'minlerin doğru yolda
olduğunu biliyor. Bu ayet Peygamber Efendimize gelecekle
ilgili güvence verirken, düşmanlarının içine
korku düşürüyor. Gelecek hakkında kalplerini
endişenin, sıkıntının girdabına
atıyor.
Daha sonra yüce Allah, Peygamberimize karşı çıkan,
getirdiği hak içerikli davet hakkında onunla
tartışan, bu amaçla mesnetsiz iftiralar atan müşriklerin
gerçek durumlarını, gerçek düşüncelerini
gözler önüne seriyor. içtenlikle inanıyor görünmelerine
rağmen aslında onlar sahip bulundukları cahiliye düşüncesine
pamuk ipliği ile bağlıdırlar. Peygamberimizin
onları çağırdığı inanç sisteminin
bazı ilkelerinden vazgeçmesi durumunda kendi inanç
sistemlerinin bir çok ilkesinden vazgeçmeye hazırdırlar.
Onlara karşı daha yumuşak ve daha
uzlaşmacı bir tavır takınması durumunda
uzlaşmaya, yumuşak davranmaya ve sadece meselenin
dış görünümünü korumaya sırf zevahiri
kurtarmaya dünden razıdırlar. Çünkü onlar gerçek
olduğuna kesinlikle inandıkları bir inanç
sistemine bağlı değildirler. Onlar dış görünüşe
önem veren, inanmaksızın sadece öyle görünmek
isteyen kimselerdirler:
"Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki,
sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak
davransınlar."
Onlar tıpkı ticarette olduğu gibi pazarlık
yapmaya, ortak bir nokta etrafında uzlaşmaya çalışıyorlar.
Oysa inanç ile ticaret arasında büyük fark vardır.
İnanç sahibi bir kimse inancının hiç bir
prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük küçük bütün
ilkeler aynı öneme sahiptir. Daha doğrusu inanç
sisteminde büyük küçük diye bir ayırım olmaz.
İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen
bölünmez bir gerçektir. İnanç sistemine bağlı
birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden asla vazgeçemez.
İslam ile cahiliyenin yolun ortasında, daha
doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir.
Bu durum İslam ile her zaman ve her çağdaki cahiliye
sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır.
Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü
cahiliye içinde, yarınki cahiliye için de geçerlidir.
İslam ile cahiliye arasındaki uçurum aşılmaz
niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu
uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkansızdır. Bir
şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün
değildir. Aralarında sürekli bir çatışma
vardır ve sonuçta uyuşmaları söz konusu değildir.
Peygamber Efendimizin uzlaşmaya yanaşması, daha
yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına küfretmekten
ve ibadetlerini saçmalık olarak nitelendirmekten vazgeçmesi
veya bazı konularda kendilerine uyması, Dolayı
siyle kendilerinin de onun dinine uymaları böylece Arap
kitleleri karşısında onurlarını
kurtarmaları için müşriklerin Peygamber Efendimize çeşitli
tavizler vermeye çalıştıkları, uzlaşma
önerilerinde bulundukları birçok rivayete konu olmuştur.
En uygun çözüm yolunu bulmaya çabalayan pazarlıkçıların
her zaman başvurdukları bir yöntemdir bu. Fakat Hz.
Peygamber dininde kararlıydı, dininin ilkelerini
pazarlık konusu yapmaz, taviz vermez bir tutum içindeydi.
Ama dinle ilgili olmayan öteki konularda insanların en
yumuşak huylusuydu. İnsanlar arası ilişkilerde
en güzel davrananıydı. Akrabalarına en çok
iyilikte bulunan, kolaylığı ve
kolaylaştırmayı en çok isteyen bir insandı.
Fakat din, dindi. O, bu konuda Rabbinin şu direktifine uymak
zorundaydı: "Öyleyse
yalanlayanlara itaat etme."
Peygamber Efendimiz Mekke'de en zor şartlarda bile dinini
pazarlık konusu yapmamıştı. Daveti dört bir
yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı
da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere
uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere
vuruldukları halde güçlü zorbaların yüzüne karşı
söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti.
Kalplerini İslama ısındırmak veya baskı
ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek
görmemişti. Aynı şekilde inanç sistemi ile
uzaktan yakından ilgili bulunan herhangi bir gerçeği açıklamaktan
da geri durmamıştı.
ibn-i Hişam siretinde ibn-i İshak'a dayanarak şöyle
rivayet eder:
"Peygamber Efendimiz kavmini açıkça İslama çağırdığı,
yüce Allah'ın kendisine emrettiği şekilde dini
olduğu gibi anlatmaya başladığı ilk
sıralarda, kavmine fazla bir tepki göstermedi, etrafından
uzaklaşmadı. Fakat -bana ulaşan bilgilere göre-
Peygamberimiz onların düzmece tanrılarını gündeme
getirip, onlara yönelik ibadetlerinden dolayı onları
kınamaya başlayınca büyük tepki gösterdiler.
Böyle bir şeyi kabullenemeyeceklerini çeşitli
vesilelerle ortaya koydular. Müslümanlıklarını
gizleyen Allah'ın koruduğu mümin azınlık hariç
hep birlikte O'na karşı çıktılar, düşmanca
bir tutum içine girdiler. Müşriklerin bu tutumu
karşısında Amcası Ebu Talip onu koruyucu
kanatları altına alarak, savundu. Her zaman onun
arkasında durdu. Peygamber Efendimiz de hiçbir şeye
aldırmadan Allah'ın emrettiği şekilde O'nun
dinini yaymaya çalıştı.
"Kureyş'liler, Peygamber Efendimizin kendilerinden,
hayat biçimlerinden ayrılmak, düzmece tanrılarına
dil uzatmak gibi hoşlanmadıkları birtakım
davranışlardan vazgeçmediğini, yine Amcası
Ebu Talib'in onu koruyucu kanatları altına
aldığını, onu desteklediğini ve
kendilerine teslim etmediğini görünce Rabia'nın
oğulları Utbe ve Şeybe, Ebu Süfyan B. Harb B.
Ümeyye, Ebu'l Buhteri (As B. Hişam), Esved B. Muttalip B.
Esed, Ebu Cehil (Amr B. Hişam, künyesi Ebul Hakemdi), Velid
B. Muğire, Haccac B. Amr'ın oğulları Nebih ve
Münebbih gibi Kùreyş kabilesinin ileri gelenleri Ebu
Talib'e gidip şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, yeğenin
Tanrılarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor,
fikirlerimizi saçmalık olarak nitelendiriyor, geçmiş
atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu
bu işten vazgeçir irsin, ya da aramızdan çekilirsin.
Çünkü sen, ona karşı bizden farklı bir
konumdasın. Aksi takdirde biz O'nun hakkından
geliriz." Ebu Talip onlara yumuşak sözler söyledi,
onlara güzel karşılık verdi, onlar da çekip
gittiler.
"Bu arada Peygamber Efendimiz aksatmadan faaliyetlerini
sürdürüyordu, Allah'ın dininin öngördüğü hayat
biçimini herkesin görebileceği şekilde uyguluyor,
insanları bu hayat biçimine inanmaya, sonra da uymaya davet
ediyordu. Sonra Peygamberimizle Kureyş'liler arasındaki
ilişkiler gerginleşti. Gitgide birbirlerinden
uzaklaştılar. Kızgınlık ta gittikçe arttı.
Peygamber Efendimiz ve yaptıkları Kureyşlilerin gündeminden
çıkmıyordu. O'na yönelik öfkeleri kabarıyor,
birbirlerini ona karşı teşvik ediyorlardı.
Kureyş'liler bir ara tekrar Ebu Talib'e gidip şöyle
dediler: "Ey Ebu Talib, sen yaşlı başlı
bir insansın. Aramızda saygın bir yerin var. Bundan
önce yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istemiştik,
ama sen O'na engel olamadın. Vallahi artık,
atalarımıza küfredilmesine, fikirlerimizin saçmalık
olarak nitelendirilmesine, tanrılarımıza hakaret
edilmesine katlanamayız. Ya O'na engel olursun, ya da iki
gruptan biri helak olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi
keseriz". -Veya buna benzer sözler söylediler-. Sonra da
çekip gittiler. Kavminin kendisini terk etmesi, düşmanlığını
ilan etmesi Ebu Talib'e ağır geldi. Ama Peygamber
Efendimizi onlara teslim etmeye veya O'na verdiği
desteği çekmeye de gönlü razı değildi.
İbn-i ishak diyor ki: Bana Ya'kup B. Ukbe B. Muğire B.
Ahnes şöyle anlattı: Kureyş'liler Ebu Talib'e bu sözleri
söyleyince, Ebu Talip Peygamberimizi çağırıp
şöyle dedi: "Ey Yeğenim, senin kavmin gelip bana
şöyle şöyle diyor (Kureyşlilerin kendisine söyledikleri
sözleri bir bir anlattı.) Bana ve kendine acı.
Altından kalkamayacağım bir yükün altına
salma beni:' Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasının
kendisine karşı tutum değiştirdiğini,
kendisine verdiği desteği çekeceğini, kendisini
Kureyşlilere teslim edeceğini, artık kendisine
yardım edecek gücünün kalmadığını
sanarak amcasına şu karşılığı
verdi: "Amcacığım, Vallahi bu işten vazgeçmem
için güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar
yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda
ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam." Daha
sonra Peygamberimiz duygulandı ve ağlamaya
başladı ve gitmek üzere ayağa kalktı. Tam
gidecekken Ebu Talip; Peygamberimizi çağırdı.
Peygamberimiz dönünce, Ebu Talip şöyle dedi: "Git
istediğini konuş. Vallahi seni asla kimseye teslim
etmeyeceğim."
İşte, koruyucusu, güvencesi ve hakkından gelmek
için pusuda bekleyen, kendisine diş bileyen düşmanlara
karşı dünyadaki tek sığınağı
amcasının kendisini yalnız
bıraktığı bir sırada Peygamber
Efendimizin davasına ısrarlı
bağlılığının somut ifadesi olan bir
tablo...
Bu tablo, manzara ve gölgeleri bakımından,
kullanılan ifade ve sözcükleri bakımından ve
somut gerçekliği bakımından kendi türü içinde
son derece etkileyici, parlak ve şaheser bir tablodur.
Tıpkı bu inanç sisteminin parlaklığı
gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin eşsizliği
gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin etkileyiciliği
gibi... Bu tablo
yüce Allah'ın şu sözünün somut kanıtıdır:
"Sen yüce
bir ahlâka sahipsin."
Tarihçi İbn-i ishak'ın rivayet ettiği bir
diğer tablo da doğrudan doğruya müşriklerden
Peygamber Efendimize gelen uzlaşma önerileri ile ilgilidir.
Bu öneri, müşriklerin Peygamber Efendimizin daveti
karşısında çaresiz kalmalarından ve her
kabilenin, Müslüman olan bireyini cezalandırma ve dininden
döndürmek için işkenceye uğratma işini bizzat
üstlendiği bir sırada gelmişti.
İbn-i İshak diyor ki: Bana Yezid B. Ziyad
anlattı. O da Muhammed B. Ka'b el-Kurezi'nin şöyle dediğini
duymuş: Utbe B. Rabia, lider konumunda bir kişiydi. Bir
gün Kureyşlilerin meclisinde otururken Peygamber Efendimiz
de yalnız başına mescitte oturuyordu. Utbe: Ey
Kureyş topluluğu, ne diyorsunuz, Muhammed'e
konuşmaya gidip ona bazı önerilerde bulunayım
mı? Bakarsınız bazılarını kabul
eder. Biz de ona dilediğini verir, böylece bizden vazgeçmiş
olur dedi. Bu olay Hz. Hamza'nın Müslüman olduğu günlere
denk geliyor. Peygamber Efendimizin arkadaşlarının
günden güne arttığını görüyorlardı.
Bu yüzden: Ey Ebu Velid, git ve konuş onunla dediler. Utbe
kalktı Peygamberimizin yanına gidip oturdu. Ve şöyle
dedi: Ey yeğenim, bildiğin gibi bizim aramızda
aşiret ve soy bakımından saygın bir yere
sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın.
Birliklerini parçaladın. Fikirlerini saçmalık olarak
niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve
dinlerini ayıpladın. Geçmiş atalarını
tekfir ettin. Beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım.
Bak, belki bir kısmını kabul edersin. Peygamber
Efendimiz "Söyle ey Ebu Velid, seni dinliyorum" dedi.
Utbe şöyle dedi: "Ey yeğenim, eğer sen bu
getirdiğin dini kullanarak mal elde etmek istiyorsan, senin için
mal toplar ve en çok mala sahip olanınız olursun.
Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni
başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiçbir
şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kral
yaparız. Yok eğer bu, sana musallat olmuş bir rüya
ise ve sen bunun etkisinden kurtulamıyorsan. Senin için araştırır
doktorlar buluruz ve senin tedavi olman için mallarımızı
harcarız. Nitekim kişinin başına bazı
dertler musallat olur da tedavi sonucu bundan kurtulabilir -veya
buna benzer şeyler söyledi-. Utbe sözlerini tamamlayana
kadar, Peygamber Efendimiz onu dinledi. Sonra "Ey Ebu Velid,
sözlerini bitirdin mi?" dedi. Utbe "Evet" dedi.
"O zaman, beni dinle" dedi. Utbe "Söyle"
dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: "Ha
mim. Bu kitap merhamet eden, merhametli olan Allah katından
indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı
olmak üzere Arapça bir Kur'an olarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır.
Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar
işitmezler de; `Ey Muhammed!
Bizi çağırdığın şeye
karşı kalplerimiz kapalıdır,
kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin
aranda anlaşmamıza engel vardır; istediğini
yap, biz de yapacağız' derler. Ey Muhammed! Onlara söyle:
`Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana
tanrınızın tek bir tanrı olduğu
vahyolunuyor. Artık ona yönelin. O'ndan bağışlanma
dileyin; vay müşriklerin haline!:"(Fussilet suresi
1-6) Sonra Peygamberimiz okumaya devam etti. Utbe bunları
dinleyince sessizce beklemeye başladı. Ellerini
arkasından yere koydu ve onlara yaslanarak dinlemeye koyuldu.
Sonra Peygamberimiz secde ayetine geldi ve secdeye gitti.
Ardından şöyle buyurdu: "Ey Ebu Velid, dinleyeceğini
dinledin, artık kararını sen ver" Bunun
üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının
yanına gitti. Bazıları: Allah'a yemin ederiz Ebu
Velid buradan ayrıldığı yüzle dönmüyor
dediler. Utbe gelip yanlarına oturunca "Geride ne
bıraktın ey Ebu Velid?" dediler. Utbe: Orada bundan
önce bir benzerini duymadığım bir söz dinledim.
Allah'a And olsun şiir değildi dinlediğim. Sihir
veya kehanet de değil di. Ey Kureyş'liler, beni dinleyin
ve benim dediğimi yapın. Bu adamı kendi durumuyla
baş başa bırakın. Karışmayın
ona. Vallahi ondan dinlediğim sözlerde büyük bir haber
olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse,
eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer
O, Arapları yen erse onun egemenliği sizin
egemenliğinizdir. Onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür.
Onun sayesinde insanların en mutlusu olursunuz" dedi.
"Ey Utbe, O, seni diliyle büyülemiş" dediler.
Utbe: Bu, benim görüşümdü. Siz, istediğinizi
yapın.
Bir başka rivayete göre Utbe, Peygamber Efendimizi:
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ad ve Semud kavminin başına
gelen kasırga gibi bir kasırgayla uyardım
sizi" ayetine kadar dinlemiş, sonra da dehşete
kapılarak eliyle, Peygamber Efendimizin ağzını
kapatmıştır. "Allah aşkına ve
akrabalık hatırına sus ey Muhammed"
demiştir. Çünkü uyarının gerçekleşmesinden
korkmuştur. Bundan sonra gidip kavmine duyduklarını
anlatmıştır.
Her halükârda bu da bir tür pazarlık girişimidir.
Yine güzel ahlâkın somut örneklerinden biridir. Bu ahlâk
Peygamber Efendimizin tutumunda belirginleşiyor.
Peygamberimiz, Utbe'nin dinlemeye değmez sözlerini sonuna
kadar dinliyor, Hz. Muhammed gibi evrensel değerlendirmede,
hakkın ölçüsünde, yeryüzünün tüm genişliğince
bir değere sahip bir zatın Utbe'yi dinlemesi saçma
önerilerini sessizce karşılaması üstün bir
ahlâk örneğidir. Onun üstün ahlâkı onu tutuyor, sözünü
kesmesine, acele etmesine, öfkelenmesine, sıkılmasına
müsaade etmiyor. Sonuna kadar onu dinliyor, sonra da ona soruyor:
"Bitti mi ey Ebu Velid?" fazlasıyla süre tanıyor,
içindekiler ini döksün istiyor. Hiç kuşkusuz bu,
muhatabın sözünü dinlemede uyulması gereken üstün
bir edep tavrı olduğu gibi, gerçeğe duyulan
şaşmaz güvenin de bir ifadesidir. ikisi birlikte güzel
ahlakın belirtileridirler.
Pazarlık yapma girişimlerinin üçüncüsünü de
İbn-i İshak şöyle anlatıyor: ' Bana
ulaşan bilgilere göre, bir gün peygamberimiz Kâbe yi tavaf
ederken, Esved B. Muttalip B. Esed B. Abduluzza, Velid B. Muğire,
Umeyye B. Halef ve As B. Vail es-Sehmi ile
karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında
dişli kimselerdi. "Ya Muhammed, gel biz senin
taptığına tapalım, sen de bizim
taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir
noktada buluşalım. Eğer senin
taptığın bizimkinden daha hayırlı ise biz
ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim
taptığımız sizinkinden hayırlı ise o
zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun. Bunun
üzerine yüce Allah şu ayetleri indirdi: "Ey
Muhammed de ki: `Ey kafirler. Ben sizin
taptığınıza kulluk sunmam. Benim
taptığıma da siz kulluk sunmazsınız. Ben
de sizin taptığınıza kulluk sunacak
değilim. Benim taptığıma da sizler kulluk
sunacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim
banadır."(Kâfirun suresi 1-6)
Böylece yüce Allah bu kesin ve net ifadelerle bu komik pazarlık
girişimini kestirip atıyor Ardından Peygamberimiz
Rabbinin emrini onlara açıkça bildiriyor. Ardından,
ahlâk unsuru, Peygamber Efendimizin doğrudan doğruya
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan birine uymaktan men
edilmesinde de bir kez daha ön plana çıkıyor.
Uyulması yasaklanan bu adam iğrenç ve aşağılık
sıfatlarla nitelendiriliyor, ayrıca
aşağılanıp horlanacağı
vurgulanıyor:
MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBERDEN
İSTEKLERİ
"Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki,
sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak
davransınlar. Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin
edip duran aşağılık; Herkesi kınayan, söz
götürüp
getiren; Hayra engel olan, saldırgan, günahkar; Kaba, sonra
da soysuz, alçak; Mal ve oğullar sahibi olmuş diye
(yolunu şaşırmış) Kendisine ayetlerimiz
okunduğu zaman: `Eskilerin masalları' dedi. Biz
yakında onun burnuna damga vuracağız: '
Bu ayetlerde nitelikleri anlatılan adamın Velid B.
Muğire olduğu, yine Müddessir suresindeki şu
ayetlerin de O'nun hakkında indiği söylenmektedir:
"Ey Muhammed, tek olarak yaratıp, kendisine bol bol
mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri
yaydıkça yaydığım o kimseyi bana bırak,
cezasını ben vereyim. Bir de verdiğim nimetten
arttırmamı umar, hayır, çünkü o, bizim
ayetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu
sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü,
ölçüp biçti; canı çıkası ne biçim ölçtü
biçti. Cam çıkası yine ne biçim ölçüp biçti.
Sonra baktı; sonra kaşlarını çattı,
suratını astı.
Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı. `Bu
sadece öğretile gelen bir sihirdir. Bu Kur'an yalnızca
bir insan sözüdür' dedi. İşte bu adamı yakıcı
bir ateşe
yaslayacağım:"(Müddesir suresi 11-26)
Velid B. Muğire'nin, Peygamber Efendimize çeşitli
komplolar kurması İslam davetinin
karşısına dikilmesi, insanları Allah'ın
yolundan alıkoyması ile ilgili birçok rivayet vardır.
Ayrıca bu suredeki ayetlerin de Ahnes B. Şureyk
hakkında indiği de rivayet edilmiştir.
Bilindiği gibi bu iki adam Peygamber Efendimizin baş düşmanıydılar.
Sürekli ona karşı savaş
kışkırtıcılığı
yapıyor, insanları O'nun aleyhinde birleşmeye çağırıyorlardı.
Bu suredeki sert saldırı ve öteki (Müddessir)
suredeki korkunç tehditler, ayrıca başka surelerde yer
alan uyarılar, ister Velid olsun ister Ahnes olsun -birincisi
olma ihtimali yüksektir- burada işaret edilen adamın
Peygamber efendimizin ve davet hareketinin aleyhine
başlatılan savaşta ne kadar önemli bir rol
üstlendiğinin kanıtıdır. Aynı
şekilde bu saldırı ve tehditler söz konusu kişinin
kötü hareketini, bozuk kişiliğini, iyilikten uzak
ahlaksız bir tip olduğunu ortaya koyuyor.
Burada Kur'an-ı Kerim söz konusu kişinin hepsi de
iğrenç olmak üzere dokuz niteliğini
sıralıyor:
"Bu adam aşırı yemincidir..."Çok
yemin etmektedir. İnsanların kendisini
yalanlayacaklarının, kendisine güvenmeyeceklerinin farkında
olan yalancı insanlardan başkası sık sık
yemine başvurmaz. Böylece bir insan yalanını
gizlemek, insanların güvenini kazanmak için yemin eder.
Aşağılıktır, onursuzdur; Kendisine
saygısı yoktur. Bu
yüzden insanlar
sözlerine saygı göstermezler. Onun aşağılık
oluşunun delili de yemine ihtiyaç duymasıdır, hem
kendisinin hem de insanların kendisine güvenmemesidir. Mal,
evlat ve mevki-makam sahibi olması bu durumu
değiştirmez. Çünkü aşağılık
kompleksi psikolojik bir niteliktir. Bir kişi azgın,
zorba ve kudretli bir kişi dahi olsa bu niteliğe sahip
olabilir. Şeref ve haysiyet de (izzetinefis) psikolojik bir
sıfattır. Saygın bir ruh dünya hayatın tüm
değerlerinden yoksun olsa bile bu nitelikten soyutlanmaz.
Sürekli başkasını çekiştirir: Sözle
ve işaretle başkasını gerek yüzüne karşı
gerekse arkasından çekiştirir, ayıplar. İslam
dini başkasını çekiştirme ve ayıplama
huyuna şiddetle karşı çıkar, yerer. Çünkü
bu huy insanlığa yakışmaz, ruhsal edebe
aykırıdır. insanlar arası ilişkilerde, büyük
küçük herkesin onurunu korumada uyulması zorunlu olan edep
tavrına ters düşer. Kur'an-ı Kerimin birçok
yerinde bu iğrenç huy kınanmıştır.
Nitekim yüce Allah bir yerde şöyle buyurmaktadır: "Diliyle
çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp
alay eden her fesat kişinin vay haline."(Hümeze
suresi 1) Yine başka bir yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Ey
inananlar, bir
topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki alay
ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler. Kadınlar da
diğer kadınlarla alay etmesinler. Belki onlar,
kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın,
birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın."(Hucurat
suresi 11) Bunların her biri iğrenç bir karakter olan
alaycılığın, başkasını
arkasından çekiştirmenin değişik
şekillerinden biridir.
İnsanlar arasında söz götürüp getirir: İnsanlar
arasında kalplerini bozacak, ilişkilerini koparacak,
sevgilerini giderecek sözler götürüp getirir. Bu sıfat
iğrenç olduğu kadar,
aşağılıktır da. Kendine saygı duyan
ve başka insanlar nezdinde saygı görmek isteyen bir
insan böyle bir huyla nitelenmek istemez. Çünkü, koğucu,
laf götürüp getiren, birbirini seven insanların
arasını bozmaya çalışan kişilerin sözlerine
kulak verenler bile aslında bu tür insanlara saygı göstermezler,
onları sevmezler.
Peygamber Efendimiz herhangi bir arkadaşına yönelik
iyi duygularını değiştirecek nitelikte sözlerin
kendisine aktarılmasını
yasaklamıştı. Şöyle diyordu Peygamber
efendimiz: "Hiç kimse arkadaşlarından biri
hakkında bana herhangi bir şey
ulaştırmasın. Çünkü ben karşınıza
iyi duygularla dolu rahat bir kalp ile çıkmak
isterim:'"(Ebu Davut ve Tirmizi İbn-i Mesut`tan rivayet
edilmiştir)
Buhari ve Müslim'de yer alan Mücahid'in Tavus'tan, onun da
İbni Abbas'tan aktardığı bir hadiste şöyle
buyurulur: "Bir gün Peygamber Efendimiz, iki kabrin yanından
geçerken şöyle buyurdu: Şu iki kabirde yatanlar azap görmektedirler.
Ama bu azapları büyük günahlardan dolayı
değildir. Birisi küçük abdest ini yaparken sidikten
korunmazdı, ötekisi de insanlar arasında söz
götürüp getirirdi."
İmam Ahmed Hz. Huzeyfe'den şöyle rivayet eder:
Peygamber Efendimizin şöyle dediğini duydum:
"İnsanlar arasında söz götürüp getiren cennete
giremez:' (İbn-i Mace'nin dışında bir grup
sahabe tarafından rivayet edilmiştir.)
Yine İmam Ahmed -kendi ravi zinciri ile- Yezid B.
Seken'den şöyle rivayet eder: Bir gün Peygamber Efendimiz:
"En iyinizin kim olduğunu söyleyeyim mi?" buyurdu.
Oradakiler: "Evet, ya Resulallah" dedi. Sonra şöyle
buyurdu: "En kötünüzün kim olduğunu haber vereyim
mi? Söz götürüp getirerek birbirini sevenlerin arasını
bozan, suçsuz insanlara haksızlık edenlerdir."
İslam dininin bu iğrenç, bu aşağılık
huyu bu denli sıkı tutarak yasaklaması kaçınılmazdı.
Çünkü bu aşağılık davranış kalbi
bozduğu gibi arkadaşlıkları da bozar.
Toplumsal ilişkileri bozmadan önce bizzat söz götürüp
getiren kişiyi alçaltır. Toplumun düzenini, güvenliğini
kemirmeden önce O'nun kalbini kemirir, ahlâkını bozar.
Bu çirkin davranış yüzünden insanların
birbirlerine güvenleri kalmaz. Çoğu zaman suçsuz insanları
günaha bulaştırır.
İyiliğin amansız düşmanıdır, her
zaman iyiliğin karşısına dikilir: Hem
kendisinin hem de başkasının iyiliğine engel
olur. Bir kere, her türlü iyiliğin toplamı
sayılan imanı engeller. Bu adamın çocuklarına
ve akrabalarına, Peygamberimize eğilim gösterdiklerini
sezdiği her seferinde "Sizden biriniz Muhammed'in dinine
uyacak olursa, benden hiçbir fayda görmez olur" dediği
bilinmektedir. Bu tehditle onların Müslüman olmalarına
engel olurdu. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim onu sözleri ve
davranışları ile "iyiliğin
karşısına dikilen" biri olarak tescil
etmiştir.
Saldırgandır: Hak, adalet nedir gözetmez,
çiğner geçer. Ayrıca o, Peygamber Efendimize, Müslümanlara,
ailesine ve doğru yolu bulmalarına engel olduğu,
dini benimsemelerini önlediği aşiretine de
saldırır, haksızlık eder.
Saldırganlık, aşırılık,
Kur'an-ı Kerim de ve Peygamber efendimizin sözlerinde
üzerinde önemle durulan çirkin huylardan biridir. İslam
saldırganlığın,
aşırılığın her çeşidini
yasaklamıştır. Hatta yeme-içmede bile buna dikkat
edilmesini öğütlemiştir.
"Size sunduğumuz temiz rızklardan yiyiniz.
Yiyeceklere ilişkin sınırlarımızı
çiğnemeyiniz." (Taha suresi 81) Çünkü adalet ve
dengelilik İslam'ın temel karakteridir.
Sürekli günah işler: "Günahkar" sıfatını
kalıcı bir sıfat olacak kadar günah işler.
Burada işlediği günahın türü belirtilmiyor.
Çünkü bu ifade ile güdülen amaç sıfatın
kalıcılığını vurgulamak, ruhun
değişmez bir karakteri olduğunu belirtmektir.
Bu adam bütün bunların yanı sıra "kaba"dır.
Bu söz, vurgusu
ile, oluşturduğu hava birçok sıfatı,
karakteristik özelliği anlatıyor. Bunun yerine birçok
söz ve sıfat kullanılsa bile aynı anlam
verilemezdi. Bu kelimenin, aşırı derecede kaba,
çok yiyip içen obur, aç gözlü anlamına geldiği söylenmektedir.
Bu adam kaba karakterli, iğrenç huylu ve insanlar arası
ilişkilerde çirkin tutumludur.
Ebu Derda'nın -Allah ondan razı olsun- şöyle
dediği rivayet edilir: "Kaba", büyük karınlı,
kötü ahlâklı,ç ok yiyip içen obur, çok mal toplayan,
ama başkalarına vermeyen kimse demektir:' Ne var ki
"Kaba" kelimesi bütün bunları kapsayan, bununla
beraber bu karaktere sahip kişinin iğrençliğini
her yönüyle tasvir eden geniş bir kavram olarak zihinlerde
yer ediyor.
Ayrıca bu adam, soysuzdur, alçaktır: İşte
İslam düşmanlarından birinin kişiliğinde
toplanan çirkin, iğrenç sıfatların sonuncusu
budur. Zaten, bu tür iğrenç karakterlere sahip insanlardan
başkası İslama düşman olmaz, düşmanlığında
ısrar etmez. "Zenim" kelimesinin anlamlarından
biri, "aralarında soy birliği
olmadığı halde bir kavme bağlanan veya a
kavmin içinde soyu belirsiz olan kimse"dir. Bu kelimenin
anlamlarından biri de "insanlar arasında iğrençliği
ile, pisliği ile, aşırı derecede kötülüğü
ile ün salmış kimsedir. Bu kelimenin ifade ettiği
ikinci anlam Velid B. Muğire'nin durumuna daha uygundur.
Bununla beraber kelimenin söylenişi, kavmi arasında
kibirlenip böbürlenen bu adamı aşağılık
sıfatı ile damgalamaktadır.
Sonra surenin akışı bu kişisel
sıfatlar üzerine, O'nun Allah'ın ayetleri
karşısındaki tutumunu belirterek bir
değerlendirme yapıyor. Bunun yanı sıra yüce
Allah'ın mal ve evlad bahşettiği bu adamın böyle
bir tutum sergilemesi ayıplanıyor:
"Mal ve oğullar sahibi olmuş diye, kendisine
ayetlerimiz okunduğu zaman `eskilerin masalları'
dedi."
Bir insanın yüce Allah'ın kendisine
bahşettiği mal ve evlad nimetlerine
karşılık, Allah'ın ayetlerini ve peygamberini
alaya alması ne çirkin bir davranıştır. Bu
bile tek başına biraz önce anlatılan çirkin sıfatlara
denk bir tutumdur.
Bu yüzden karşı konulmaz, caydırıcı güce
sahip ulu Allah'tan bir tehdit geliyor. Burada yüce Allah onun
ruhundaki büyüklük kompleksinin, mal ve evlatla övünmenin
kaynaklandığı noktaya temas ediyor. Nitekim bundan
önce de onun toplum içindeki yeri ve soyu ile övünmesine
kaynaklık eden sıfatına değinmişti. Ve bu
adam yüce Allah'ın şu kesin vaadini dinliyor:
"Biz yakında O'nun burnuna damga
vuracağız."
Ayetin orijinalinde geçen "Hortum" kelimesinin
anlamlarından biri kara domuzunun burnunun bir
tarafıdır. Herhalde bununla Velid'in burnu
kastedilmiştir. Arap dilinde burun büyüklüğü
onurluluğu sembolize eder. Bu yüzden büyüklenen için
"burnu havada", gururu kırılan, alçalan için
de "burnu yerde" denir. Birisi gururlanarak kızdığı
zaman "burnu şişti burnu kızardı"
derler. Arapların izzetinefsi (onur ve
saygınlığı) "Enfetu" -Burun- olarak
tanımlamaları da bu yüzdendir. Onun burnunun
damgalanması ile tehdit edilmesi iki tür aşağılanmayı,
horlanmayı ifade eder. Birincisi, bir köle gibi damgalanması.
ikincisi burnunun domuz burnu olarak nitelendirilmesi.
Hiç kuşkusuz bu ayetler Velid B. Muğire'nin
üzerinde büyük etki bırakmışlardır.
Çünkü Velid saygın insanların -asılsız da
olsa- bir şairin hicvinden her zaman
sakındığı bir millete mensuptu. Ya gerçekten
göklerin ve yerin yaratıcısı tarafından
damgalanmayı, hem de boşuna söylenmeyen böyle bir
ifadeyle karşı karşıya kalmayı nasıl
karşılamıştır. Bu sözler varlık
aleminin her tarafında yankılanmış, sonra da
varlığın özüne yerleşerek tescil
edilmiştir. Hem de sonsuza dek...
İşte İslam'ın düşmanı, yüce
ahlâka sahip saygın peygamberin düşmanı olan bu
adam böylesine kesin bir hakareti hakketmekteydi.
Mal ve evlada, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların
şımarmasına neden olan dünya nimetlerine işaret
edilmesi münasebetiyle yüce Allah burada örnek olarak onlara
bir kıssa sunuyor. Öyle anlaşılıyor ki bu
kıssa onlar tarafından biliniyordu, aralarında
yaygın olarak anlatılıyordu. Yüce Allah bu kıssa
aracılığı ile onlara nimetle
şımarmanın, iyiliğe engel olmanın,
başkalarının haklarına tecavüz etmenin akıbetini
hatırlatıyor. Bu arada kendilerine bahşedilen mal
ve evlad nimetlerinin aslında onlar açısından bir
sınav aracı olduğunu vurguluyor. Tıpkı bu
kıssanın kahramanlarının sınanması
gibi. Ayrıca bu sınavın devamı da var. Onlar
bununla da bırakılacak değildirler:
|
|
O |
|
O |
|